23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K Y ıl içinde yayımlanan roman sayısı yüzlerle ifade ediliyor artık günümüzde. Bunlar arasında ilk romanlar sayıca azımsanmayacak paya sahip. “Kitaplar Adası”na konuk aldıklarım, ulaşabildiklerim yalnızca… Kendileri gönderiyor ya da rastlantıyla masama gelip konuyor da öyle haberim oluyor… Peki, alana katılan yüzlerce addan her birine “romancı” denebilir mi? Bunun peşine şöylesi bir soruyu da takalım hemen: “Romancı” demezsek ne diyeceğiz onlara? itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ROMANCILARIMIZ ARASINDA7 Elde fener romancı aramak... yeniyetmelerle, delikanlılarla kim ilgilenecek? Anne babalar mı yoksa yazıncılar mı? İLK ROMANLARA YER AÇMAK... Süreğenlik içinde ilk romanlara, öteki türlerin “ilk”lerine yer açışım, şuracıkta söyleyivereyim, taşıdığım sorumluluk duygusundan kaynaklanıyor… Bu, beni ilgilendiren yanı işin. Duyduğum sorumluluğu yerine getirmeye çabalıyorum bilinçle. Haa, ilk romanlar, ilk öykü kitapları üzerine yazdıklarıma, andığım kitapların yazarları başlarını bile çevirmezmiş, bu onların sorunu, ben görevimi gereğince yapıyor muyum, önemli olan bu… Ancak ilk kitaplara bile yetişemezken ben, bir bakıyorum arka arkaya yayımladıkları ikinci, üçüncü romanlarıyla uzun kuyruklar oluşturuyor yazarlar… Elbet yazarlar yazmalı, ama yayımlamaya geldiğinde iş, yaşanan ilk yangının ardından bunu soğutup eleştirel aklı göreve çağırmak daha doğru olmaz mı? Kadın romancılarımızla başlamıştım diziye, yine onlarla sürdüreyim… Asuman Bayrak’tan Kayıp Taşlar (Ayrıntı, 2012), Deniz Başıbüyük’ten Leblebi (Yitik Ülke, 2011). Alın işte ilk romanlarıyla iki kadın yazar daha size… ASUMAN BAYRAK: “KAYIP TAŞLAR”... Kayıp Taşlar, genelde kadın yazarların izinde görünen, ağırlıklı olarak kadın sorununun odağa alındığı bir roman. Ne ki her yazarın bir yoğurt yiyişi oluyor. Asuman Bayrak da bu ilk romanını, bilinemez çağlara çevirip bir AdemHavva anlatısına dayanıyor belki ama yapıtını kadının toplumsal yaşam içindeki yerine özgülüyor yine de. Bu çerçevede erkek kardeşler KâbilHabil ile kız kardeşler AklimaLebuda ilişkisine, insanoğulları arasında cinsiyet farklılığının yol açtığı davranışa, tutuma, Tanrı ile cinsiyet bağına, törel değerler oluşumuyla böylesi bir evrende ilk cinayete yer açıp, bunu deşerek belki çok geniş bir yansıtım getiriyor. Bunları işlerken günümüz gerçekliği bağını göz önünde tutuyor sürekli yazar. Böylece dinsel temeldeki HabilKâbil söylenini yeniden kurup yapılandırırken uzak bir bakışla, dönüştürülmüş halde günümüz ilişkilerini de bu omurga üzerine yerleştiriyor. Toplumsal ilişkiler ağı işleyişini öne çıkarmıyor belki, ancak tüm değerleri, başta da dişillikerillik bağlamında Tanrı kavramını anlatısına katarak doğrusu dikkat çekmeyi de başarıyor. Çünkü bilinen bir öyküye yaslanıp buna dayalı bilinmezler eşliğinde farklı açılımlar sağlamak, bunu büyük soyutlayım, dönüştürüm gereci yapmak az iş değil. İşin salt bu yanı bile önemli bana sorulursa… Bu açıdan bakıldığında başarılı bir roman Kayıp Taşlar. Bayrak, iki kız kardeşin ağzından aktardığı birinci, üçüncü bölümlerde özöyküsel anlatımı yeğlerken ara bölümü ilk yedi gün temelinde elöyküsel anlatımla kuruyor. Roman, bu üç farklı bölüm aracılığıyla farklı duygudurumlara taşıyor okuru. Sözgelimi ilk bölümde Alkmina, Havva’ya yönelttiği sorularla geliştirirken anlatısını, ikinci bölümde Ademoğullarını yorumlayıp bütünlemeye olanak tanıyan vişliği”ni anlatmaya çabalıyor denebilir. Hayranlık, aşk duyulan babanın Çorum leblebisi halince ürettiği Anadolu erenliği değerlerinin yanında kanserle boğuşurken an an ölüme gidişi üzerine anlatıcı kızın isyanumut notları biçiminde de okunabilir roman. Babanın gazeteci Ömer Başıbüyük (19422009) olduğunu çıkarmak zor değil. Ne ki yazar, yaşamsal gereçlerden yararlanırken “belgesel roman”ın sınırları içine hapsetmiyor kendini. Elöyküsel anlatıma dayansa da anlatıcı konumundaki Maya’ya göre Ömer’in “gizli kahraman”lığı bu Anadolu erenliğinden gelir. Kaldı ki o, “bir çizgi kahraman değil, bir gizli kahramandır.” (121) Bunun gibi “[f]ark yaratmak için gösterişe ihtiyaç duyulmadığını bilen” (194), alçakgönüllü “leblebi” olarak yaşayan pek çok kahramanı vardır Anadolu’nun. Maya’nın Ömer’i, sanal bir “Gizli Kahramanlar” kitabının kahramanı yapışı hoş çevrintiler yayıyor elbette. Ancak kimileyin bir melodram havası esintisi de sergilemiyor değil… Deniz Başıbüyük’ün, herhangi yazarlık deneyimi bulunmadığı, metin oluşturmada dikkat etmesi gereken temel bilgileri henüz içselleştirmediği görülebiliyor. Sözgelimi soyutlayıma, dönüştürüme dönük bunca çabasına karşın sözcükleri yerleştirmede gereken özene sahip değil yazar. Buna, ayrı yazılması gereken “de”lerle “da”lar da ekleniyor. Hadi yazar bunu yapmamış, yayınevi neden düzeltmiyor bunları? Sonra anlatıya bir kez girip çıkacak kişilere romanlarda ad vermekten kaçınmak gerekmez mi? Çünkü ad verilen kişinin Çehov’un duvardaki tüfek örneğinde olduğu gibi ilerleyen sayfalarda önümüze yeniden çıkması neredeyse kesindir. Değilse eğer, yazar, adını da belirterek niye ansın onu? Oysa Başıbüyük, bu şekilde azımsanmayacak ad anıyor, sonrasında bir kez bile dönmediği. Hatta köpek adlarına bile yer açıyor. Romanda temel karakterlere dönük adlarla ilgili başarılı oyunlar kuran bir yazar bunu kendine yakıştırmamalı… Sonra işlevsiz, yığma ya da dolgu olarak nitelendirilen ayrıntılar takatuka odasına doldurulurcasına gelişigüzel metne alınmamalı. Bu doğrultuda bir iki yığma, dolgu ayrıntının, durumu, ortamı, kişiyi, ilişkileri vb. destekleyip beslemeye yeteceği, fazlasının anlatıda kusmaya, bıkkınlığa yol açıp okuru romandan koparabileceği unutulmamalı. Yine de her ilk roman kendi yolunu bulup okura ulaşsın diye yazılıyor. Yazarlar anne babalarını sevindirsin diye değil. Kaldı ki bir ilk kitap yazarının gönderdiği iletiye bakılacak olursa; anne babalar da pek ilgi göstermiyor kızlarıyla oğullarının yazdıklarına… Oysa roman beğenisini geliştirmenin yolu okumaktan geçiyor, yalnız okumaktan. İşte iki kadın yazarımızdan birer ilk roman size… “Romancılarımız Arasında” ara başlığı altında sürdürdüğüm bu yazılara yakın zamanda yeniden döneceğim. Ama “Öykücülerimiz Arasında” diyerek yeni bir ara başlık açarsam bıkkınlık göstermezsiniz umarım… Ee 14 Şubat, Dünya Öykü Günü… O halde fenerlerinizi hazırlayın, biraz da öykücü arayalım okuma adamızda… ? Sinoplu yurttaşımız Diyojen, elde fener insan arıyordu ya, bu tür davranışları çoğaltmak olanaklı. Sözgelimi elde fener romancı da aranabilir buna göre… Sayıları nereye varmış görünürse görünsün, dünyanın her köşesinde romancı aramak olası. Yalnız romancı da değil; şair, öykücü, denemeci, öteki sanatların insanları da aranabilir pekâlâ… “Romancılarımız Arasında” diye ara başlık atıp, bir çalım yol aldıktan sonra yelkenleri suya indirmiş halde, fener elde yüz geri romancı aramamaya mı kalkıyorum şimdi de? Sözü tam da buraya getireyim istiyorum… Kendi payıma kayıt tutuyor değilim ancak yıl içinde yayımlanan roman sayısı yüzlerle ifade ediliyor artık günümüzde. Bunlar arasında ilk romanlar sayıca azımsanmayacak paya sahip. “Kitaplar Adası”na konuk aldıklarım, ulaşabildiklerim yalnızca… Kendileri gönderiyor ya da rastlantıyla masama gelip konuyor da öyle haberim oluyor… Peki, alana katılan yüzlerce addan her birine “romancı” denebilir mi? Bunun peşine şöylesi bir soruyu da takalım hemen: “Romancı” demezsek ne diyeceğiz onlara? Ortada herhangi yayınevince yayımlanmış bir roman duruyorsa eğer, ne olarak niteleyeceksiniz yazarını? Söz konusu yayınevi, yazarı “romancı” diye sunduğuna göre? Bir “icazet” değil midir bu? Nitekim diploma da bununla benzerlik göstermez mi? Üniversitelerin ilgili fakültelerinde resim, müzik, sinema, tiyatro vb. okuyup diploma alanlar için de ressam, müzisyen, sinemacı, tiyatrocu vb. denmiyor mu? O halde bu gençleri de bir biçimde “resmi icazet” almış sayacağız. Romancılarımıza dönersek eğer, roman yazarı olduğu kuruntusuyla yaşayıp tamamlayabilir kişi ömrünü, kim itiraz edebilir buna? Ama öte yakadan bakıp da görebilir misiniz iminiz timiniz kalmış mı romancı olarak? Demek ki ölmeyi beklemek gerekiyor bu nitelemeyi hak edebilmek için. Acımasız gerçeği işin bu; “zaman” verecek yargıyı. Sınavı o yapıyor… İnsanın öte dünyaya götüremediği ün, övgü, para şu bu, kefenin bir yerlerine sıkıştırılamıyor belki ama insanın sanatı bu yakada kalabiliyor… Yüzlerce, binlerce yıla bile direnebiliyor sanat, taptaze, hiç eskimeden hepimize inat… Ancak bütün bunların yanında şöyle bir gerçeklik de yalın biçimde kendini duyuruyor: İlk romanlarıyla önümüze gelen bu ergenler, SAYFA 18 ? 7 ŞUBAT bir yaklaşım kendini gösteriyor. Olup bitenlerin saf kayıtçısı olarak Lebuda’nın ağzından dökülenler ise resmin bir başka yüzünü tamamlıyor. Sonuçta, Havva’nın deyişiyle “Dünya bir cennet oluyor bir cehennem”, günah ise “pusuya yatmış” kendilerini bekliyordur. Ama buna karşın “ [d]üzen kurmak için inanmak yeterli”dir. (91, 92) “Her şey yedi günde olup bitmişti”r zaten. (131) Ne var ki bu üç bölümün, yine de karakterize edilemeyen bir yaklaşımla yapılandırıldığı söylenebilir. Gerçekten de biz her üç bölümde de, en azından yapısal, dilsel bağlamda karakterize edilmiş bir farklılıkla karşılaşamıyoruz. Yazar, başlangıçtaki parlak soyutlayım, dönüştürüm düzeyini bir omurga düzleminde, kendi kopyalamasına dayalı kaydırmayla götürüyor çünkü. Verimleniş sürecinde romanın gereğince üzerine gidilmediği, böylesi bir roman için biçemsel açıdan işleyim ayrıntıları konusuna yoğunlaşılmadığı, görece şekillenmiş başarıyla yetinildiği söylenebilir. Nitekim yazar, usuna takılan ilk sözcüğü, istediği, aradığı tam da bu sözcükmüş gibi tümceye yerleştiriverişiyle enikonu düş kırıklığına yol açıyor. Örneğin “farzımuhal”… (79) Oysa yazarlık, işin başında sözcük seçimini zorunlu kılmaz mı? Anlamsallık kadar ezgisel tartımın, yanı sıra imgesel yansıtımın güzelliği de önem taşımaz mı? Bu nedenle anlatı ustalığı sergileyen kimi yazarlarda zaman zaman gözlenen zayıflıklara Asuman Bayrak’ta da rastlanıyor ne yazık ki… DENİZ BAŞIBÜYÜK: “LEBLEBİ”... Leblebi, bir ilk roman olmakla birlikte, yazarın biçemsel kaygılarını sezdiren anlatı izlenimi bırakıyor. Deniz Başıbüyük, işleyeceği gereci aile tarihi bağlamında romana dönüştüreceğinin bilincinde yazar tutumu sergiliyor. Roman evrenini üçlü sarmalla kuşatarak “Umut” başlığı altında baba Ömer’in hastalığına dönük arayışları, “Matem”de ölümüyle yaşanan alaborayı, “Ömer” başlığıyla da hem babayı hem de romana adını veren Çorum, Sandıklı, Tavşanlı, Tavas vb. yöreleri anımsatan “leblebi” dayanağından kalkıp görece “Anadolu der 2013 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1199
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle