22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ahmet Büke’nin öykü kitabı Ekmek ve Zeytin Kumrunun Gördüğü adlı kitabıyla 2011 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Ahmet Büke, iyi tanıdığı insanları, mahalle arasında olup biten günlük olayları yazıyor. Bu çevrelerin dilini, argosunu ustaca kullanıyor. Ekmek ve Zeytin, yazarın aynı bakış açısıyla yazdığı yeni öykülerin yer aldığı bir kitap. Ancak bu defa Büke, öykülerini çok daha geniş bir coğrafyaya açıyor. ? Ümit CİNGÖZ hmet Büke’nin Ekmek ve Zeytin’i “Bize ekmeği ve zeytini öğreten anneme” diyerek başlıyor. Anneler, tüm yoksulluklarda, önce ekmeğin ve zeytinin kıymetini öğretmişti kuşkusuz çocuklara. Oysa büyük büyük kentlerde yıllar önce bozulmuştu ekmekler. Köyler hariç. Ekmeğin beyazı daha beyazdı ama bozulmuştu bir kere. İlaçlı, katkı maddeli… Dışı sapsarı, içi apak… Memleket ne kadar aksa; ekmekler de o kadar aktı işte! Zeytinler yine eskisi gibi miydi? O da bozulmuş muydu ekmekler gibi. Boyalıydı onlar da kimyasal olanından. Ama yine de vazgeçilmezleriydi yoksul sofralarının. Ekmek de zeytin de. Açlığı, ekmekten daha güçlü kovabilecek ne vardı? Hele bir de yanında zeytin varsa… Büke insanlıklarını kendilerinden kovmuş ve bundan hiç mi hiç utanmamış insanları anlatıyor Ekmek ve Zeytin’de. DUYARSIZLIKLARIN ARASINDAN SIZAN IŞIK Kitap otuz öyküden oluşuyor. Öykülerin tamamına yakını iki ya da üç sayfa. Yazar, Ekmek ve Zeytin’de 20102012 arası yazmış olduğu öyküleri bir araya getirmiş. Bu yıllar arasındaki toplumsal duyarsızlıklarımızı, toplumsal sağırlıklarımızı da içine alıyor. Öykünün diliyle öykünün ve öykücünün duyarlığıyla. Yaşatılan ve yaşanan tüm cinnetlere rağmen… Ama bütün duyarsızlıkların arasından bir ışık parçası sızdırarak; küçükten de olsa insanlığımızı sezdirerek. İlk öykü, “Tanrı Bir Devlet Bir”de nakil aracında diri diri yanan beş mahkumun öyküsü anlatılıyor. Söz kadar basit ve kuru olmayan… Ateş kadar gerçek; tepkisizlik kadar soğuk… Yanan beş mahkuma, karıncalar inanamıyor karıncalıklarıyla; kartal inanmak istemiyor, tanık olduklarına. Kartal, kartallığından; karınca karıncalığından utanıyor. Ama insanın insanlığında tık yok. Sus pus basınıyla medyasıyla. Üç maymun bile oynanmıyor; şebekler boy gösteriyor ekranlarda. Ağızları, gözleri, kulakları kapalı… Bir kartallar, bir karınSAYFA 4 6 EYLÜL 2012 A calar utanıyor. Şaşırmıyoruz bile yaşanana! “Şöyle bir kartal var havada: Erkek istemiyorum. Tanrım ne büyükmüş zulmün. Bunca yağmuru ve suyu tutup ateşi salıvermelerin. Av istemiyorum, ekmek istemiyorum. Verdiğin gözleri de geri al. Bu zincirler yüzünden kaçamıyorum, verdiğin kanatları da geri al!” Oysa insanın kanatları yoktu ki uçabilsin kötülükler üzerinden; hafızası vardı, hiçbir şey olmamış gibi yaşayıverecek. Gözleri vardı bel bel bakacak. Elleri vardı, yüzünü kapatacak. Kanatları yoktu, güneşe yaklaşamıyordu o yüzden. Ayakları ve elleriyle karanlığın çamurda debelenip duruyordu yıllardır. “Nenem Buldu Beni”de mezardan çıkan kemiklerden torun seven bir çocuğun hikâyesini okuruz. Memleketin her yerinden toplu kemikler çıkarılırken. “Bu Karınca Gelecek”te yazar, kaçağa gidip gelemeyenleri, topuğunu sınırda kaybedenleri, gidip de kaçakta kalanları anlatır. Duyular, birbirinin yerini alır. Anne baba, yatağa çizilip sevilir yetim kimsesizliğiyle. Sonra kokuları toprağın bir karış altından çıkarılıp serpilir. Topukları soyulur, bir daha kaçağa gide mesinler, bir kez daha yetim bırakmasınlar diye: “Bu çocuk büyüyecek. Bu çocuk çiçek açacak. Bu kuş uçacak. O karıncayı yiyecek. O karıncayı yiyecek. Yuvaya haber gidecek. Bu çocuk büyüyecek.” ÇAĞIMIZIN İLKEL İNSANI Çağımızda ölümlerimiz de modernleşiyor artık. Koca koca, ışıl ışıl alışveriş merkezlerinde, bekâr odalarında ilkel ilkel yanıyor insanlar. Yalnızca yanmıyorlar, boğuluyorlar, devlet huzurunda göbek atmalısından. Şenlikli… Anneler bekler ölü ya da diri bir haber gelsin. Gelmez. Acı gelir. Anne acı biriktirir. Kemikleri de yoktur ki sevsin, bir araya getirsin. Acıya teslim olmuştur o da. Kokusu vardır, hiçbir zaman kaybolmayan. Sonra havan topu var öykülerde, serçeler var, asma var, paramparça yüz var, paramparça yüzü örten anne mektubu var, hiç kapanmayacak göz var, vücudunu arayan; ama Metin yok. Öyküsü var, buruk. Mendili var, kanlı. Sonra asker var, ipe dizdiği kulaklardan kaçamayan. Devrem, kaçamazsın kendinden işte! Gömlekleri delik çocuklar dikiliverirler işte öyle önüne. Mahallelinin tarihini bakkallar yazıyorsa; insanı da öykücüler yazıyormuş devrem! Derin devlete tanık olan ama tanıktan hoşlanmayan derin devletin öldürdüğü su mühendisi var. Burslarla okumuş, yemekhane fişleri ödenmiş, eğitilmiş, fidesi fidana dönmüş. Ama devletin bıçağı parçalamış yine de âdem elmasını. Sonra babacım, rüzgâr babacım, okumak tehlikeliydi o günlerde, şiir okumak suçtu, baskın sebebiydi. Hele hele memlekette poşu takmak bile suçtu ak günlerde. Parasız eğitim istemek suçların da suçuydu. Yatardın yıllarca. Parasız ne demek babacım, devlet düşmanlığının daniskasıydı. Devlet dediğin soyulur soğana çevrilirdi. İnsan kendi kendine iyi gelmiyordu işte kimi zaman! Doğum günleri kutlanır, neneyle, muhtarla, kuru nar gibi yağmurla. Gelemez baba Almanya’lardan. Muhtar tav olur neneye; ama varmaz nene, sahra topu gibi eri dururken. Neylesin devlet memuru mayışlı muhtarı! Zera, teslim etmez kendini kışın kara ellerine. Bahardır o. Bahar gibi inat ederek gelmiştir Smyra Birleşik Direniş Cephesi liderliğine; bahar gibi inat ederek de gidecektir mavilikler içinden. Tanrı insanları eşit yaratmadığı gibi enerjiyi de eşit dağıtmamıştır. İşsiz adamların kinetik enerjileri de yoktur üstelik. Enerji ne çocuğu ne babayı mutlu edebilirdi bu haliyle. Sadece anne zevk çıkarabilir kendine kinetik enerjiden. Baba ve çocuk üşürken sadece anne giderebilir iç sıkıntısını. Açlık giderilebiliyordu ekmekle de olsa; ama tokluk bir kere doymakla olmuyordu işte: “Avucumu açtım, son simit lokmam duruyor. Henüz yemedim onu. İnsan hiç son umudunu yer mi?” Tok yatınca yağmur bile işlemezmiş adama. Derviş’e de işlemez Derviş yoksuldur; ama gönlü Karun kadar zengindir. Pazarlarda taşıyıcılık eder. Ekmek parasını denk edince durur, fazlasında gözü yoktur paranın: “Bakkalların önünde gazete denkleri ve süt kasaları beklerken olmuş her şey. Çocuklar sağından soluna dönmüş sıcak yataklarında. Kumrular eğip kaldırmışlar başlarını. Çöp arabası durmuş aniden, fırında ekmek pişerken fısıldamasını kesmiş, büyük çınarın ağlaması donmuş bedeninde. Herkes her şey gökyüzüne bakmış. İşte o anda Allah ‘Ol!’ demiş.” Evrende manasız bir toz zerreciği bile havalanmıyormuş. Hanefi için de öyle. Şehre, kurt sürüleri inmiş nicedir. Memlekete de. Hanefi de kurtluktan düşmüş, kurt sürülerinin içine. İşkence odalarından, Türk bayraklarının arasından, Atatürk resimlerinin önünden, ölüm sorgusu soğukluğundan geçerek gitmiş soğuk ölüme. Yazarlık zor zanaat vesselam! Öyle ayakkabı çalarak yapılacak iş değil! Bu hayatta ne olacağına karar vermek öyle kolay mı? Hem ne yazacak hayata dair? Nesini yazacak hayatın? Yazmaz, kuyumcu olur. Aynı nehirde iki kere yıkanmazdı; ama aynı yere iki martı nasıl olur da sıçardı? Kadim bir muammaydı. Muamma olmayan işsiz kalmalarıydı üç kişinin. Olurdu böyle şeyler dünyada. Martıların aynı yere sıçmaları bilinmeyebilirdi. Evrende manasız bir toz zerreciği bile havalanmazken iki martının da aynı yere sıçmasının elbette bir sebepi muamması vardı? Kim bilir? Semahat Hanım, dünya daha lav lav üstündeyken yerle gök arasında, yoğurt çorbası ile göçmen böreği arasında bir yerlerdeymiş. Sonra işsiz kalmışmış birileri, kafalarında gökten zembille inen işsiz levhalarıyla. Hem evrende manasız bir toz zerreciği bile havalanmazmış. Dünya, utanıp kızarmıyordu yoksulluklardan, açlıktan; yoksullar utanıyordu dünyadan. Kimseler ölmüyordu şehirde. İnsanlar hayalden yaşıyorlardı ve kemik suyuna köpek de pişirilmiyordu. Allah’ın işi işte! Hep köpek beslenmez ya bahçede; fil de yetiştirilebilirdi. Sonra üç uyunurdu. Gidenlere ve bulutlara sezdirmeden… Tesadüfi bir yalnızlıkta, künt bir ağrı çekilirdi; karıncalar yıkılmış bir ormanı yeniden kurmaya çalışırken. Dünya anlaşmaya pek yanaşmazken… Yara yaraya benzedikçe kabuk tutarmış, işte o zaman insan insana iyi gelirmiş. Kitap bitermiş buruk bir tat bırakarak. Gamsızlığımızı dürterek… İnsanı hatırlatarak… Kumrular süzülürmüş öykülerin üzerinden. Seslerini bırakarak, gölgelerini düşürerek... ? Ekmek ve Zeytin/ Ahmet Büke/ Can Yayınları/ 136 s. Dün Ç ef 70 ve taraf olara nin b lemle mahk çıkar Çaka ? İd Ahmet Büke, Ekmek ve Zeytin’de 20102012 arası yazmış olduğu öyküleri bir araya getirmiş. si y Ç k samlı ar kişilik v rılmış o ker’e ait Vene los”un a ve bu is ranı ola Ramirez lahlı eyl taraftan devrimc uzaktan yaşlı göz rur duy en çok s Carlos. Kitap halkının yan ve t nında, b olarak t Carlos’u ve heyec rak dolu olacağım çıkarıyo damgas efsanesi la ele ala gizli ser arasında dünyan önüne s Carlo ve eğlen duyulm yapmış rev verm cin kalk militana cek bir ve yaşay kadar ro nınması turya’da 1975’te hil olara bakanla hüküme hazırlam rın her b kacağın dikkat ç R ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1177 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle