Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? yanın hiçbir devletinde hiçbir insan, böyle bir Güney Almanyalı köylü gibi dolgun deneyime sahip olamaz.” Brecht, “Kızıl Ordu’nun bir zamanlar yönetimi ele geçirdiği yerde yaşamın düzgün olduğu sanısını yaratmaya yönelik duyarlı tınıyı propaganda aracına” dönüştürür. Ayrıca, “gerçekleşmiş gibi gösterilen insancılığın tutunabileceği hakiki hiçbir şey olmadığı için”, Brecht’in tonu/sesi “geri getirilemez şekilde geçmişte kalan, eskimiş ilişkilerin yansıması” niteliği kazanır. “Auschwitz’den sonra artık şiir yazmak barbarlıktır” tümcesinin etkisini zayıflatmak istemediğini belirten Adorno’nun söyleyişiyle, burada “olumsuz olarak dile getirilen şey, angaje edebiyatı ruhlandıran itkidir.” Bu bağlamda “Mezarsız Ölüler”den (Morts sans sepulture) çıkan kişinin sorusu şudur: “İnsan bedenindeki kemikleri paramparça edene değin vuran kişi olduğu sürece, yaşamanın bir anlamı var mıdır?” Bu soru sanata veya edebiyata şöyle uyarlanabilir: “Toplumsal gerilemenin buyruğuyla angaje sanat kavramındaki gerileme var olduğu sürece, sanat olabilir mi?” hakikat önünde direnemeyen sanat, kurbanlar söz konusu olunca “yol değiştirmektedir.” Dahası “umutsuzluk sesi, melun olumlamaya bedel ödemektedir.” ANGAJE EDEBİYAT, SOYKIRIMI BİR KÜLTÜR VARLIĞINA DÖNÜŞTÜRMEKTEDİR Bunun sonucu olarak düşük nitelikli yapıtlar, Adorno’nun nitelemesiyle, “geçmişle yüzleşmenin bir parçası olarak istekle yutulmaktadır.” Soykırım, “angaje edebiyatta kültür varlığına dönüşmek suretiyle, öldürümü doğuran kültür içinde hâlâ bir rol oynayabilmektedir.” Bu edebiyat “özellikle uç durumlarda insancıl olanın serpilip geliştiğini” açıklamaktadır. Buradan da “sınır durumlarında ortaya çıkan vahşetin insana özgülüğünü olumlayan karanlık bir metafizik” gelişmektedir. Bu özgün “iklim” içinde “cellatlar ile kurbanlar arasındaki fark” belirsizleşmekte, hatta yok olmaktadır; çünkü “her ikisi de aynı ölçüde hiçlik olasılığı” içine sokulmaktadır. Bu da çoğunlukla “cellatların” işine gelmektedir. Söz konusu karanlık metafiziğin yandaşları, 1933’ten önce olduğu gibi, “sanki isyan ettikleri şeyin suçlusu yazarlarmış gibi, yaşamın iğrençleştirilmesine ve sanatsal bakımdan aşağılaşmasına” karşı çıkmaktadırlar. Adorno, Almanya’da rastlanan bu “düşünce alışkanlığını” örneklendirmek için, Picasso’yu atölyesinde ziyaret eden “işgalci bir Alman subay” ile Picasso arasında geçtiğini varsaydığı şu küçük diyaloğa yer verir: İşgalci Alman subay, Guernica tablosu önünde ünlü ressama sorar: “Siz mi yaptınız bunu?” Picasso’nun yanıtı: “Hayır, siz!” Adorno’nun bu sözlerden sonra yer alan belirlemesiyle, “aynı bu tablo gibi, özerk sanat yapıtları da görgün gerçekliği kesinlikle yok sayarlar; yıkıcı gerçekliği, salt olanı, salt varoluş olarak suçu sürekli yineleyen şeyi yıkarlar.” Adorno’nun değerlendirmesi uyarınca, Sartre, bu bağlamda sanat yapıtının özerkliğiyle “sanat yapıtına içkinleştirilmemiş”, sadece “gerçeklik” karşısında sanat yapıtının ‘gestus’ olan bir “isteme” arasındaki bağıntıyı görmüştür. Sartre, Adorno’nun aktarımıyla, şunları yazmıştır: “Sanat yapıtı bir amaç gütmez; bu noktada Kant ile aynı görüşteyiz”; ancak sanat yapıtının kendisi, Sartre’a göre, “zaten bir amaçtır”. Kant’ın anlatımı “her tablodan, her heykelden, her kitaptan çıkan çağrıyı” göz önünde tutmamıştır. Adorno, bu belirlemeye sadece şu eklemeyi yapar: “Bu çağrı, edebiyatın konusal angajmanıyla kırık bir ilişki içinde değildir.” Yapıtların “pazara uymaya ve aşınmaya direnen ödünsüz özerkliği, elde olmadan saldırıya dönüşür.” Öte yandan söz konusu saldırı, sanat yapıtlarının “kendisine bağımlılaşmamasını affetmeyen dünyaya karşı soyut, değişmez bir davranış tarzı değildir.” Sanat yapıtlarının “görgün gerçeklik” ile aralarına “mesafe koymaları”, kendi içinde o görgün gerçeklik tarafından “dolayımlanır.” ? 4 NİSAN 2013 ? SAYFA 19 EDEBİYAT, SİNİZME TESLİM OLMAMALIDIR Bununla birlikte, Enzensberger’in yanıtıyla, özerk bir sanatsal yaratım alanı olan edebiyat, insanın insanlaşması için, asıl olarak “bu hükme dayanmalıdır.” Bir başka deyişle, edebiyat “Auschwitz’den sonra salt varlığı yoluyla kendini sinizme/pişkinliğe teslim etmemelidir.” Edebiyatın kendi durumu “çelişkilidir”; bu da “insanların edebiyata karşı nasıl davrandıkları” ile ilgili değildir. Öte yandan, “gerçek acı, unutmaya göz yummaz.” Hegel’in sözüyle, “acılar, bunları yasaklayan sanatın sürekliliğini” sağlar. Acı çekme, edebiyatın dışında “hemen hiçbir yerde kendi öz sesini, bunu hemen açığa vurmayan teselliyi bulamaz.” Çağın en önemli sanatçıları bu “ilkeyi” izlemiş ve sanatsal yaratımına yansıtmıştır. Bunların yapıtlarının “uzlaşmaz radikalizmi, umarsız kurbanlara yazılan şiirleri var eden korkunç gücü” vermektedir. Fakat “Varşova’yı yaşayan” bir yazıncı bile “özerk sanatsal biçimlendirimin cehenneme değin yükseltilen bağımlılık içinde, desteksiz şekilde kendisini teslim ettiği çıkmazda” kalmaktadır. Bu bağlamda sanat yapıtları, Adorno’nun belirlemesiyle, “onları katleden dünyanın önüne yem olarak atılmaktadır.” Unutmamak gerekir: “Tüfek dipçikleriyle sakat bırakılan insanların çıplak bedensel acılarının sanatsal anlatımı”, aynı zamanda “bundan haz çıkarma” gizil gücünü de içinde barındırır. Bunu bir an bile “unutmamayı” sanata buyuran ahlak, “karşıtının derin uçurumuna” yuvarlanmaktadır. Estetik biçemselleştirme ilkesi sayesinde “bütünüyle düşünülmeyen yazgı, sanki herhangi bir anlama sahip olmuş gibi” ortaya çıkmakta; “güzelleştirilmekte, vahşet azaltılmaktadır.” Sadece bununla bile “kurbanlara haksızlık yapılmaktadır”; CUMHURİYET KİTAP SAYI 1207