22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Romanımızda babaoğul çatışması... Romanımızda babaoğul çatışmasının Avrupa, Rus, ABD, Latin Amerika yazınındaki yoğunlukla karşımıza çıktığını söyleyebilmek çok güç. Bunun toplumsal yapı farklılığından, yaşam biçimi anlayışından kaynaklandığı savlanabilir… Sınıfsal, ekonomik yapılanma kadar dinsel inançla kol kola yürüyen alınyazısı anlayışı, ağır ölçekli tevekkül toplumu olmak, baba buyurganlığına uyarlık, körü körüne bağlılık, bunun yansıması bağlamında erkek egemen kavrayış, cinselliğin kültüre alınamayışı, geleneksel kavrayış, ilişki kalıpları içinde sıkışıp kalmak bunda ciddi rol oynuyor… Oğullar, devrimci niteliklere sahip de olsalar bilinçaltında babanın yerine geçip erki sürdüreceği, toplumsal, ekonomik erk kadar kadınlara karşı da bunu simgeleyeceği beslemesiyle babadan oğla geçen bu hoyrat, kaba, fetişist, eyyamcı özgüvenle erkekleri pençesine almış görünen bir hastalık sergiliyor… Söz konusu babaoğul çatışmasının, yüzeyde kalan, dramatik anlamda bir türlü derine inemeyen, daha çok kuşak uyuşmazlığından kesitler içeren yanlarıyla romanımızda kendine yer açtığı düşünülebilir… Sözgelimi Akagündüz, Mahmut Yesari, Reşat Enis, Kemal Tahir, Samim Kocagöz, Kemal Bilbaşar, Muzaffer Buyrukçu, Sulhi Dölek, Talip Apaydın, Tarık Dursun K. vb. yazarlarda bu çatışmaların izlerine rastlanıyor. Bu arada Yakup Kadri’nin Kiralık Konak (1922), Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü (1930), Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf (1937), Mehmet Seyda’nın Yaş Ağaç (1958) adlı romanları üzerinde özellikle durulabilir. Ancak babaoğul çatışmasında hiçbir romancımızın Orhan Kemal kadar derinliğe inebildiğini sanmıyorum. Orhan Kemal’de özyaşamöyküsel yanları da bulunan babaoğul çatışmasının yazınımızda yalnız kaldığı çok açık. Ondan şunca yıl sonra romanlarında bu sorunsala enikonu girmeyi başarmış, üstelik bunu tıpkı Orhan Kemal gibi içeriden anlatmayı sürdüren, onun gibi gerçektenlik duygusu yayan romancı olarak Kaan Arslanoğlu tek başına kalıyor sanki. KAAN ARSLANOĞLU ROMANLARINDAKİ BABA İMGESİ... Kaan Arslanoğlu’nun, tümü de İthaki tarafından yayımlanan romanlarıyla [Devrimciler (1988), Kimlik (1989), Çağrısız Hayalim (1992), Kişilikler (1995), Öteki Kayıp (1998), İntihar/ Zamanımızın Bir Kahramanı (1999), Kuş Bakışı (2001), Yoldaki İşaretler (2004), Sessizlik Kuleleri (2007), Karşıdevrimciler (2008)] Orhan Kemal’den sonra babaya geniş yer açan yazar olduğu söylenebilir herhalde. “Baba” imgesi üzerinde duralım biSAYFA 20 raz… Arslanoğlu’nun romanlarında baba imgesinin sürekli bir yerlerden uç verdiği apaçık görülebiliyor. Buyurgan, kendi ortalara çıkmasa bile, bir biçimde varlığını duyuran, çocukları üzerinde etkisini hep sürdüren bir baba. Bir roman kahramanı için babanın, “her an her yerden kafasını uzatabilen” (İntihar, 18) biri olarak dile getirişindeki doruk vurgu da bunu gösteriyor bir bakıma. Baba, Kaan Arslanoğlu’nun en temel, en önemli anlatı öğelerinden biri. Baba imgesinin (kimileyin buna Kişilikler’de olduğu gibi “dede” imgesi de eklenebilir), ceberut devletin simgesi olarak romanlara sızdığı öngörülebilirmiş gibi geliyor bana. Belki bu nedenle kahramanlar, sürekli evden gitmek eğilimi içinde görünüyor. Nitekim “evden gitmek”, bir izlek olarak belirgin yer tutuyor onun yapıtlarında. Bu da genç roman kahramanlarının isyanı olarak alınabilir herhalde. Bu çerçevede 68 tepkisinin, babaya isyanı da kapsayacak biçimde bir özneleşme kavgası olduğu Kaan Arslanoğlu romanlarının üzerinde durulmamış önemli bir yan olarak alınabilir pekâlâ. Evden çıkıp gitmek, babanın buyurganlığından sıyrılmak, babanın ya da devletin baskısından kurtulmak, sonuçta bir biçimde özgürlüğe kavuşmaktır. Kişilikler’de Sercan, “Otoriteye hem karşı olan hem de altında bulunduğum otoriteye kolay boyun eğen bir yapım var” diye düşünür. “Sıradanlığın boyunduruğu”dur bu. (82) Babanın tutumu, kahramanlarda manevi açıdan bir güvensizlik yaratmıştır hep. Örneğin Öteki Kayıp’ta Musa, babasına önceleri acır, sonra da kızar. Şöyle düşünür: “İçimde babama karşı hep acıma duydum. Sonra da kızgınlık… Ama kızgınlık duyduğum zamanlarda acıma duygum geçmedi. Bu da belki bende kendine güvensizlik yarattı.” (97) Yalnız erkekler değil, kadınlar da katılır bu eyleme. Örneğin Öteki Kayıp’ta Gülsüm, Leyla, Kişilikler’de Sibel, Nilüfer böyledir. Sibel’in, kendisini bir Karamazof ailesi ortamında görmesi boşuna değildir. Kadın kahramanların onca kişilikli, sağlam karakterler olarak öne çıkmalarına karşın anneler geleneksel duruşlarıyla sessiz, siliktir romanlarda. Belki babadede baskısını dengelemeye çalışırlar aile ortamlarında, ancak bu baskıya karşı çıkan kadınların kendilerini kurtarmak amacıyla içgüdüsel biçimde tutucu oldukları gözlenir aynı zamanda. Kaan Arslanoğlu’nun hemen tüm kahramanları, kent yerleşiği ya da kentli olsalar da geniş avlulu büyük evler, geniş akrabalarla çevrili, güçlü babadede figürü merkezinde yaşam sürdüren aile yapısına sahipler. Aile, oğullar yoluyla genişlemiş, toplumbilimsel açıdan neredeyse büyük aile tipine dönüşmüştür. Roman kahramanlarının, çocukluklarını bir açıdan, böylesi cenderede geçirdikleri de söylenebilir. Ancak çocuklukta kalan bu masal yaşamının özlenen yanı da vardır. Kimi kahramanların dönüp dolaşıp gerek uzam gerekse imge olarak ısrarla bu eve yönelmesi bunu anımsatır sanki. Nitekim artık kapatılmış, terk edilmiş, metruk hale gelmiş, kullanılmayan bu evlere giren, çocukluklarını, geçmişlerini arayan roman kahramanları bu çerçevede alınabilir herhalde. Erdem’in iç sızısı, bunu da ele verir aslında: “Ev metruk. Yaşamının parçaları daha ölmeden kopuyor. Parça parça oluyor insan.” (İntihar, 132) Yazarın, kahramanların çocukluğuna, çocukluğun, hatta ilk gençliğin geçtiği evlere, yerleşimlere kesinlikle yer açtığı görülüyor hep. Böylece o, kahramanın bu dönemindeki aile, çevre baskısına değinip mutluluk, mutsuzluk kaynaklarını eşeliyor. Kimlik’te Necati, Karşıdevrimciler’de AtkinsMetin bu evlere, babalarına dönüyorlar. Hem isyanın hem de kendine dönüşün simgesi baba, “baba evi”. Sonra bu evlerden ormanlara, doğaya açılan bir köprüyle de karşılaşıyoruz romanlarda. Adını anmasa da, yapıtlarında sıkı çevreci olarak karşımıza çıkıyor Arslanoğlu. Gerçekten onda doğa, orman sevgisi, yaban yaşamı özel yer tutuyor sanki. Nitekim ağaç, yeşillik, bitki türleri, adları belirgin yere sahip. Öte yandan ormancı karakterler de önemli yer tutuyor denebilir bu romanlarda. Özellikle ormancıların erkek olduğu, düzeni ya da erki simgelediği de unutulmamalı bu arada. ARSLANOĞLU‘NDA YASAKÇI BABA, İSYANCI OĞUL... Baba tarafından konulan yasak ya da uygulanan baskı veya sürdürülen buyurganlık Arslanoğlu’nun tüm romanlarında karşılaşılan önemli izlekler arasında. Nitekim Çağrısız Hayalim’de buyurgan, baskın baba ağırlığı altında yetişmiş, kendisine bir türlü güvenilmemiş, belki bundan ötürü arkadaşı Ercan’a bağlanmış Ayhan’ı çok iyi yansıtıyor bize yazar. Özellikle Ayhan, Ercan, Esma çok farklı yaklaşımlarla, ustalıkla yapılandırılıyor romanda. Gizliden âşık olduğu Esma’dan ötürü, onun aşk duyduğu Ercan’ı bağrına basan, onu önemli kişi haline getiren kahramanın (burada Ayhan), sinemamızda pek çok değişkesine yer verilmiştir de (örneğin Suphi Kaner biraz da bu figürü simgeler aslında), yazınımızda yeterince yer açılmamıştır bu roman kişisine. Çağrısız Hayalim, sevgilinin sevgilisini bağrına basan işte bu gizli âşık kimliğiyle yani Ayhan karakteriyle de önem taşıyor bence. Kaan Arslanoğlu Andığım üçlü birbiriyle örtüşmüş halde, değişke bağlamında İntihar’da bu kez Erdem, Ahmet, Esin olarak karşımıza yeniden çıkıyor sanki. Esma da Esin de her iki erkeğin birden âşık olduğu kadınlar. Erkeklerden baba buyurganlığı altında cılız kalmış olan Ayhan’la Erdem elenirken ötekiler en azından bir dönem için öne çıkıyorlar. Bir açıdan yaşamın “yaban”ı olarak da alınabilir Erdem. Onun gibi Öteki Kayıp’taki Musa, Çağrısız Hayalim’deki Ayhan, Kişilikler’deki Selcan vb. hep birer yaban olarak çıkarlar karşımıza. Karşıdevrimciler’deki AtkinsMetin doruktur artık. Bu kahramanların prototipi olarak Erdem, kendisinin ya da kendisi gibi düşünenlerin dıştaki evren tarafından baskılandığını düşünür, bu evreni eleştirir. Dıştaki dünya, birbirinin benzeri, buna örnek kopyaların çoğaltıldığı parıltılı yaşamlardan oluşmuştur. Ancak bu yaldızın, süsün gerisinde hiçbir parıltı yoktur. Erdem’in “İnsanın kaderi karakteri değil midir? (68) sorusu da bunu gösterir zaten. Kuş Bakışı’nda, psikiyatrist Nihat’ın yazar hastası da şöyle diyecektir: “Bizde varoluş sorunu hiç yaşanmıyor. Yaşanıyor gibi bir izlenim doğmuyor değil, ama sadece, gibi. En kafası çalışan insanların arasında bile ciddi anlamda yaşanmıyor bu sorun.” (123) Sonra dramatik yalnızlıklar, bunu besleyen çocukluk vurgunları, yazarın romana serptiği değil, yerleştirip derinleştirdiği önemli katmanlar. Arslanoğlu, derine inmiş korkulara da neşter indiriyor bu arada. Hatta bunu, Yoldaki İşaretler’de “ortak birçok yönü bulunan korku labirentleri” (103) olarak vurguluyor. Ötesinde ilginç bir yaklaşımla “korku kokusu”ndan (226) söz ediyor. BABAYLA HESAPLAŞAN OĞULLARA DOĞRU... Babaoğul çatışmasının romanımızda kendine yer bulamayışı üzerinde gereğince durulmuş değil. Babalar, çatışılmaktan kaçınılan kahramanlar olarak romanlarda sanki “hayalet” olarak varlar, o kadar. Roman, bireyin, bireyleşmenin, insanın özne varlık oluşunun, bağsızlaşmasının sanatı… Bizim babalarımızla oğullarımızsa doğulu erkek imgesi yansıtıyor daha çok. Bugün “Türk yazını” başlığı altında toplayabileceğimiz tüm verimler, cumhuriyetin armağanı bu nedenle. Demek ki babaoğul çatışmasının temelde 1968 doruğuyla birlikte kendine yer açtığı savlanabilir. Bu çerçevede Cumhuriyetle birlikte roman kahramanları özne birey konumu sergilerken dışa açılıp bir yandan babaya, onun simgelediği erk olarak devlete, sınıfa, ırka, dine, cinselliğe de karşı çıkıyor. Ama 12 Eylül 1980 sonrasında ilk yok edilmeye çalışılanın özne birey olması dikkat çekici. Bu nedenle özellikle 90’larda kendini ele veren, günümüzde artık doruğa tırmanmış görünen içe dönüş, kendine kapanış buyurganlara körü körüne bağlanmayı da getiriyor kuşkusuz. Romanda bu sorunsala aralıklarla da olsa yer açan yazarlar yok değil. Son yıllarda okuduğum iki romanın adını özellikle anmak istiyorum babaoğul çatışmasından söz edildiğinde. Yiğit Bener’in Eksik Taşlar (2001), Doğan Akhanlı’nın Babasız Günler (Turkuvaz, 2009) başlıklı romanları bu bağlamda üzerinde önemle durulması gereken yapıtlar. Bener’in Eksik Taşlar’ı üzerine dönemi içinde yazmıştım. Önümüzdeki haftaların birinde Akhanlı’nın Babasız Günler’i üzerinde duracağım. Madonna’nın Son Hayali (Kanat, 2005) adlı romanıyla birlikte. Nitekim Akhanlı’nın roman kahramanı, “Turgenyev’den Paul Auster’e kadar yazılmış ne kadar babaoğul öyküsü varsa hepsinden haberdar” (91) biridir artık. Bu arada töre cinayetlerinin işlenişi bağlamında romanımızda göze çarpan kimi ele alışlara dayanarak Oya Baydar’ın Kayıp Söz (Can, 2008) romanından da söz edeceğim ileriki haftaların birinde. Töre cinayetlerine de babaoğul çatışmasının işlenişinde gözlenen zayıflıkla yaklaşılıyor olmasın sakın romanımızda?? CUMHURİYET KİTAP SAYI 996
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle