19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Serhat Kestel’in ardından... Benim Sevgili Türkçe Öğretmenim Serhat Kestel edebiyatımıza onlarca değerli eser bıraktı. Ünlü eleştirmenlerimizden Tahir Alangu, bir kitabı üstüne onun için şunları yazmıştı: “Şimdiye kadar, bizde, hiçbir kadın yazar, insanlarımızın ‘seks sorunları’ karşısındaki eksik, kapalı, çaresiz ve zavallıca ezilmiş davranışları, böylesine cesaretle ele almadı, bir laboratuvar adamı kadar titiz, bir ana kadar şefkatli…” Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. ? Nedret GÜRCAN ıl:1948. İzmir Buca Yatılı Ortaokulu. Yeni ders yılının ilk günü. Her yıl olduğu gibi bu yıl da sabahleyin kızlı erkekli son sınıf öğrencileriyle okulun ana giriş kapısı önünde karşılıklı iki sıra halindeyiz. Öğretmenlerimizi bekliyoruz. Kapıdan giren öğretmenleri alkışlıyoruz. Gülüyorlar; “hoş bulduk” selamıyla el sallıyorlar. Tamam. Ama acaba aralarında bu yıl yeni öğretmenler de var mı? Meraktayız… Derken... kapıdan çok çok güzel, çok genç bir hanım girdi. Belli ki okulun yabancısı. Önce sağa sola bakındı; belli ki içinde bir soru var: tören kıtası konumunda olan bu öğrenciler acaba niçin kapı önündeler? Bizlerin de içinde bir soru var? Bu hanım acaba yeni bir öğretmen mi yoksa bir öğrencinin annesi falan mı? Ablası ya da kız kardeşi de olabilir. Kapıcı Cafer efendi yabancı gördüğü bu hanımı kapıda karşıladı, duymuyoruz ama galiba kim olduğunu sordu. Sonra ona 30 metre kadar uzaklıktaki okulun yönetim binasının ikinci kata çıkılan mermer merdivenlerini gösterdi. Gözlerimiz merdivene doğru yürüyen o güzel hanımdaydı, bildiğimiz hanım öğretmen imajından farkıydı, üzerinde şık bir tayyör vardı; saçları omzundaydı, eteği diz boyu, çantası şık, modaya ve giysilerine uygundu. Ama başka hanım öğretmenlerimizin çantaları gibi torbamsı değildi. Gülmüyordu ve durgundu. Dönüp bizlere bakmasını, o güzelliği daha yakından görmek istiyorduk; bakmıyordu. Koşar gibi merdiven basamaklarını çıktı, sola döndü ve gözden kayboldu. Tanrım! Kimdi bu güzel kadın? Eyvah! bir daha onu göremezsek dedim! Okul başmümessiliyim. Bu gibi bilinmeyenler benden de sorulurdu. Çok değil; on dakika sonra o hanımın kim olduğunu öğrendim: Okulumuza yeni tayin olan Türkçe öğretmenimiz Serhat Kapıcı’dı. O durgun, hatta biraz da kendini beğenmiş, soğuk tavırlı Türkçe öğretmeninin elini ilk sıkanlardan biri oldum o sabah. “Ben, 3 A sınıfından Nedret Gürcan’ım” diye tanıttım kendimi. “Peki” dedi, defterini açtı, gözlerini yüzümde gezdirdi ve “Bugün ilk dersim sizin sınıfa” dedi. Heyecan ve sevinçten düşüp bayılabilirdim. Az görülen o güzelliğe güzel Türkçesiyle yeni bir güzellik daha katmıştı. Hafif gülümsemeyle öğretmenler odasının kapısını araladı, içeriye girdi. İlk ders zili çalmadan beş dakika önce yatılı ve gündüzlü 1500 öğrencili okula gelen o güzel hanımın yeni Türkçe öğretmenimiz olduğunu öğrenci fısıltısıyla duyurmayı başardım. İLK DERS... Serhat Hanım, ilk dersine bizim sınıfa girdi. Kızlı erkekli kırk öğrenciydik. Öğretmeni ayağa kalkarak karşıladık. Öğretmenler genelde sınıfa girdiklerinde masaya doğru yönelirler ve sandalyeyi çekip otururlardı. Serhat Hanım masaya yalnızca çantasını koydu, oturmadı. Çantanın içinden hiç görmediğimiz bir kitap çıkardı. Sonradan öğrendik bir şiir antolojisiydi. “Çocuklar” dedi, “kapatın kitaplarınızı, bugün dersimiz Orhan Veli” Tüm sınıf birbirimizin yüzüne baktık. “Bu da neyin nesi?” der gibi. Ve tüm sınıfa tam üç ders Orhan Veli’nin Masal adlı şiirini okutturdu, şiirin ne demek istediğini anlattırdı. O günden başlayarak Türkçe derslerinde sınıfa bazen kitapsız farklı bir hava girmeye başladı. Şimdi sınıfta o kırk öğrencinin arasında kimler vardı onu da yazmalıyım. Aydın Yenipazarlı Yörük Ali Efe’nin oğlu Cengiz Yörük, Cengiz Tuncer ve ben. Serhat Hanım’dan sonra arkadaşlar bize “üç mahkumlar” adını len öyle bir güzellikdi ki... Anlatması çok zor o güzelliği ömrümce bir başkasında bir daha görmedim. Okuldan sonra kendisini sekiz yıl sonra gördüm. Evlenmiş, soyadı “Kestel” olmuştu. Eşi Fikret Bey’le ve iki küçük çocuğuyla Antalya’ya geziye giderken eşine “Dinar’da bir öğrencim var; onu görmeliyim” demiş ve 18 Mart 1956 günü ikindiüstü çarşıdaki evimizin zilini çalmışlardı. Bir gün önce evlenmiştim. Kapıda gördüğümde attığım çığlığa bir gün önce evlendiğim eşim koşup geldi. Serhat Hanım, eşimin de öğretmeni sayılırdı. Aynı sınıfta değildik ama aynı okuldaydık… Onları ikindiüstü çayıyla ağırladık. Neler konuşuldu? Bunu bu yazıyı okuyan herkes bilebilir. Okul günlerini yeniden yaşadık. Öğrencileri içinde en çok beni sevdiğini söyledi. Bu doğruydu. Bütün sınıf bunu biliyordu. KIRK YIL SONRA Sonra birbirimizi yine kaybettik. Günlerden bir gün 1996 yılının 21 Aralık günü yani tam 40 yıl sonra Ankara’da Odakule’de eşlerimizle davetli olduğumuz Bilgi Yayınevi’nin sahibi Ahmet Küflü’nün oğlunun nikâh törenindeyiz. Edebiyatçılar, sanatçılar bir aradayız. Kültür Eski Bakanı Talât S. Halman bir ara bana Serhat Hanım’dan söz etti. Mektuplaşıyorlarmış. Serhat Hanım mektuplarında benden bahsetmiş. Bir tuhaf oldum. Mektuplaştıklarına göre adresini de biliyordu. “Lütfen; bana dünyayı bağışlamış olursunuz adresini istiyorum” dedim. Ezberden söyledi. Önce Dinar’dan gönderdim mektubumu ve kitaplarımı, Ankara’ya göçtükten sonra bir mektup ve telefon trafiği başladı ki aramızda öylesine... Bana hep “Sevgili dostum” diye yazıyordu. Konuşmaları da öyleydi. Sıcak, sımsıcak. 1996’dan sonra ölümünden (Doğ: 1922 Ölüm: 25 Temmuz 2012) beş gün öncesine değin o güzel, o değerli, o unutulmaz insanla ilgim, yazışmalarım, konuşmalarım sürüp gitti. O gün yine telefonla aradım. 1948’de sınıftaki Türkçe sesi 64 yıl sonra da aynıydı, okulun merdivenlerini koşarak çıkan genç kız gibi, öğrencilerine “kapatın kitaplarınızı, dersimiz Orhan Veli” diyecek kadar Türk edebiyatının sesiydi.. “Hastayım; Nedretciğim”, dedi o konuşmamızda, çocuklarım bakıyorlar ama artık benim bu dünyada yerim yok!” “Hayır; hayır; hayır” dedim üç kez. “Kim bilir bir daha görüşebilir miyiz?”le kaldı son sözü. Serhat Hanım edebiyatımıza onlarca değerli eserler bıraktı. Ünlü eleştirmenlerimizden Tahir Alangu, bir kitabı üstüne onun için şunları yazmıştı: “Şimdiye kadar, bizde, hiçbir kadın yazar, insanlarımızın ‘seks sorunları’ karşısındaki eksik, kapalı, çaresiz ve zavallıca ezilmiş davranışları, böylesine cesaretle ele almadı, bir laboratuvar adamı kadar titiz, bir ana kadar şefkatli…” Mektuplarımızla ve telefonlarımızla onunla edebiyat, yaşam ve sevgi üstüne çok şey konuştuk; paylaştık... Onu sonsuza uğurladığımız bu günlerde ona “Seni çok seviyorum öğretmenim ve dostum” diyebilseydim. Ah! Bir o eksik kaldı. Biliyorum; ışıklar içinde yatıyordur benim sevgili Türkçe öğretmenim. ? AĞUSTOS 2012 ? SAYFA 13 ? Y taktı. Üçümüz de edebiyat sarhoşuyduk. Okulun zengin kitaplığından çıkmıyorduk; okul gazetesini de biz çıkarıyorduk… Cengiz Tuncer, Yahya Kemal’i, ben; Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet’i tutuyordum. Yörük Cengiz ise şiirden çok öykü ve roman yazarlarıyla ilgililiydi. Çok kere yazmıştım, Cengiz Tuncer zamanın Pakistan Büyük Elçimiz Yahya Kemal’e mektup yazmış, bir şiirini göndermiş ve övgü mektubu bile almıştı. Serhat Hanım bunları görüp duyunca mutlu oluyor ve bizimle daha çok ilgileniyordu. Örneğin ben Varlık dergisini ilk kez onun çantasında görmüş ve abone olmuştum. Yıl 1948. Okul günlerini fazla uzatmayacağım. O yıl sonunda ben hastalandım, apandisitim patladı, ölümcül birkaç ameliyattan sonra yaşamımı okulsuz, şiirle ve yazılarımla sürdürdüm. Benim gibi 1931 doğumlu Cengiz Tuncer 1981’de yaşamını yitirdi. 1929 doğumlu Yörük Cengiz İstanbul’da yazıdan çiziden uzak yaşamını sürdürüyor. Ama bize edebiyat aşkını veren Serhat öğretmenden sonra üçümüzün de edebiyat yolunda onlarca kitaplarımız oldu. Tüm okul kızlı erkekli öğrenciler, öğretmenleri olsun olmasın Serhat Hanım’ın âşıklarıydık. Fotoğrafında görü16 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1174
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle