Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K “Dil Devrimi’ni yalnızca eskiyeni sözcükler ya da alfabe değişikliği olarak görmek büyük hatadır. Nasıl ‘eskiyle bağların’ sırf bu devrimle koparıldığını (hem de bir gecede) düşünmek gülünçse. Dil Devrimi, edebiyatımız açısından, yeni edebiyata bağlanmanın zorunluluklarından biriydi. nlatılan önem taşımakla birlikte anlatıyı “o şey” kılan, “anlatı” denilen yapı kurulumu en başta. Öykü, roman vb. yazınsal metinlerin tümü bu kurala göre biçimleniyor. Söz konusu anlatı da dilde somutlaşıp nesnel hale geliyor. Ne ki bunun için anlatı, kendi özüne dayanmak, yani kendi mantığıyla, diliyle yol almak zorunda. Yazıncılar bu nedenle anlatılarında alımlanır olan, kendisini yeniden üretme yeteneği sergileyen, ileride farklı biçimlerde yeniden yaratılabilme olasılığı taşıyan bir dil kullanmaya çabalıyor hep. Popüler sanatın anlatılarında ise başka kaygılar öne çıkıyor. Örneğin işlevsellik, hoşa gitmek amaçlanıyor, öyle ki bu, okur avcılığına dek uzanıyor, sığlığa bakılmadan salt anlatılanla yetiniliyor, orta malı söyleyişlere göz kırpılıp gündelik iletişim diline yaslanılıyor, tüketime dönük, saman alevine benzer parlayışlarla yol alınıyor… Bunlar sanatsal açıdan hiç mi değer taşımıyor peki? Üstelik alımlanır nitelikte bir roman, ne derecede bilimsel, felsefesel nitelik taşıyorsa bu tür anlatılar da ancak o kadarcık sanatsal yükseliş gösterilebilir bana göre, kanat çırpıyor elbette, ama uçamıyor… DİL, BİR YAZARIN OLMAZSA OLMAZ GÖSTERENİ… Bundan ötürü yazarlığı sanatsal hüner olarak alıp gereğini yerine getiren ustalar, ilkin dilde gösteriyor kendilerini. Öyle bir dil ki bu; seçilen sözcükten kurulan sözdizimine, imgeden simgelemeye, eğretilemeye, sesten renge, yanıştan dokunuşa, ışık gölgeden kokuya hem olağanüstü büyüleyici hem de alımlamaya açık yapıyla biriciklik taşıyor, bambaşka niteliklere bürünerek çıkıyor karşımıza. Bu yüzden herhangi yazar birkaç sayfası, paragrafıyla dikkat çekmek şöyle dursun, ilk tümcesiyle, hatta anlatısına yerleştirdiği ilk sözcükle bile hemen uyarabiliyor insanı. Çünkü tek tümcede bile bir kezcik hafife alınıp geçiştirilmiş, şişirilmiş yapıya, ben yaptım oldu denilerek konduruluvermiş orta malı deyişe rastlanmıyor. Diyelim anlatı başıbozukluk mu yansıtacak, kendini C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ROMANCILARIMIZ ARASINDA11 Yazınsal anlatıyı dilde kurmak... salmışlıkla değil ustalıkla yapılıyor bu. Buna göre bir yazıncı, ortak dilin her taşını kendine göre yeniden işleyip bunlara birer cevher bağlamında imzasını kazıyor adeta. Gerçekliğe bakışını da bu yolla biliyor usta yazar. Gerçeklik algısının hem belirleyeni hem de bundaki açılımı sağlayan serimlemeye dönüşüyor dil. Usta okur bunları okur okumaz yazarlarını da şıp diye tanıyabiliyor. Bir ustanın resmi, müziği nasıl kolayca kendini ele veriyorsa… Çünkü benzerleri yok bunların, olsa da, benzeyen olarak kalıyor salt, hiçbir zaman örtüşmüyor benzeri denilip gösterilen örneklerle. Bundan ötürü putları yıkan Nâzım’la ardıllarının da, birinci yeniyle ikinci yeninin de, Sait Faik’le Yaşar Kemal’in de öykünücüleri var, var olmaya fazlasıyla, ama benzerleri yok; benzer olarak ortaya çıkanların her biri, sonrasında, ya kendileri olmayı başarıyor ya da öylece kalıyor. YAZINIMIZDA 1980 SONRASI YAŞANAN SAVRULMA… Yazın dünyamızı kasıp kavurarak sarsan 1950 kuşağı yazarlarının benzersizliği de burada aranabilir. Anlatıyı geliştirip alımlama dağarını zenginleştirirken, bunu kendi dilinin hazinesine sıkı sıkıya sarılarak yapıyor bu kuşak. Oysa 1980 sonrasında anlatı damarımızın zayıflayıp büzüşmesine yol açan nedenlerin başında genç kuşak yazarlarında gözlenen dil bilinci dağılmasının, üretici evreden çıkılıp toplayıcı evreye geçilmesinin rolü büyük bana göre. Bu bilincin dağılması, dil devriminin yarattığı birikimin çarçur edilip eldeki zenginliğe sırt dönülmesi gelişigüzel biriktirmeyle yetinilmesi gerçeklik algısını da çökertti ister istemez. Yazar, geleneksel olarak hazır bulduğu gerçeklik kavrayışına dönük hem temel dayanaklarını hem de varoluş zeminini yitirdi. Bu evrede gün yüzüne çıkan yazarlar kuşağının tümünü de böyle bir yüklem paydası altında anmak gerçekçi olmaz elbette. Bu genellemeyi yırtan, bunun dışına çıkarak göz alıcı dilsel başarılara imza atmış olan azımsanmayacak sayıda genç yazar da var. Bunlardan Faruk Duman, 1950 kuşağının dile dönük kavrayışıyla yaklaşımını ele aldığı bir yazısında, örneğin şu saptamasını paylaşıyor bizimle: “Dil Devrimi’ni yalnızca eskiyeni sözcükler ya da alfabe değişikliği olarak görmek büyük hatadır. Nasıl ‘eskiyle bağların’ sırf bu devrimle koparıldığını (hem de bir gecede) düşünmek gülünçse. Dil Devrimi, edebiyatımız açısından, yeni edebiyata bağlanmanın zorunluluklarından biriydi. Ve kuşkusuz, çoğu devrim gibi, ‘kendisinden çok önce’ başlamıştı.” (soL Kitap, 28.8.2013) Beş ay önce “Kitaplar Adası”nda (9 Ma1232 Faruk Duman, on beş yıl içinde, on kitap yayımladı. İşte alçakgönüllü bir yazarın anlatısıyla diline yapabileceği büyük katkı böyle çıkıyor ortaya! Kimi köktenci dil devrimcileri, onun anlam katmanlarını yoğunlaştırmak üzere geleneksel sözdizimi mantığına aykırı gelecek biçimde tümceyi bölerek kimi yerlere nokta koymasına karşı çıkabilir. Kimileri de kullandığı, işleyip saflaştırdığı sözcüklere bakarak onu köktenci bir dil devrimcisi gibi algılayabilir. Aslında o, at izinin it izine karıştığı böylesi bulanık dönemde dil içinin soylu bir emekçisi bağlamında alınmalı bana göre… Bu açıdan Faruk Duman’ın gerek akranları gerekse günümüz genç yazarları için örnek oluşturduğu kanısındayım kendi payıma. Günümüzün pek çok genç, erişkin yazarında rastlanan hastalık, Faruk Duman’ın İncir Tarihi ölçü alındığında, çok daha belirgin ortaya çıkıyor çünkü. ROMANIMIZDA “İNCİR TARİHİ”… İncir Tarihi, “Zeyrek Efendi’nin Maceralarını Anlatır” alt başlığıyla sunuluyor. Modernleştirilmiş bir Evliya Çelebi metni havasında da okunabilir roman. Bir anlamda kadınlığın, erkekliğin, yaşamın özüne yönelik “giriş” yapan yeğin bir okuma eylemi getiriyor yapıt. Yazar, Sencer ile Yusufçuk’ta olduğu gibi İncir Tarihi’nde de Anadolu’yu, bütünlediği dil ekseninde almayı deniyor. Bu çerçevede anlatıyı kurarken, yazarın örtük tuttuğu dil emeğine yönelik çabası da ortaya çıkıyor. Bunu yaparken Faruk, kurduğu Doğusal yapıyı Batısal özle bu yeni anlatıda içkinleştiriyor, çağıltılı görkemle yansıtmaya girişiyor, başarıyor da. Sözgelimi anlatıcı Zeyrek, bir şairden dinlediği sözü aktarıyor: “Kelimeler, bize işaretlerin işaret ettikleri şeylerdir.” (98) Bu arada Zeyrek, şairden, “kelimelerin her şeyden önce birer düşünce olduklarını” (96) öğrenmiştir. Kelime, Zeyrek’in tutulduğu kadının da adıdır. Ama ona kavuşması kolay olmayacaktır. Şöyle dillendirir bunu Zeyrek: “Meğer ki bir taş başka bir taşla sevişsin; bu kim bilir kaç yüzyıl sürer ve zaten bitmesin.” (340) Bunlarsa “bütün bunları oturup yazmaya çalışan Zeyrek adlı kişinin bahanesi”dir. (17) Görüldüğü üzere İncir Tarihi, aynı zamanda bir anlatının nasıl kurulması gerektiği üzerine de yoğunlaşıyor. Atatürk’ün Dil Devrimi yıllarında Türk Dil Kurumu’nca, Osmanlıca, Arapça, Farsça sözcüklere Türkçe karşılıkların verildiği “Cep Kılavuzları” yayımlanırdı. Çoğu kişi, kılavuzlara bakarak bir tür orta malına dönüşen bu karşılıkları bulur, olduğu gibi yazılarına yerleştirirdi hemen. Bunlar, o yıllar yayımlanan bütün dergilerde apaçık görülebiliyor. Bu tutumun benzerine şu son yıllarda da rastlıyoruz sanki. Kimi yazarlar, sözlüklere bakarak dil devriminin kazandırdığı sözcüklere Osmanlıca, Arapça, Farsça karşılıklar yerleştiriyor zavallım bir hüner emekçisi çalımı atarak. Ne ki 1930’larda bunu yapanların büyük bölümü, yazarlık savı taşımayan, daha çok bir sorunu anlatmak, bir davayı açımlamak üzere kalem oynatmaya girişmiş kişilerdi. Oysa günümüzdekilerin önemli bölümü dil yandaşlığı da yapan erişkini, genciyle adı bilinen yazar… Görmezden geldikleri bir yan var ama; yazarlar, anadilinin verimi her sözcüğü kendi kursağında işleyip dönüştürerek öyle döker kâğıda has ipek kıvamında. Bunun dışındakiler naylondur, yapay ipek halinde sırıtır, o kadar… Sevgili okur, sevgili yazar anımsar mısınız bilmem, 26 Eylül Dil Bayramıdır, kutlu olsun efendim… n 2013 n S A Y F A 15 A yıs 2013), 26 Eylül yazımda, dilsel tutumları bağlamında “yeni kuşak genç yazarlarda gözlediğim tehlikenin altını çizmeye çalışacağım”ı vurgulayıp, “Türkçesi, ürettiği ya da yakıştırdığı sözcükleri, tümden kendine ait kıldığı sözdizimleri” odağında Duman’a özgüleyeceğimi duyurmuştum. FARUK DUMAN’LA DİLİMİZİN KAZANCI… Faruk Duman, 1997’den 2012’ye on beş yıl içinde, tümü de Can tarafından basılan on kitap yayımlamış görünüyor. Öyküler: Seslerde Başka Sesler (1997), Av Dönüşleri (1999), Nar Kitabı (2001), Keder Atlısı (2004), Sencer ile Yusufçuk (2009); roman: Pîrî (2003), Kırk (2006), İncir Tarihi (2010), Ve Bir Pars Hüzünle Bakar (2012); deneme: Adasız Deniz (2010). Bunlar arasında yazarın, yerleştiği kıyıdan ayrılıp farklı anlatı kurmaya yönelik serüvene karar verdiğini gösteren ilk yapıt Nar Kitabı. Ancak bunda değişim gözlenmekle birlikte asıl büyük genişleme, anlatısında uçsuz bucaksızlıkla Keder Atlısı’ndaki öykülerde görülüyor daha çok. Yeni anlatı kurma yönünde kendisiyle sürdürdüğü kavgada, yazarın giderek dilsel seçiciliğine yansıyor bu, sonrasında buna benzer arayışta sıklık, dilsel anlatısal serüvenlere atılışta cesaret gözleniyor. Nitekim Sencer ile Yusufçuk’ta okur, artık yeni bir anlatıya buyur ediliyor. Bir yazarın, anlatı evreniyle kişilerinden önce farklı dille, anlatımla okuru karşılaması üstesinden geliniverecek iş değil. Kaldı ki dilde, anlatıda enikonu devrim yapmaya giriştiği halde hünerini, okura açıkça göstermediği göz önünde tutulursa Faruk Duman’ın, büyüyü daha da örtükleştirdiği kestirilebilir. Nitekim okur, diyelim öyküyü ya da romanı bitirip bundan sıyrıldığında, aslında farklı bir anlatı okuduğunu, bunun yeni bir dille yapılandırıldığını sezebiliyor. Faruk Duman, onca seferden sonra asıl sıçramayı Sencer ile Yusufçuk’ta yaparken romanda buna koşut gelişmenin İncir Tarihi’yle başladığı söylenebilir. Sonra da romanda o doruk: Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur. Faruk, andığım yapıtların hiçbirinde orta malı söyleyişe, ham halde iletişimsel ya da kullanmalık dile yaslanmıyor. Tersine bir yazıncıya yakışacak tutumla bu tür kullanımlar içinden çekip çıkardığı her sözcüğü işleyerek bunları kendi anlatısının çeki taşlarına dönüştürüyor ağır bir işçilikle. 26 E Y L Ü L