Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Y azarların, düşünürlerin, sanatçıların doğum ve ölüm yıldönümleri, onların yapıtlarını, düşüncelerini, sanatlarını yeniden gözden geçirmek, kitaplarının yeni eleştirel basımlarını yapmak, onları yeni kuşaklara anımsatmak ya da tanıtmak için iyi bir fırsattır. Örneğin, bugünlerde, resim sanatının barok ustası Caravaggio’nun ölümünün dört yüzüncü yılı dolayısıyla, başta İtalya olmak üzere çeşitli ülkelerde sanatçının yapıtlarına yeni yaklaşımlar getiren sergiler düzenleniyor, yaşamı ve sanatını yeniden yorumlayan kitaplar yayımlanıyor. Genç kuşaklardan binlerce insan, Caravaggio’nun Avrupa ve ABD müzelerindeki yapıtlarını bir arada görme olanağı bulunuyor; birbiri ardı sıra yayımlanan sanat kitapları, yaşamöyküleri, Caravaggio’yu 21. yüzyılın gündemine taşıyor. Bu tür yıldönümleri bizde nedense pek o kadar önemsenmez ya da sıradan, tekdüze, en küçük bir çağdaş bakış açısı içermeyen anmalarla geçiştirilir genellikle. Oysa, sözgelimi, Türk resminin klasikleri, ne bileyim, Halil Paşa, Süleyman Seyit, Osman Hamdi, giderek İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Nazmi Ziya, vb. gibi ressamların yıldönümleri böylesi yaratıcı sergilerle, yeni yorumlar getiren kitaplarla değerlendirilse kötü mü olur? Ustaların yalnızca devlet müzelerinin ve büyük kurumların koleksiyonlarındaki tabloları değil, özel koleksiyonlardaki yapıtları da yeni bakış açılarıyla seçilerek, çağımızın olanaklarından yararlanan sergilerde özel başlıklar altında bir araya getirilse; kimi sanat tarihçilerinin basmakalıp görüşlerinden sıyrılmış, yepyeni, bambaşka bakış açıları içeren kitaplar yayımlansa, belki de resim sanatımızın ustalarının yapıtları yalnızca sanat piyasasının ilgi odağı olmaktan bir ölçüde çıkar, gerçek anlamda sanatın odağı olarak gencinden yaşlısına toplumun gözleri önüne gelir. En azından yıldönümlerinde gündeme getirilebilecek böylesi yeniden değerlendirmeler, özellikle devlet müzelerinin karanlık depolarını yeniden gün ışığına çıkaracağından, son olarak Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde ortaya çıkarılan soygun türünden rezilliklerin de önüne geçebilir. Her neyse! Çok açılmadan, asıl konuma döneyim isterseniz. Geçenlerde George Orwell’in ölümünün (1950) altmışıncı yıldönümüydü. Hayvan Çiftliği yayımlanalı (1945) altmış beş yıl olmuş, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün yayımlanışının (1949) üstünden eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr Ölümünün 60. yılında George Orwell’in başyapıtları: ‘Hayvan Çiftliği’ ve ‘1984’ İki uçlu yergi mızrakları Y altmış bir yıl, bu iki başyapıtın yazarının ölümünün üstünden de altmış yıl geçmiş. Daha önce de yazmıştım. İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında, sağlığının bozukluğu yüzünden askere alınmayan Orwell, BBC’de radyo izlenceleri hazırlamaktadır. Alman uçaklarının Londra üstüne bomba yağdırdığı günlerdir. İşte tam o günlerde, tüm Avrupa ve Amerika’nın kulak kesildiği BBC’de Hitler’i konu edinen bir izlence sunar. İzlence boyunca, Hitler’in düşüncelerini örneklemek amacıyla Kavgam’dan alıntılara yer verir. Gel gör ki, kullanılan alıntılar için, kitabın yazarına telif ücreti ödemek gerekiyordur! Oysa savaş dolayısıyla İngiltere ile Almanya arasındaki diplomatik ve tecimsel ilişkiler kesiktir. Ama parayı ödemeye kararlı olan Orwell ve BBC yöneticileri, günlerce bir çözüm aradıktan sonra, Hitler’in telif ücretinin Norveç hükümeti aracılığıyla ödenmesine karar verirler!.. KÜÇÜK BİR DEĞİŞİKLİK Orwell’in, Hayvan Çiftliği’nin metninde son anda yaptığı “küçük bir değişiklik” ise belki daha da ilginçtir. 1945 Martında savaş muhabiri olarak Paris’te bulunan Orwell, orada Josef Çapski adında bir Rusla tanışır. Çapski, Sovyetler Birliği’nde gönderildiği çalışma kampından ve Katin Kıyımı’ndan kurtulmuş, Paris’e gelmiştir. Orwell’in, Arthur Koestler’e yazdığı bir mektupta anlattıklarına bakılırsa, Çapski, ülkesinde yaşadığı onca acıya ve Sovyet yönetimine karşı olmasına karşın, Almanlar Moskova’yı ele geçirmek üzereyken Stalin’in kentte kaldığını, Moskova’nın kurtulmasında onun gözüpekliğinin büyük payı olduğunu söyler. Hayvan Çiftliği’nde, pek çok özelliğiyle Stalin’i çağrıştıran Napoléon adlı domuzu yerden yere vuran Orwell, Çapski’nin anlattıklarını dinledikten sonra bir değişiklik yapmaya karar verir ve kitabını kısa bir süre önce teslim ettiği yayıncısını arar. Hayvanların Bay Jones’u devirerek Devrim yaptıkları çiftlik, kitabın 8. Bölümünde, komşu çiftlikten insanların saldırısına uğramış, bu saldırı karşısında tüm hayvanlar korkuya kapılmıştır. İnsanlar, çiftlikteki hayvanların özveriyle yaptıkları değirmeni havaya uçurmuşlardır: “Güvercinler uçuştular, Napoléon da dahil bütün hayvanlar kendilerini karın üstü yere atıp yüzlerini kapattılar…” Orwell, Çapski’nin söyledikleri ışığında, bu tümceyi şöyle değiştirir: “Güvercinler havaya uçuştular, Napoléon dışında bütün hayvanlar kendilerini karın üstü yere atıp yüzlerini kapattılar…” Bu “küçük değişikliği”, bir mektubunda şöyle açıklayacaktır Orwell: “Böylelikle, Alman saldırısı sırasında Moskova’dan ayrılmayan Stalin’e haksızlık etmemiş oldum…” İNSANLAR VE DOMUZLAR Düşünüyorum da, artık çoktan modern klasikler arasındaki yerlerini almış olan Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, birer “komünizm yergisi” olmaktan öteye gitmeseydi, yayımlanışlarından yarım yüzyıldan fazla bir süre sonra da bu denli yoğun ve yaygın bir ilgi görmeyi sürdürebilir miydi? Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün Büyük Birader’ini Stalin’le, “hain” Goldstein’ını Troçki’yle özdeşleştirebilirsiniz. Hayvan Çiftliği’nde, Rus Devrimi’nin ve Stalin’in devrime ihanetinin konu alındığını düşünebilir, iktidarı ele geçiren domuzlar arasında Marx’ın, Stalin’in, Troçki’nin izdüşümlerini yakalayabilirsiniz. Kaldı ki, Hayvan Çiftliği, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında, gençleri “komünizm tehlikesi”ne karşı uyarmak amacıyla liselerde okutulmuş, Hayvan Çiftliği ile birlikte Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, “nedamet getirmiş bir komünistin, devrimin kaçınılmaz sonuçlarına karşı bütün dünyayı uyarmak için kaleme aldığı yapıtlar” olarak, birer Soğuk Savaş silahına dönüştürülmemiş miydi? Oysa, aralarında benim de bulunduğum pek çoklarına göre, Hayvan Çiftliği, iki uçlu bir yergi mızrağıdır. Orwell’in, 1930’lar, 1940’lar Sovyetler Birliği’ne yönelttiği taşlamanın özünde, hiç kuşkusuz, yaklaşık yarım yüzyıl sonra çöküntüye uğrayacak “sosyalist uygulama”nın bağrındaki düşkünlüklerin yattığı söylenebilir. Ama Orwell’in, hayvanlarca yönetilen çiftliği yıkmaya çalışan “dış dünya”ya, başka bir deyişle öteki çiftliklerin sahibi olan “insanlar”a yönelttiği eleştirileri de göz ardı etmemekte yarar vardır. Açıkçası, Orwell’in, Batı’nın siyasal düzenlerini savunduğunu söylemek çok zordur. Dahası, kimi yorumculara göre, Hayvan Çiftliği’nin yönetimini ele geçiren domuzlarla işbirliği yapan, tecimsel ilişkiler kuran iki “insan”dan, Foxwood Çiftliği’nin sahibi Bay Pilkington kapitalist İngiltere’yi, Pinchfield Çiftliği’nin sahibi Bay Frederick de Nazi Almanyası’nı simgelemektedir. Orwell’in, tüm yapıtını, çiftliklerdeki “insan düzeni”nin, yani kapitalizmin değiştirilmesi gerçeğinden yola çıkarak kurguladığı açıktır. Hayvan Çiftliği’nin sonunda, insanlarla domuzların aynı masanın çevresinde toplanarak zaferlerini kutladıkları yozluk sahnesi, dünya edebiyatının en çarpıcı sahnelerinden biri değil midir? Benzeri şeyler Bin Dokuz Yüz Seksen Dört için de söylenemez mi? 20. yüzyılın en etkileyici karşıütopyalarından biri olan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, salt bir komünizm yergisi midir, yoksa her şeyin bütünüyle devletin denetiminde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı bir uyarı mı? Dünyanın birbiriyle sürekli savaşan üç totaliter polis devletinin egemenliği altında olduğu “düşsel bir gelecekte” geçen Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te, bir insanın, Winston Smith’in, devlet aygıtının yalnızca bilgi ve haber ağını değil, tüm bir tarihi değiştirip silerek bireysel düşünce ve belleği de denetimi altında tuttuğu bir dünyadaki karabasanlarla dolu yaşam yolculuğunu okuruz. Winston Smith’in başkaldırısını, hapse atılışını, işkencelerden geçirilmesini ve “yeniden eğitilmesi”ni okurken, hem kendimize hem de başkalarına karşı işleyebileceğimiz en kötü suça, bizi biz yapan gerçeklerin ve özgürlüklerin yok edilmesine handiyse birinci elden tanıklık ederiz. ? Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört artık klasikler arasında... SAYFA 6 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1048