03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? lardır çünkü o yazarları yok etseler de yazı kalır. Nobel Edebiyat Ödülü hakkında neler düşünüyorsunuz? Nobel ödülünü Batılı bir ödül, diye aşağılamak saçmalıktır. Tıpkı roman sanatı gibi bugün hayatımızın içinde olan birçok kavram, düşünce ve icat da Batı uygarlığının bir ürünüdür. Elbette her kültür gibi bizim de kendi değerlerimiz, geçmişi sağlam, köklü bir şiir geleneğimiz vardır. Ancak hayat gerçekler üzerine kuruludur ve sadece akla karayla değil, birçok rengin ortaklığı ve ahengiyle devam eder. Bir insanı veya kavramı değerlendirirken duygusal davranmak ciddi ve akıllı bir tavır değildir. Ödülü kazanıp da reddeden Sartre gibi tavır koymak ve Nobel’in ölümcül icadını eleştirmek harikadır ama Nobel’e Batılı diye karşı çıkmak, çocuksudur! Demokrasi, anayasa, insan hak ve özgürlükleri, tekeşlilik gibi kavramlar da Batı’dan yayılmıştır. Düşünce ve araştırma özgürlüğü olan yabancı ortamlarda çalışan Türklerin yurtdışı başarılarını duysak da Türkiye’de henüz ne bilim ne de sosyal bilimde bir Nobel ödülü alacak özgün çalışma üretilmesine olanak verilmediği için Nobel deyince edebiyat ödülü üzerinde konuşmamız gerekiyor. Nobel ödülü, yazarın anadilinde geliştirdiği dil ve söz sanatıyla ilişkisi nedeniyle dolaylı olarak o dili de ilgilendirir. Nobel ödülü alan yazar için bunun bir yandan da büyük bir yük anlamına geldiği, pek konuşulmaz. Çünkü yazarın Nobel’den sonra ne yazacağını artık bütün dünya merak etmektedir ve doğal olarak baskı yaratır. Önceden başarısızlıkları yerel kalan ya? yana anlatması!” “Daha zoru da şu: Kendine anlatması...” (S. 49) Ve “Boşa çiğnenmiş karanfil kokuyor şimdi Türkiye.” (S. 56) Esintiyle birlikte giden umutların Türkiye’si. Çünkü, kargamartı meselindeki (s. 72/73) karga kadar olamayan insanlar. Karganın akıl ettiğini, akıl edemeyen martılar... “Hele adam asmaca oynayanlar. etiği başkasına çektirenler hele... Türküsü güzel solcular, solu bölüşemeyen. Hele yeşil kuşak. Bunlar niye hep para topluyor diye düşünülemedi. “Camiye bir tuğla!” diye diye geçmedi mi ömürleri, niye?.. Kim diyecek: “Göremedik ökseyi...”” (S. 78) Ve: “Gelecek günlere yazık oldu şimdiden.” (S. 76) Ve yaşamı böyle boşuna yeyip yuttuk: “Geç kalacak bir yere yetişecekmiş gibi koşturuyordu günler.”(S. 87) İnançları, duyguları sömürenler, akıldan şeytan görmüş gibi kaçarlar. Onların şeytanı, gözü açlık, gönlü açlıktır. Ama bir de kalmışsa, içlerindeki vicdan kırıntısını (Allah korkusunu) atlatmaktır: “İlle sana sadaka verecek! Niye?.. Çünkü bir de sevaba girecek. Kurnaz: Sana sadaka verecek durumu olsun istiyor.” (S. 93) “Takiye yapmayı bilen utanma bilir mi?..”(S. 110) zara, ödülden sonra yönelen kıskanç ve acımasız bakışların sayısı da artar! Türkiye’nin 2006 yılında aldığı Nobel ödülünün ülke yazarlarımızın ve diliminiz tanıtımına katkıları olduğunu düşünüyor musunuz? KİŞİSEL TERCİH Türkçe yüksek bir edebiyat ve felsefe dilidir. Teknoloji ve bilim üretemediğimiz için o iki alanda maalesef kısır kalmıştır. Biz Türkçenin olağanüstü metafor zengini ve çok derinlikli bir dil olduğunu Türkçe yazan yazarlar olarak biliyoruz fakat Batı bunu bilmiyordu. Nobel edebiyat ödülünü Türkçe yazan bir yazar almadan önce katıldığım uluslararası edebiyat ve sanat etkinliklerinde bana: ‘Kiril mi, yoksa Arap alfabesiyle mi yazıyorsunuz?’ diye soranlar bile oluyordu. Evet şimdi de 1000 yıl önce kullandığımız Uygur alfabesiyle değil, Latin alfabesiyle yazıyoruz ama benim söylemek istediğim, alfabeler konusu değil, dünya şimdi ne yaptığımızı biliyor! Bu biraz da Nobel Edebiyat Ödülü’nden sonra Türkçenin bizim bildiğimiz yüksek felsefe edebiyat yapılabilirliğinin (malumun) ilanıyla olmuştur. Dolayısıyla aynı dilde yazan bir yazar olarak benim için Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasının dil açısından önemi vardır. Pamuk’un romanlarını sevip sevmemek tamamen kişisel bir tercihtir ve edebiyat da sonunda bir sanattır. Sık sık yabancı yazar ve yayıncılarla karşılaşma şansı olan bir yazar olarak, bu ödül edebiyatımızın daha yakından tanınmasına ve ilgiye yol açmıştır, diyebilirim. ? toplumsaldır. Bu eski yapıtlarında da hep böyle olmuş, ama bazı kişiler yanlış okumuştur. Çocukken geçirdiği bir kazadan sonra sırtında oluşan kambur, yapıtlarında hep toplumsal kamburlarımızın iğretilemesi olmuştur. İşte bu son romanda dile gelen iki kambur daha: “Hâlâ kuş uçmuyor yakılmış köylerin oradan.” (S. 98) “Kentin o hep eşsiz diye anılan – Topkapı, Ayasofya, Sultanahmet – görünümünde, minareler arasında yükseliyor gökdelenlerin pek duyarlı kentsel dönüşümü.” (S. 112) Eskimiş, pas tutmuş, kağşamış olsa da umut, sonunda yine de umutsuz değil anlatan ben. Çünkü “Bir mucizedir dünyaya gelmiş olmak!” (S. 121) Ve bu muziceye insanın ödemesi gereken bir değer vardır: sevgi. “Üç gün ömrüm olsun da ben diyeyim ki: “Seni sevdim!” “Tamam, şimdi öleyim.” (S. 122) Anlatan ben’in içinde, sevdim, seviyorum, diyeceği günlerin umudu zaman zaman pörsür, solar, ama hiç yitmez. Bu umut, hepimizin sevip sevineceği günlerin beklentisidir. Ama, bu topraklara kara öküz kadar yararımız olması koşuluyla. Umudu gerçeğe dönüştürecek bizden başkası yok. Necati Tosuner, ellinci sanat yılını “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!” romanıyla taçlandırdı. Daha nice yıllara, nice yeni güzel yapıtlara, sevgili Necati Tosuner! ? TOPLUMSAL DERT... Görüldüğü gibi, yaşamı dil ibrişimiyle oya oya işlerken, derdi kişisel değil, Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı/ Necati Tosuner/ İş Bankası Yayınları, İstanbul 2013/ 122 s. 14 MART 2013 ? SAYFA 15 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1204
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle