Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K Mart 1915 Çanakkale deniz zaferinin üzerinden doksan beş yıl geçti. O tarihte milliyeti, dini, cinsiyeti, yaşı, okuryazarlık durumu, konumu, düşüncesi ne olursa olsun tüm Türkiye, ulusallık hamurunun da ilk kez karıldığı ortak payda çerçevesinde bir araya gelmişti: yurtseverlik… Doksan beş yıl sonra bu kez işçiler bir araya geldi. Sağcısı solcusu, Türk’ü Kürt’ü, kadını erkeği, türbanlısı başı açığı… Bu kez sınıfsallık bilincinin karıldığı bir ortak payda söz konusuydu teknede… Onlar, yani Tekel işçileri yalın ama görkemli bir yanarca halinde bu gerçeği göstermişti işte bize. Çadırlar şimdilik sökülmüş de olsa… Ataol Behramoğlu, ulusal şair kimliğiyle işçilerin yanında yer almış, simgesel anlamda onların ölüm orucuna katılmış, Ankara’nın Sakarya kıyılarından tüm dünyaya tek bir dizenin şiirini yollamıştı sanki: “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Ayılana roman, bayılana öykü... sa okumak, işçi emekçi için de bunun anlamı aynı. Bir yol açıcı kitap, her kitap için söylenebilir bu. Seçilecek kitap değişebilir kişiden kişiye; sözgelimi entelektüelle aydının okumak için seçtiği kitapları işçiyle emekçi, işçiyle emekçinin seçtiklerini entelektüel, aydın seçmeyebilir ne gam… Ancak bu alana özgülenmiş verimler konusunda her kesimin az çok bir okuma edimini deneylemiş olmasını beklemek de hakkımız… Nitekim sıradan okur da sayılsanız emek dünyasına, işçi sınıfına bakışınızı derinleştirebilmek için bu alana özgülenip verimlenmiş şiir, öykü, roman vb. yapıtları okuyarak geliştirmez mi ufkunuzu? EKMEK SU KADAR AZİZ BİR EDİM: OKUMAK... Daha önceki “Kitaplar Adası” yazılarının bir ikisinde böylesi kitaplar üzerinde durmuştum. Özellikle Abdullah Baştürk adına gerçekleştirilen “İşçi Öyküleri Yarışması”nda yayımlanmaya değer bulunan öykülerin yer aldığı seçkilerden ne denli söz edilse yeridir bana göre. Genelİş Yayını (312.3091547) olarak okurla buluşan bu seçkilerin adını anayım şuracıkta: Ahmet Soner’in hazırladığı İşçi Öyküleri (2004), ardından Tuncer Uçarol’un hazırladıkları: İşçi Öyküleri 2004 (2005), İşçi Öyküleri /Timsahın Ağzındaki Usta (2006), İşçi Öyküleri/ Kadın İşçiler (2007), İşçi Öyküleri/ Çocuk İşçiler (2007), Hüzün Dolu İşçi Öyküleri (2008). Bunlara yenilerinin ekleneceği, söz konusu öykülerin arasına süreç içinde kuşkusuz Tekel işçilerinin de karışıp bu dirençli yaşamların yazınsal verimlerde boy göstereceği kestirilebilir pekâlâ. Bu arada üzerinde önemle durulması gereken bir öykü seçkisine getirmek istiyorum sözü. Sennur SezerAdnan Özyalçıner ikilisinin “Emek Öyküleri” genel başlığı altında hazırlayıp Evrensel tarafından yayımlanan dört ciltlik seçki şu kitaplardan oluşuyor: Ekmek Kavgası (İkinci Basım, 2002), Grev Bildirisi (İkinci Basım, 2002), Motorize Köleler (1999), Dokumacının Ölümü (1999). Dört ciltten oluşan bu emek öykülerinde Sennur Sezer’le Adnan Özyalçıner “Türk edebiyatından 75, dünya edebiyatından 17” öyküye yer veriyor… Toplam 100’e yakın öykü; seçki de bir emek öyküsü bu yanıyla. Seçkideki yazar adlarını anmak olanaksız değilse de gereksiz. Seçkiyi hazırlayanlar, “…Ağırlığı Türk öykücülerinin ürünlerine verdiğimizden dünya edebiyatından seçilen öyküler ister istemez sınırlı sayıda olmak zorundaydı. Yoksa konuyla ilgili birçok öykü daha bulunabilirdi,” diyor. Seçkinin, Türkçedeki bütün öykü verimimiz taranarak kotarıldığı anlaşılıyor. Buna göre dilimizdeki emek öykülerinin en azından seksen yıllık bir tarihi olduğu dile getirilebilir yanılmıyorsam. Okuma eylemi bağlamında öykülerin içeriğine değgin, farklı ciltlere dağılmış olarak şu saptamayı getiriyor seçki hazırlayıcıları: “Uygarlığı yaratanın, geliştirenin hep emek olduğunu biliyoruz. Üretimleriyle yaşamamızı sağlayanlar da hep emekçiler olmuştur. Kol gücünden başka sermayeleri olmayan işçilerle köylüler ve düşüncelerinden başka sermayeleri olmayan düşünce adamları, elbirliğiyle, yaşamı var etmişlerdir. Gerçek yaratıcılar onlardır.” “Bu uygarlığın her türlü veriminden yararlananlarsa bir avuç varlıklı insan, tüm dünyayı ele geçirmeye çalışan kapitalist tekellerle emperyalistlerdir.” “…Öykülerin sürekliliği içinde, gelecekte paylaşılacak olan (...) yaşama sevincinin kıvılcımlarını bulacaksınız.” O halde andığım öykülerle romanları okumak neredeyse ekmek, su kadar kutsanıp aziz sayılacak bir edim. EMEĞİN HAMURUYLA KARILAN YAZINSALLIK... Öyküler kadar romanlar da önemli yer tutuyor emek ve emekçi yaşamı söz konusu olduğunda… Bu çerçevede tıpkı Celal İlhan gibi kendisi de emekçi olan, kaynak işçiliği yapmış bir yazar var: Nejat Elibol. Bilmem onun Direnen Haliç (Evrensel, iki cilt, 2002) romanından haberli misiniz? Yayınevi, romanı şu sözlerle tanıtıyor: “Direnen Haliç, … bir zamanlar fabrikalarla çevrili olan Haliç’in Alibeyköy ucundaki iki fabrikada yaşanan olayları, sürdürülen uzun direnişi konu alıyor. …İşçilerin fabrika ve mahalle hayatları, iç dünyaları… sergileniyor. Bu romanla, işçi hayatının ve mücadelesinin bir dönemi başlıca özellikleriyle resmedilmiş oluyor. Direnen Haliç, işçi sınıfımızın kimi kazanımlarla, kimi yenilgilerle sonuçlanan daha iyi, yaşanır bir hayat için verdiği uzun mücadelenin belgesel özellikler taşıyan canlı bir kesiti.” Nejat Elibol, on yılı aşkın bir süredir yalnızca yazarlık yapıyor. Direnen Haliç’in yanısıra başka romanları da var onun. Yazar, son olarak bir bilimkurgusal roman verimlemiş: Geleceğe İlk Adım (Evrensel, 2008). İleriki haftaların birinde Elibol’un romanları üzerinde bütün olarak ayrıca duracağımdan burada adından söz etmekle yetiniyorum. Yukarıdan bu yana anlattıklarım, işçilerle emekçi yaşamlarının yazınsal bağlamda nasıl da olanaklarla dolu olduğunu göstermeye yetiyor. Önümüzdeki yıllarda Tekel işçilerinin bu deneyimlerinin de bir biçimde yazınsal hamura dönüşeceğini öngörmek bilicilik olmasa gerek… Ne ki Sennur SezerAdnan Özyalçıner, söz konusu seçkide şöyle bir saptama getiriyor: “…1980 sonrası öykücüleri arasında emek, emekçilerin yaşamı ya da sorunları açısından yaptığımız araştırmalarda bu konuya değinen öykülerle pek karşılaşmadığımızı söylemeden geçemeyeceğiz. Emeğe, emekçilerin yaşam serüvenlerine ilgi gösteren en genç öykücümüzün 1954 doğumlu olması sizi şaşırtmamalıdır. 1980 darbesi, insanı toplumsal konumuyla ele almayı, türlü yasaklar ve baskılarla unutturmuş olmalı ki yaşam kavgası gündemde olduğu halde, bu dönemde yazılan öykülerde yer bulmamış.” Bu yargıya temkinli yaklaşmak gerektiği kanısındayım kendi payıma. Gerçekten genç öykücüler arasında emeğe dönük ilginin giderek yükseldiğinin tanıklığını yapıyoruz hep birlikte. Abdullah Baştürk öykü yarışmalarına katılım da bunu pekiştiriyor. Son dönemin önde gelen emek öykücüsü Celal İlhan’ı hadi erişkin sayalım, peki yine Evrensel tarafından yayımlanan Özgür Soylu’nun (d.1975) İyi Yolculuklar (2006), Elif Çınar’ın (d.1969) Bahar Dalı (2006), Haydar Demir’in (d.1967) Makine, sonra yine bu yönde öyküler verimleyen Hürriyet Yaşar’ın (d. 1961) Anlatmaya Biri Gerek (Gendaş, 2002), Önce Ben Onu Öldürdüm (Can, 2009) adlı kitapları için ne diyeceğiz? Evet, Tekel işçilerinin bu anlamlı direnişi, yalnız kendileri ya da işçi sınıfımız için değil, yanılmıyorsam eğer yazınımız, ötesinde tüm sanat dallarımız için de önem taşıyor… Bu 18 Mart’ta Çanakkale ile Tekel zaferleri örtüşürken insanın, “ayılana roman, bayılana öykü” diyesi geliyor…? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1048 18 Behramoğlu’nun nefes alıyormuşuz gibi aramızda gezinen, sonra kaldırıp ayağa, bizi birbirimize kenetleyen, tek yumruk haline getiren şiirleri bir “öncü şairlik” niteliği yüklüyor elbette ona. Bir “eylemli şairlik” de denebilir buna. Nitekim Haluk Çetin’le birlikte şiirtürkü kol kolalığındaki yürüyüşleri de buna eklenebilir. Tekel işçileri için sanatın her alanından pek çok insan bu direnişe destek verdi gerçekte, ruhça onlara katıldı, onların yanında yer aldı. Ama Ataol Behramoğlu, söz konusu tutumuyla bu evrensel kardeşliğin binlerce yıllık tarihine eklemlenen şair olarak da halkada yerini aldı. Gözlemlerinin, deneyimlerinin ışığında, “Tekel işçilerinin direnişi sırasında ortaya çıkan gerçeklerden biri emekçi örgütlenmesinin önemi ise, öteki gerçek kapitalizmin acımasız yüzü olmuştur,” (6.3.2010) derken o, bu gerçeği vurguladı. Mustafa Sönmez de bir “Tekel dersi” olarak şunu dile getirdi: “Öğrendi(k) ki, emeksermaye mücadelesinde, sınıf, KürtTürk ayrımını bırakıp kaynaşıyor.” “Hep vizyonda kalacak filmin adı…: Sınıf Mücadelesi…” (6.3.2010) Bunların ardından Ergin Yıldızoğlu da, “Faşizm amacına ulaştığı için çöktü. ‘Komünizm’ ise ulaşamadığı için…” (8.3.10) deyiverdi. Demek ki Çanakkale direnişinin ardından yüzyıl sonra bu kunt gerçekliği bir kez daha kavramış olduk; turnusola dönüşen Tekel işçileri direnişiyle… BİR LOKMA EKMEK BİR YUDUM SU BİR SAYFA ÖYKÜ Ne var ki Tekel işçilerinin esnafla ilişkileri basına yansıdı da bu kardeşlerimiz ne okur, hangi oyunu, filmi izler, müziği dinler gibisinden konularda sağlıklı bir bilgiye ulaşılamadı… Sonra bizlerin, milyon milyon insanın işçilerin, emekçilerin yaşamını odaklayan şiir, öykü, roman olarak neleri okuduğumuz da konuşulmadı hiç. Öyle ya, hayat bir direniş, yaşamda ekmek, su büyük anlam taşıyor elbette, sonra barınma vb… Ama okuma eylemini bunların dışında tutmanın olanağı var mı? Dünya yazını da bizim yazınımız da emekçilerin, ezilenlerin, işçilerle köylülerin, yoksulların yaşamından kesitler aktaran, sonra bu insanların örgütlenmelerini, bu bağlamdaki kavgalarını anlatan, anlatmanın ötesine geçerek bunları soyutlayımlarla, dönüştürümlerle yapıtlara dönüştüren pek çok verim örneğiyle bezeli. Saymaya kalksak kimbilir nice yapıt çıkar ortaya. Kim, buna özgülenmiş bir yazınsal çetele vermeye kalksa, bu doğrultuda verimlenmiş kitapları, yazarlarını sıralamaya çalışsa korkarım hep eksik kalacaktır liste. Yine de bütün dönemlerden alnının akıyla çıkarak günümüze ulanmış kimi şairlerin, yazarların adları anılabilir elbette… Ben şuracıkta Maksim Gorki ile Nâzım Hikmet’in adlarını anayım, varın siz sıralayın gerisini… Diyeceğim görkemli yapıtlarla bu alanda doruk oluşturmuş yazıncıları anmak bile bir dolu adı alt alta sıralamak anlamına gelecektir herhalde. Ama biz, emekçilerin, hak savaşımı verip direnen işçilerin yanında bu konuya özgülenmiş yazınsal yapıtların da direnişlerin parçası olduğunu kabullenerek bu olguya bakmaya çalışalım… Bir grevi şiirden, alın terini, emeği öyküden, yaşam savaşımını romandan, egemenlerin bu yönde çevirdiği dolapları sahne oyunundan ayırmanın olanağı var mı? Genelde hayatın çeşitli evrelerinde dünyaya, olup bitenlere bakışımızda, kendi yaşamımız içindeki oluntularda, başkalarıyla çekişmemizde, kendimizle hesaplaşmamızda kitap okumak, bir lokma ekmek, bir yudum su anlamına gelmiyor mu? Herhangi entelektüel ya da aydın için ne anlama geliyor SAYFA 20