Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Münir Göker’den ‘Bedia’ Kuşağım yetmişe geldi, biri de Münir Göker Bedia, bir dönem öyküsü. İzmit’i bile Anadolu sayan nazlı İstanbul kızlarının gerçek Anadolu ve değerleriyle ile karşılaşmasının fonunda değişen Türkiye anlatılıyor. Göker bu değişimi, annesinin değişen yaşamıyla eşleştirerek anlatıyor. r Sennur SEZER en 1960 Kuşağı denilen kuşaktanım yani yaşı yetmişle yetmiş beş arasında olanlardan. Elbet bu kuşak epey telefat verdi. Özellikle kanser denilen çağdaş hastalık 12 Mart, 12 Eylül döneminde kırdı geçirdi: Altan Küçükyalçın’a hâlâ yanarım. Kalanların da hesabını darbeler halletti. Abdülkadir Bulut gibi pırıl pırıl bir arkadaşımızı da garip bir kaza kopardı aramızdan. Neyse kalanımıza gençler nasıl bakıyor bilmiyorum, her halde “yaş yetmiş”i uygun bir biçimde tamamlıyordurlar. (Bu tarife elbet Ataol Behramoğlu gibi herdem taze ve genç arkadaşlarımızı katmıyorum). Benim kuşağın yetiştiği yıllarda sanat özellikle edebiyat muteber yani saygın ve seçkin bir uğraş sayılırdı. Bu yüzden olmalı sanata bulaşmamak adeta ayıp sayılırdı. Koskoca tıp profesörleri tiyatro yapar, usta karikatüristler karikatürle yetinmez, gençler tiyatro kulüpleri kurar, şiir günleri düzenler salonları doldururdu. Bunu vaktiyle yapanlar yoruldu caydı. Örnek vereyim Tuncel Kurtiz öykü yazarıydı, tiyatro galip geldi. Yazı aşkını sürdürenler ağır aksak sürdürdü: Komet şiir yazıyordu, hâlâ yazıyor. Müjdat Gezen profesyonelliğine yazıyı ekleyeli epeydir. Ali Poyrazoğlu çevirmendi zaten, yazdığı anılar, piyesler doğal. Yaman Tüzcet de anılarını yazdı. Böyle bir şeye hevesli görünmeyenler de sonradan sonradan bu işlerle uğraşmaya başladı. Mesela Avukat Münir Göker. İnce, yüzüne bakılır, yakışıklıdan çok güzel denilen bir delikanlıydı. (Lakabının Bambino olduğunu söylersem tipini anlayabilirsiniz.) Vakko’da mankenlik yaptı bir ara. Galiba bir filmde de (başrol) oynadı. O zaman diziler ve televizyon olmadığından meşhur olmadı. Hukuku bitirdi. Söylemesi ayıp bizim kuşağın Avrupa görmüşlerindendir. Paris’te avarelik ettiği kişilerden Ressam Utku Varlık onu şöyle tanıtır: S A Y F A 1 4 n 2 5 “Demek Münir’i tanımıyorsunuz! Ben yine açıklayayım; biraz Efruz Bey, biraz da Oblomof, insan insana bakarak yaşlanır. Biz de öyle, anılar ve yaşanmışlıklar kendi aktörleriyle belleğimizin yüzeyine çıktığında; Çiçek Pasajı “Bayram” da masaya vurur ama hüzünle değil; güleriz Umbor Mehmet’e, Topal Sadi’ye, bizim kuşağın insan manzaralarına! ” ‘YENİKAPI HİKÂYELERİ’ Münir Göker ilk kitabı “Yenikapı Hikâyeleri”nde bu arkadaşları yazdı. Türkiye İşçi Partisi’nin ciddi bir militanı olan Umbor da, babasıyla Çarşı’da çalışmak zorunda olan Sadi de benim sevdiğim insanlardı. Gencecik gittiler. Kendisini bir söyleşide şöyle çizer: “Boğazdaki yalısında Kemanla Mozart,Vivaldi,Schubert çalan İstanbul aristokratı annem Bedia Hanım ( Rita Haywort’a benzerdi), kemanla hiç ilgisi olmayan Karadeniz yakışıklısı babam’a âşık olmuş. 1938’lerin romansı ile evlenmişler. Harp yıllarında ben dünyaya gelmişim. Annem kemandankemençeye gitmenin gereği, babamın hakimliği nedeniyle yıllarca Karadeniz’de dolaşmışız. 1958’de İstanbul’a geldik. Vefa Lisesi’nden sonra, Beyoğlu Atatürk Lisesi ve Hukuk Fakültesi. Devlet memuru babamın tayini; Üniversiteye gelinceye kadar onlarca lise ve ortaokulda ve bir o kadar hocada okutmaya zorladı beni. Hep evden ayrı; hala, teyze, dayı evlerinde misafir öğrenci olarak eğitimi tamamladım. Üniversite yıllarında ise senin bohem dediğin benim ise kendini kanıtlama yaşantısı diye gördüğüm şiir, şarap, leblebi ve Yenikapı’da Tango Bıyık günleri başladı.” Tango Bıyık Bilakis, bir öğrenci grubunun Yenikapı Kayalıkları’nda hamur tahtalarıyla ortalık kararınca açtığı (içkili) bir mekândı. O zaman herkes elinden geldiğince katkıda bulunurdu. Ben soğan kalabalığını makul gösteren çoban salatası yapmayı orda talim ettim. Teo, Altay Direk yönetimde hatırladığım adlar. Münir Erdoğan’ın (Gıdasız) da orada olduğunu söylüyor. Doğrudur. Münir Göker’in yolu Ticaret Odası’na düşmüş ordan bursla Paris ve boheme geri dönüş. Utku Varlık, Komet, Mehmet Güleryüz, Hilda Yosmayan, Alaatin Aksoy... 2 0 1 3 B Münir Göker, ilk kitabıyla yetinmedi. Yeni kitabının adı Bedia. Ben bu tür anlatılara “anı” diyorum. Münir bunu kabul etmez, ne yazdığını bana (biraz da öfkeyle) şöyle anlatır: “Anı yaşananları olduğu gibi anlatmaktır. Sinemada buna Kino Glaz (Sinema Göz) diyorlar. Yani gerçeği olduğu gibi görüntülemek. Bunu yapan yazarlar var. İsim vermek istemiyorum. Daha çok politik anılarını anlatanlar. Anı yazanlar örneğin Afrika’da, Galatasaray Lisesi’nde ( Mektebi Sultani), Paris’de yaşadıkları anıları, anılardaki ünlü insanları birazda dedikodu yaparak yazıp çiziyorlar. Ben ise Yenikapı’da kimsenin tanımadığı birkaçı hariç medyada hiç yer almayan o güzel insanları, yaşanmış anılarla kendime göre değiştirerek, biraz şiir, biraz romans, hüzün, dostluk katarak hikâyelere dönüştürdüm. Steinbeck’in Yukarı Mahalle’sindeki Danny, Pablo, Pilon, Jesus Maria gibi sıradan, ama adam gibi adam olan bu marjinal insanların hikâyesini yazdım. Ya da büyük Usta Orhan Kemal veya Sait Faik gibi. Yani bu insanlarla, dostlarımla, arkadaşlarımla 19641970 yılları arasında yaşadıklarımı derinlik katarak, kendime göre değiştirerek yazdım. Bu hikâye oluyor işte. Yani Jack London gibi, O. Henry gibi, Panait Istratı gibi. Tabi onlar büyük usta. Himalayalar gibi. Ancak küçük tepeler de onların rüzgârını, esintisini alabilir. Bu büyük ustalar yaşadıkları çağı yazdılar. Ancak kendilerine göre değiştirmiş ve derinlik katmışlardır. Örneğin Panait Istrati’nin “Arkadaş” hikâyesi. Ben bunu yapmaya çalıştım”. KİTABIN KAPAĞI... Bedia’nın kapağı da Utku Varlık’ın: “Kitabın ana hikâyesi ‘Bedia’, annesinin anısına bir gönderi; kitaba dönüşümü söz konusu olduğunda benden istediği kapak resmine, o yalıdaki kadını düşünerek, eski yıllarda yaptığım bir deseni; hayali bir kadın portresini yolladım. Gelen yanıt : “...bu portre annem değil! Birden kan başıma çıktı “ Ne annen değil mi! Kardeşim burada sinema afişi yapmıyoruz, annen de desen de virtuel (sanal)”. Kimdir bu Bedia: “Bedia, naif, kibar, İstanbul burjuva kesiminde, konsolos davetleri içinde büyümüştü. İçinde hizmetçilerin, piyano ve kemanın bulunduğu, Boğaz’da ahşap bir yalıda otururdu. (...) Devrimler yeni yeni oturuyordu. Bedia büyük önderin, Gazi’nin ölümünü ve Dolmabahçe Sarayı’ndaki töreni anlatırdı: “Refik Amcam, yalıdan özel motorla karşıya götürdü bizi. Dolmabahçe tıklım tıklımdı. Genci, ihtiyarı, öğrencisi, askeri, işçisi, memuru herkes yürekten ağlıyor. Görülmemiş bir elem, üzüntü ve hüzün vardı her yanda. Havada elle hissedilecek kadar yoğun bir yalnızlık hissi. Büyük önder bizim kuşağın içini ısıtmıştı. Ona hafifçe el salladım. Gözlerim buğulandı. Resimlerdeki o genç kızlardan biri de bendim…” Bunları yıllar sonra Giresun’daki Rumlardan kalma köşkte, ilkokul çağına henüz başlamışken annemin sıcak dizinde dinliyordum. Başımı okşayarak kemandankemençeye gitmenin yalnızlığı ve düş kırıklığının hüznü ile hikâyesini anlatmaya başladı: “Oğul, oğul, güzel oğul! Uzun kirpikli oğul! Benim hikâyem böyle başlar…” Bu anlatı üzerine düşünmeden edemiyor insan, Türkiye ve bu gençlik nasıl bu hale geldi, getirildi ve içlerini ısıtan bir şey kaldı mı acaba diye?” Bedia, bir dönem öyküsü. İzmit’i bile Anadolu sayan nazlı İstanbul kızlarının gerçek Anadolu ve değerleriyle ile karşılaşmasının fonunda değişen Türkiye anlatılıyor. Değişen Türkiye’yi annesinin değişen yaşamıyla eşleştirerek “kemandan kemençeye/ çok seslilikten tek sesliliğe” benzetmelerini yapan Göker okurlarına kitabına sahip çıkmaları çağrısını da yapıyor. n Bedia/ Münir Göker/ Cinius Yayınları/ 272 s. Ressam Utku Varlık Münir Göker’i şöyle tanıtıyor: “Demek Münir’i tanımıyorsunuz! Ben yine açıklayayım; biraz Efruz Bey, biraz da Oblomof... Aşağıda Münir Göker Utku Varlık ile birlikte. T E M M U Z C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 1223