Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Yetkin bir kaynak: Konstantinopolis Hipodromu M eraklı gezmenlerin çoğu, köklü geçmişi olan yabancı kentlere ilk ziyaretleri öncesi hazırlanır, çalışırlar. Yolculuk boyunca, rehberler eşlik eder onlara, uğradıkları noktalarda sorularını yanıtlarlar. Kimi, dönüş sonrasında da sürdürür ilgisini, yeni edindiği kaynaklarla gezip gördüklerine ilişkin bilgilerini pekiştirirler. Hep düşünmüşümdür: Kaçı, bunu yaşadığı kent üzerinde denemeye kalkışıyordur? İstanbulluyu ele alalım: Yıllarını geçirdiği şehrin ne ölçüde yerlisidir, ne ölçüde yabancısı? Bu soruyu 1100 yıl hüküm sürmüş Bizans’ı, üç çeyrek yüzyıla yayılan Latin istilâsını, dört buçuk yüzyıllık Osmanlı dönemini, birkaç yıllık işgâli izleyen Cumhuriyet İstanbul’unu aklımda tutarak kuruyorum. Kendi payıma, şehrin sokaklarına kılavuzsuz çıkmam ben. Boğaziçi’ni, yanında defter sandığı, son Bostancıbaşıyla katederim. Gününe ve yerine göre Evliya Çelebi, Tanpınar, Mamboury, Akyllas Millas, Ekrem Işın yanıbaşımdadır. Kadıköy’de Müfid Aksel, Çemberlitaş’ta Beşir Ayvazoğlu, Beyoğlu’nda Said NaumDuhani eşlik eder adımlarıma. Tek tek kadim yapılara sokulacaksam, genelde WienerMüller’den yardım isterim. Ayasofya’ya solumda Mabeyinci Pavlos ve Samih Rifat, sağımda Stefanos Yerasimos ve Whithmore dalarım. Topkapı’ya, Gülruğ Necipoğlu’yla. Bir süredir, tarihsel yarımadanın genişçe bir kesiti içinde, merkeze Sultanahmet meydanına almış dolaşırken, yanıbaşımda Gilbert Dagron, onu sorularımla taciz ediyorum. Küçük bir bölümünü doğrudan ilgili okurlarla paylaştığım o söyleşi, Bizans uygarlığı tarihinin yaşayan bu en bilge temsilcisinin kitaplarından süzebildiklerimden besleniyor. Dagron’u ilk önemli yapıtı Konstantinopolis: Bir Başkentin Doğumu (1974) ile tanımıştım. Deyim yerindeyse asıl darbeyi İmgesel İstanbul’la (1984) yedim: Anonim halk hikâyeleri Patria’ları toplayan ve bağlamlarına oturtarak yorumlayan o görkemli çalışma, şehrin karanlığa gömülü geçmişini meşâlelerle aydınlatıyordu düpedüz. Bugünlerde bir fil hikâyesidir gidiyor ya, Dagron ilk fil “olayı”nı Bizans başK İ T A P S A Y I kentinden süzer: Atmeydanına filiyle yerleşen bir bakıcı, komşusu bozuk terazili (üç kâğıtçı) simsar tarafından öldürülür, hemen ardından fili de yokeder adam; olayı öğrenen imparator hayvanın heykelini diker meydana, ona sunaklar hazırlar her yıl. Patria’ların en ilginç anekdotları arasında, Ayasofya’nın inşasına karar verildiğinde, seçilen arsa sahiplerinin yaptığı pazarlıklar ve imparatoru yokuşa sürüşleri ile ilgili olanlar olağanüstüdür. Bu rüşvet görüşmeleri yabancımız değildir. Gilbert Dagron, en taze yapıtı Konstantinopolis Hipodromu’yla nihayet dilimize kazandırıldı. Bu kitabın hiçbir okuyucusu, Sultanahmet Meydanında daha önce dolaştığı gibi dolaşmayacaktır: Şehrin tarihi birden akıl sır ermez bir derinlik kazanıyor kitabın sonuna varıldığında, gözümüzün önünde neredeyse görünmezliğini koruyan Hipodrom 3D teknolojisiyle dikiliyor karşımızda. Dagron’un yapıtının ürpertici yanı, 1500 yıl öncesini anlattığı bölümlerde günümüzün önümüze çıkmasından kaynaklanıyor. Sözgelimi, aniden baş gösteren kırdan kente göç olgusu nedeniyle Konstantinopolis’in nüfusunun 30 binden önce 150 bine (II. Theodosius dönemi), sonra 400 bine (Heraclius dönemi) fırlayışının kentte yarattığı altüst oluşlar, nümayişler, fakir fukara patlaması bu türden bir örnek. Ya Maviler ile Yeşiller arasında gelişen akla sezâ kin ve nefret sonra yaşanan çatışmalar, işkenceler, tıkabasa dolan hapisaneler 201314 kavşağında olup bitenlerle karşılaştırıldığında, şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklemez mi okuru? 532 yılında bir Bizans kalemşörünün söyledikleri dudak uçuklatıcı bu açıdan: “Bu kendi arasında karşı kutuplara dağılmış ve her kutuptaki bütün siteye meydan okuyan güruhtan oluşmuş halk nedir?”. Dagron, rejimin ne Demokrasiyle, ne özgürlüklerle tanımlanamaz hale gelmiş bir “oklokrasi” olarak biçimlendiğine dikkat çekiyor: Cahil kitlenin iktidarı. Ne imparatorluk sarayı, ne Ayasofya: Hipodrom, Bizans’ın çekirdeği, şehrin merkezi. Yalnızca toplumsalekonomik düzenin aynası değil, bir o kadar da uygarlığın ve kültürün çetrefil simgesi. Herşey, oradan hareketle halkalar halinde sınırlara doğru yayılıyor. Fatih’in geniş ölçüde devralacağı bir miras. Gilbert Dagron, okuru bütün dehlizlerde dolaştırıyor. Dünü bugüne bağlayarak. Benzersiz rehber. n 1249 2 3 O C A K 2 0 1 4 n S A Y F A 5 C U M H U R İ Y E T