19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Y alnızca Vladimir ile Estragon’un değil, hepimizin, tekmil insanların bugün hâlâ “Godot’yu bekliyor” olması bile, Samuel Beckett’in, insan varoluşunun gizemini ve umarsızlığını ne denli gözüpek bir yaklaşımla ele almış, bize ne denli derinden duyumsatmış olduğunun kanıtı olsa gerek. Ben, ilk kez 1953’te Paris’teki küçük Thèâtre de Babylone’da sahnelenen “Godot’yu Beklerken”in, çok kısa bir süre sonra Muhsin Ertuğrul’un kurduğu Küçük Sahne’deki oynanışına yetişemedim. Ama Asaf Çiyiltepe’nin, 1963’te Ferit Edgü çevirisiyle Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sahnelediği “Godot”ya yetiştiğimi söyleyebilirim. O günlerden bu yana ülkemizde pek çok yapıtı çevrildi, oynandı Beckett’in. Pek çok yazı, inceleme kaleme alındı. Cumhuriyet’te iki haftada bir “Sahneden” yazılarını okuduğunuz Ayşegül Yüksel’in Samuel Beckett Tiyatrosu adlı kitabı ise, 1992’de yayımladığında kitap boyutundaki ilk Türkçe çalışmaydı. Bildiğim kadarıyla hâlâ da öyle. Düşünüyorum da, “Godot’yu Beklerken”, 1954’te Küçük Sahne’de ilk kez oynandığında, dönemin Demokrat Parti yönetimi tarafından bir süreliğine de olsa yasaklanmıştı; beklenenin, “komünizm” olduğu sanısıyla… Bugünlerde ise, AKP yönetiminin tiyatronun varlığını “düşman” saydığı bir dönemdeyiz… Kısa bir süre önce Habitus’tan 4. basımı yayımlandı Samuel Beckett Tiyatrosu’nun. Yüksel’in kitabı, yalnızca tiyatro öğrencilerinin değil, bugün tiyatronun varlığını korumak için uğraş veren, tiyatrosuz edemeyen tüm uygar insanların edinmesi gereken bir kitap. Bize Beckett’in tiyatrosunu açımlarken, özünde, tiyatronun onsuz edilemezliğini de anlatan bir kitap olduğu için… Ayşegül Yüksel, bu kitabı yazmasının başlıca nedeninin, Beckett’in “Godot’yu Beklerken”in yazarı olması olduğunu söylerken, uzun yıllardır derslerinde işlediği oyunun yirmili yaşlarını süren gençleri pek de etkilemeyeceğini sandığını, ama bu başyapıtın öğrencilerde derin izler bıraktığının görmenin önceleri kendisini şaşırttığını vurgulamadan edemiyor. Demek, Beckett tiyatrosu, sınır ve ulus engeli tanımadığı gibi, yaş farkı da tanımıyor gerçekte aynı yazgıyı paylaşan insanlarda. Kitabın yeni basımını fırsat bilerek, Ayşegül Yüksel’e birkaç soru yönelteyim dedim. Beckett’in yapıtlarında, ilk ağızda dikkati çeken özelliklerin başında, “dil kullanımında savurganlığa karşı çıkmaSAYFA eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER [email protected] Ayşegül Yüksel, ‘Samuel Beckett Tiyatrosu’ kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtladı: ‘Amansız bir başkaldırının yazarı’ Y sı” geliyor olsa gerek. Sizce, Beckett’teki bu dil tutumluluğu, yoğunluk ve kısalık ile yapıtlarının özü arasında nasıl bir bağlantıdan söz edilebilir? Bu konuda yazarın iki özelliğinin aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum. Öncelikle, Beckett’in parlak bir satranç oyuncusu olduğunu anımsamalıyız. Satranç, ‘sistem’ algısı güçlü olan, sistemleri çözmeyi, kurmayı ve kullanmayı bilen insanların başarılı olduğu bir oyundur. Beckett, karmaşık görünen olguların gerisindeki yalın mekanizmaları çözebilecek bir zekâya sahipti. Dolayısıyla, Beckett’in yapıtlarında yansıyan dil tutumluluğu, yoğunluk ve kısalık, yazarın ‘insan’ bağlamında saptadığı yalın ‘öz’ ile örtüşmektedir. Bu ‘öz’ şöyle açıklanabilir: İnsan dünyaya kendi isteği dışında gelmiş, varlığıyla ‘yeryüzü’nü ‘dünya’ yapan, Samuel Beckett ama bir süre sonra ölüp yok olacağı için, varlığının ne işe yaradığı anlaşılmamış bir yaratıktır. İkinci nokta ise Beckett’in özellikle edebiyat alanında alabildiğine derinleşebildiği, dahası, yabancı dil öğreniminin ağırlıklı olduğu bir eğitim sürecinden geçmiş olmasıdır. Beckett de Oscar Wilde gibi Dublin’deki dünyaca ünlü Trinity College’in mezunudur. Dahası, yazarlığının ilk dönemini Paris’teki sanat/edebiyat insanlarıyla geçirmiş bir entelektüeldir. Edebiyatta özgünlüğün bilineni yinelemektense daha önce denenmemiş olanı denemekle gerçekleşebileceğinin elbette bilincindedir. Dil savurganlığından alabildiğine kaçarak, edebiyat dilinde ve anlatımında ‘en yalın’ olanın özgünlüğüne ulaşmaya yönelmiştir. Beckett’in oyunlarının, tümüyle kendine özgülüğü ve bir anlamda kapalılığına karşın, nerdeyse tüm dünyada ilgi görmesini, evrensel bir nitelik kazanmasını nasıl açıklayabiliriz? Beckett’in oyunlarının tümüyle ‘kendine özgülüğü’ ve ‘bir anlamda kapalılığı’na karşın evrensel bir nitelik kazanmasının nedeni, içerdiği görselişitsel yalınlık nedeniyle, geniş bir çağrışım alanı yaratmış olmasıdır. Sözgelimi, ‘Mutlu Günler’de önce beline dek, sonra da bütün bedeni toprağa gömülmüş olarak gördüğümüz Winnie, oyun boyunca enteYüksel’in kitabı, yalnızca tiyatro öğrencilerinin değil, bugün lektüel düzeyde yapılan göntiyatronun varlığını korumak için uğraş veren, tiyatrosuz dermeleri hiç anlamayan bir edemeyen tüm uygar insanların edinmesi gereken bir kitap. 2012 seyirci kesimi için bile kolay anlaşılır niteliktedir. Winnie bir ayağı çukurda olan herhangi bir yaşlı insandır; elden ayaktan düştüğü için yaşamını, diş fırçalamak gibi, gündelik, sıradan ayrıntılarla doldurmaya çalışan, kimsenin arayıp sormadığı, kocasının bile artık ilgilenmediği, yaşlılığın yalnızlaştırdığı umutsuz bir yaratıktır. Buna karşın, günlerini ve yaşamını ‘mutlu’ sayarak kendini avutmaya çalışmaktadır. Yüksek orta sınıftan biri olarak çizilmiş olsa bile, evrensel özelliği nedeniyle, bu karakterle herkes özdeşleşebilmektedir. Bir “başkaldırı”nın yazarı mı Beckett? Dünyanın anlaşılmazlığı ve anlamsızlığına, varoluş ve ölüme yazgılı oluş ikilemine karşı bir başkaldırının. Hümanist (insancı) dönemlerin büyük ozanları Sophokles ve Shakespeare gibi, Beckett de bir ‘başkaldırı’nın yazarıdır. Sophokles, insan yaşamının tanrıların güdümünde olmasına karşı çıkar: Oidipus’u, yazgısını kendi ellerinde tutan bir trajik kahraman olarak çizmiş, yarattığı karakterin ‘sonu’nu sıradan bir ölümlününki gibi değil, ‘görünmez’ olabilen bir tanrıymış gibi anlatmıştır; bir dağ başında, uçurumun kenarında yatarken ortalığı kaplayan sis dağıldığında, Oidipus’un artık orada olmadığı görülür. Sanki ölmemiş de, tanrılar katına yükselmiş gibi.. Shakespeare ise ‘Hamlet’te başkaldırısını tüm açıklığıyla dile getirir. Rönesans hümanizmasının ‘kusursuz’ saydığı insanoğlu neden ‘ölümlü’ olmak zorundadır? Madem ölümlüdür, o zaman kusursuz zekâsı ile düşündükleri, kusursuz becerileriyle ürettikleri, taşımakta olduğu kafa ve beden güzelliğinin ne değeri vardır? İnsanın varoluşuna ilişkin bir çelişki değil midir bu? Beckett de aynı biçimde, dünyanın anlaşılmazlığına ve anlamsızlığına, varoluş ve ölüme yazgılı oluş ikilemine (çelişkisine) başkaldırmaktadır. Bu başkaldırı, Beckettçe bir yaklaşımla dile gelir. ‘Sözsüz Oyun II’de görüldüğü gibi, dünyaya isteği dışında fırlatılan insanoğlu, kendini çalışarak geliştirmeye, görevler üstlenip sorumluluk taşımaya, eylem yapmaya yönelterek, önemli bir varlık olduğunu kanıtlamaya çabalasa da, hiçbir şey yapmadan bir köşede oturup beklese de, yazgısı, önünde sonunda ölmektir. Bu çelişki ‘eylem’i anlamsız kılar. Bu nedenle, Beckett tiyatrosunda, eylem yapan bir tek oyun kişisi bile yoktur. Beckett tiyatrosunun kişilerinin ‘başkaldırısı’ hiçbir şey yapmamaktır. Bir yandan içinde yaşadığı ve anlayamadığı dünyanın karmaşası içinde edilgin bir konuma itilmiş, bir yandan da hem ‘dünya’ denen toplumsal olgunun vazgeçilmez ‘varlığı’ olmanın hem de ‘yeryüzü’ndeki tüm yaratıkları gibi ‘ölüm’e yazgılı oluşunun ikilemini sonsuz bir tedirginlik içinde yaşayan insan adına dile getirilmiş amansız bir başkaldırının yazarıdır Beckett. ? 6 ? 16 AĞUSTOS CUMHURİYET KİTAP SAYI 1174
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle