24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ tutukluya yararlı bir başka dünyanın kapısını açar zaman içinde. 12 Mart Günleri ’nde, bulunduğum yer neresi Kazıkiçi Bostanları yahut Mamak olursa olsun, otuzu aşkın kitabı okuma fırsatı buldum. Kitabın içeri girmesi ve okunabilmesi, kuşkusuz büyük bir şanstı! Durumumuz bir çeşit savaş hali sergilediği için, ben de daha çok savaş kitapları okuyordum. Ya da, elimize geçen kitaplar bunlardı. Bununla birlikte unutulmamalı ki, o sırada ve daha sonra, iki büyük yayınevinin sahibi de aramızdaydı: Muzaffer Erdost (Sol Yayınları) ile Erdal Öz (Can Yayınları). İlk okuduklarım, İlya Ehrenburg’un Fırtına’sı (Fransa’da tam savaş öncesi durum) ile Koestler’in İspanyol Vasiyetnamesi (İspanyol İç Savaşı’ndan canlı tanıklık) oldu. Onları, Simonov’lar izledi. Yazarın cephede, bir savaş muhabiri kimliğiyle, İkinci Dünya Savaşı’nda tanık olduğu gerçeklerin öyküsü. Başta, ünlü üçleme: İnsan Asker Doğmaz, Silah Arkadaşları, Yaşayanlar ve Ölüler. Bu arada, Malraux’nun yine 1936 İspanya’sıyla ilgili, unutulmaz Umut romanı. Yine bir başka Fransız yazarının (Roger Vailland) ülkenin yaşadığı acı işgal günlerini yansıtan Kanun’u. Eylül başında da, Dimitri Dimov’un bir dönem Türkiye’de çok ün kazanmış olan Tütün ya da Sarı Dünya isimli roman üçlemesi. O da, İkinci Dünya Savaşı’nı yansıtan bir başka tanıklıktı. Ignazio Silone’nin Mussolini döneminde, devletin toplumsal haksızlıklarına karşı Abruzzi Köylüleri’nin (Güney İtalya) savaşımını sergileyen alçakgönüllü, dostça bir el uzatış anlamındaki Fontamara’sı. Silone, bu kitabını, sürgün yaşadığı İsviçre’de (Zürih) kaleme almış ve takma bir isimle yayımlamıştı. Bunların yanı sıra, eski Milli Birlik Kurulu üyesi Orhan Erkanlı’nın Anılar/ Sorunlar/ Sorumlular isimli dikkat çekici yapıtı. Yaşadığımız dönemle göstermiş olduğu kimi benzerlikler açısından özellikle ilgi çekiyordu. Erkanlı’nın yazdığına bakılırsa, Talat Aydemir Olayı’ndan sonra Mamak Askeri Cezaevi’ne ‘Mezbaha’ adı verilmiş. Öte yandan, bir başka siyasal yapıtsa Nadir Nadi imzasıyla ikinci baskısı yayımlanmış olan Perde Aralığından kitabı. 193960 yılları anıları. Bu arada, hızlı okunan, sürükleyici, sıkıntıyı atan üçbeş polisiye: bir Belçikalı (Simenon) ve bir de İsviçreli (Dürrenmatt) yazar. Sonra, Mario Puzzo’nun ünlü ‘mafya’ eleştirisi ya da övgüsü. ANILARDA KALAN ÖZGÜR GÜNLER Bir de, bu kitaplardan kimileriyle geçmiş günlerim arasında varolan bağ beni eğlendirmiş, gergin zamanlarda belirli bir rahatlama yaratmıştı. Hep anılarda kalan o özgür günlerin, böylece söz konusu kitaplarla bir çeşit yeniden yaşanması gerçekleşmiş oluyordu. Sözgelimi, Hemingway’in Nehrin Ötesinde romanının çağrıştırdığı, yalnız Venedik’te değil tüm İtalya’da geçmiş günlerimin birbirini izleyen canlı resimleri. Dahası, Floransa Müzeleri ve ressamları. Bir adım sonra, aynı büyülü Venedik’i anlatan belleğin konuğu olan başka yazarlar ve onların kitapları… Bir başka benzerlik de, Ehrenburg’u okurken, yazarın Brugge kenti için söyledikleriyle doğrudan benim Brugge’de yaşadıklarım. Sonra, o yılların ses getiren E Yayınları arasında çıkmış Alman yazarı Simmel’in Tanrı Sevenleri Korur romanı aracılığıyla anımsadığım, bir bakıma yeniden yaşadığım çiçeği burnunda ‘1970 Berlin Günleri’! Dikkat çekici bir dış benzerlik örneğiyse, Goya/ Malraux/ Sartre üçgeni içinde kendini ortaya çıkaran birtakım dolaylı ‘dehşet sahneleri’. Sürekli düşünmekten kendimi alıkoyamadığım, Goya’nın Napoléon dönemi İç Savaş resimleri; arkasından, Malraux’nun “Acının karşısında sanatın değeri yok sayılır ve hiçbir tablo, kan lekeleri önünde ayakta duramaz” deyişi. Sartre da, Bulantı’dan söz ederken, “Afrika’da açlıktan ölen bir çocuğun yanında benim kitabımın ne ağırlığı olabilir?” dememiş miydi? Bu arada, Polonyalı yazar Jerzy Kosinski’nin ilk kez okuduğum Boyalı Kuş öyküsündeki o çarpıcı vahşet, özellikle İkinci Savaş döneminde geçen ‘göz oyulması’ sahnesi!... Bütün bunlar, kuşku yok, bir cezaevi sakinini belirli bir duruma hazırlayan, yakın ve uzak geçmişten örnekler. Aslında, bilinmeyen gelecek günler karşısında Mayıs ‘72’nin ilk haftası gibi, sözgelimi Yıldırım Bölge Kazıkiçi Bostanları’nda bulunan tüm tutukluların ne ağırlığı olabilir ki?.. Ancak ağustos sonunda, birdenbire, başkanıyla ve üyeleriyle hükümetin cezaevine yansıttığı görüntü, ister istemez içeride okunmayan bir kitabı gündeme taşıdı. İşte, böylesi bir ‘Floransalı’ görüntüsü, açıkça XV. yüzyılı, Prens’i ve Machiavelli’yi çağrıştırıyordu. Peki o çağda da, Machiavelli, neden kendi öz sisteminde başarılı olamamıştı? *** 1973 yılı son ayı ve son günleri, yavaş yavaş, yeniden dış dünyayla ilişki kurma zamanını getirmişti. Zaten, 25 Aralık’ta, ben İstanbul’da, mahkemenin kararını beklerken, hakkımda aklanma kararı çıkmıştı. Böylece, yaklaşık iki buçuk yılı kapsayan külrengi ve acılı bir dönem sona ermiş oluyordu. İster istemez içimi, nerdeyse sarhoşluk kertesinde bir sevinç kapladı. Belki de, tanımlanamayacak bir özgürlük duygusu!.. İstanbul’a, açıkça kaçarak gelmiştim. Hakkımda eğer herhangi bir ceza verilseydi, bilmiyorum ne yapardım? Nerde kalır, nereye gider ya da ne yapardım? Neyle yaşayabilirdim? Artık yeni bir yıl (1974 yılı) başlıyordu. Utanç Çağı, acaba sona erecek miydi? Ne tuhaf, şubatın ilk günlerinin birinde, sanki herkesle alay edercesine Çetin Altan’ın bir yazısı yayımlandı: “Bir Yüce Divan Anısı”! Dış dünyayla ilk ilişki, Siirt milletvekili Abdülkerim Zilan’la gerçekleşen öğle yemeğiyle kurulmuş oldu. Yemekte, Zilan’la birlikte, TÜTED Başkanı rahmetli İlhan Baysal da vardı! Bu benim, Zilan’la ilk tanışmamdı. Sonra da, hep sürdü gitti. Şubatta, ilk denememi (‘Barselona’da 1 Mayıs) İstanbul’da çıkan Soyut dergisine yolladım. Aynı ay, Ankara’da, yine bir dizi görüşme: Mustafa Ekmekçi, Tahsin Saraç, Öner Ünalan, Ahmet Say, Onat Kutlar, Rana Cabbar, Yılmaz Onay, Kemal Bisalman; sonra Mülkiyeliler Birliği’nde Cemal Süreya ve Ali Püsküllüoğlu’yla toplantılar… Bayındırlık Bakanlığı’nda Bakan’ın danışmanıyla Erol İmre’nin de katıldığı bir başka toplantı. İki hafta sonra, doğrudan Bakan’la ikili görüşme. Artık eski bir dostun mühendislik bürosunda (SEPAG) çalışıyorum. Mart sonunda, Prof. Kenan Bulutoğlu ve ağabeyi İbrahim Bulutoğlu SEPAG’ı ziyarete geldiler. İsviçreli Dürrenmatt’ı okumayı sürdürüyorum: Yargıç ve Celladı! Türk Dil Kurumu. Akşam Salim Şengil, Erdal Öz ve Özdemir İnce ile karşılaşma. Birkaç gün sonra, TDK Kurultayı. Kurultay’da İsmet Zeki Eyüboğlu beni Sami Karaören’le tanıştırdı. Ardından Dağlarca ve Oktay Akbal’la birliktelik. Öğleyin de, Cemal Süreya, Osman Bolulu ve Erdal Öz’le bir arada yenen yemek. Gece, tek başıma, kırkıncı yılımı kutladım. Artık ne cezaevi var, ne de bir dost yanıbaşımda! 19 Temmuz akşamı, Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde karşılaştığım Uğur Mumcu, beni evine çağırdı. Gittik. Oraya gelen bir telefona göre, kimi haberler hükümetçe çıkarılmış akşam haberlerinden, dolayısıyla okunmamış. Söz konusu siyasal durum nedeniyle Uğur’un evinden erken ayrıldım. Ağustos sonu. İstanbul’dan beni ziyarete gelen babamla birlikteyim. Onu, o dönüş gecesinde, sokak lambasının sarı ışığında yorgun, yıpranmış ve de uykusuz bedeninin Olgunlar Sokağı’nın ufkuna çizilmiş gördüm.? 12 Mart Günleri/ Uğur Kökden/ Yapı Kredi Yayınları/ 256 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1021
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle