19 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

August Strindberg’den ‘Açık Deniz Kenarında’ Eskimeyecek, güçlü bir yapıt Açık Deniz Kenarında, İsveçli yazar August Strindberg’in başyapıtlarından biri olarak kabul edilir. Çevirisini Behçet Necatigil’in yaptığı romanda Strindberg, çağının insanının yüzleşmek zorunda kaldığı manevi açmazları dile getiriyor. Natüralist akımların da etkisinde kalan yazar, doğayı insana tutulan bir ayna gibi ele alıyor. Ë Çağlar DEMİRBAĞ ietszche’nin etkisinde yazılmış bir roman diyor Behçet Necatigil, August Strindberg’in Açık Deniz Kenarında adlı romanı için. Behçet Necatigil, aynı zamanda romanı Türkçeleştiren kişi… Nietszche etkisinde yazılmış, Behçet Necatigil’in çevirdiği, Strindberg gibi kışkırtıcı bir yazara ait bir roman, elbette dikkatleri üzerine çekmeyi hak ediyor. Üstelik Strindberg’in şansı, romanı çevirenin Behçet Necatigil olmasından ibaret değil. Daha 1920’lerde Muhsin Ertuğrul tarafından fark edilerek “Baba” adlı oyunu, Muhsin Ertuğrul Türkçesiyle çevrilerek yayımlanmış ve sahnelerde oynanmış. Ama tüm bunlar, ne kadar önemli olursa olsun sadece bir ayrıntı… Asıl önemlisi, Strindberg’in bu romanının, günümüzde de geçmişte olduğu gibi ilgiyi hak edecek özelliklere sahip olması. Bir roman olarak, nasıl ki Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı bir klasikse, Strindberg’in bu romanı da hem ele aldığı konu, hem de anlatım biçimiyle eskimeyecek güçlü bir yapıt olarak karşımızda duruyor. Roman hakkında çıkan yazıların pek çoğunda, Strindberg’in kadın düşmanlığının tespit edilip gösterilmesi ya da yaşadığı yıllara özgü görüşlerindeki aşırılıklardan bahsedilmesi, yapıtın değerini gölgede bırakacak özellikler olarak görülmemeli. Romanın 1890’da yazıldığını ve yazarının Avrupa’da yaşadığını düşünürsek: Nietzsche’den olumlu ya da olumsuz anlamda etkilenmesi, Darwin’in putkırıcı görüşleriyle pozitivizmin derin sularında yüzerken yaşadığı olayların etkisiyle tam tersi bir yola sapıp mistisizme gömülmesi, sadece Strindberg’e özgü bir durum değil o yıllarda. Bilimde ve sanatta yaşanan büyük olayların, savaşlar ve isyanlarla kendisini gösteren büyük bir toplumsal hareketliliğin yaşandığı 1900’lerin başında, yazdığı oyunlarla, öyküler ve romanlarla Strindberg de o çalkantılı yılların yazarı olarak dünya edebiyatında yerini almıştır. Tıpkı, Siyonistken Marksist olan, ardından kendini parapsikoloji konularına kaptıran ünlü romancı Arthur Koestler gibi… Bu yüzden, o yılların düşünür ve yazarlarının yapıtlarını değerlendirirken, biyografilerindeki kimi özelliklerini ya da aşırılıklarını, yaşadıkları yılların sosyal iklimiyle birlikte düşünmek kaçınılmaz bir durum. Örneğin Strindberg’in Açık Deniz Kenarı adlı romanının son cümlesi şöyledir: “İleriye, yeni Noel yıldızına doğru gidiyordu kayık; engine doğru, hayatın ilk kıvılcımını kucağında parlatan tabiat anaya, verimliliğin sonsuz kaynağına, hayatın başlangıcı hayatın düşmanı olan aşka doğru ilerliyordu.” HAYATI CİDDİYE ALAN BİR YAZAR “Hayatın başlangıcı hayatın düşmanı olan aşk” tanımlamasında, aşktan nefret eden bir yazar da görebilirsiniz, aşkı “hayatın başlangıcı” olarak tanımlamasına bakarak; aşkı ciddiye alan ve bu yüzden aşk acısı yaşamış bir yazarın haykırışı olarak da… Strindberg, hayatı tüm yönleriyle fazlasıyla ciddiye alan bir yazardı ve onun yazdıklarında her zaman karamsar ve sert bir duygu halinin görülmesinin nedeni budur bir bakıma. Karamsarlığını ironi yaparak da gizlemiyordu. Belki de bu yüzden ömrünün sonuna doğru değeri fark edilmiş, öncesinde sürekli bir nefret ve aşağılamayla yaklaşılmıştı yapıtlarına. Roman, adadan uzaklaşan bir kayıkla biterken, romanın başlangıcı da o kayığın adaya doğru ilerleyişiyle başlıyor. Stockholm adalar denizini güney kesiminde ilerleyen bu kayıkta, romanın başkarakteri Balıkçılık Uzmanı Axel Borg vardır… Daha kayığa bindiğinden itibaren nefretle karşılanan bir uzmandır Borg… Adaya vardıktan sonra ada halkı da işlerine burnunu sokan bu adamdan nefret edecektir önce. Aslında Borg’un duyguları da bu nefret ilişkisinde karşılıksız değildir. Bu karşılıklı nefreti ve küçümsemeyi, adaya yolculuk sırasında Borg ile dümendeki adamın fırtınaya tutulan kayıktaki konuşmalarında görmek mümkün: “Korkuyor musunuz, bay uzman?” “Evet, korkuyorum, canım kıymetlidir çünkü!” “Başkalarının canı kıymetsiz mi?” “Hiç değilse benimki kadar değil.” Bu diyalogdaki gerilim, uzman ile ada halkı arasındaki gerilimin başlangıcı. Ve denizde patlayan tehlikeli rüzgâr da, bu gerilimin dış dünyadaki bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor romanda. Yazar, yaptığı tüm doğa betimlemelerini, insan ve olay betimlemelerinden bağımsız kurgulamıyor. İnsan psikolojisinin derinliklerini gözler önüne sermesiyle doğayı tarif edişi arasındaki benzerlik, olağanüstü. Örneğin adada uyandığı ilk günün sabahında, fırtına dindiği için denizin ölü dalgaları ile kendi nefes alış verişinin sesi arasındaki benzerliği anlattığı pasaj, buna güzel bir örnek. Denizi dinlerken, dinlediği denizden çok kendisi… Bu yüzden Açık Denizin Kenarında, sadece denizin kenarında değil, hayatın ve aşkın kenarındaki bir manzaraya dönüşüyor roman ilerledikçe. Kaldığı binanın duvar rengi ya da insanların dış görünüşünü tarif edişi, soyut bir gerçekliği de barındırıyor içinde. Yazarın tutarlılık gösteren bu çabası, romanın başlarında okurun kendisini romana kaptırmasını zorlasa da, bir süre sonra romanın sürükleyiciliği içinde kaybolması kaçınılmaz bir hal alıyor. İyi romanların bir özelliği de, piyasa romanlarının cazibeli başlangıçlarının hüsrana dönüşen bir yavanlıkla sona ermesinin tersine, okurun emeklerini boşa çıkarmayan gerçek bir okuma zevki sunmaları değil midir zaten. Balıkçılık uzmanı Borg’un iç dünyasına da böyle bir zorlukla girip onunla düşünmeye ve adayı incelemeye başlayınca, Borg’un derdinin ne ada, ne de uzmanı olduğu balıkçılık olduğunu anlıyoruz. Borg, köşeye sıkışmış ve umutsuzca bir çıkış yolu arayan modern insanın bir prototipidir adeta… Strindberg’in, tıpkı roman kahramanı gibi, bir adaya giderek bu romanı yazdığını düşünürsek, Borg, aynı zamanda Strindberg’ten de özellikler barındırıyor içinde. Ama bu özellikler, sadece bazı benzerliklerden öteye geçmiyor. Hayatını sanata adamış Strindberg’in, sanatı gereksiz bulan Borg’la tıpatıp benzeştiğini söylemek mümkün olmasa gerek. Ama Borg’un Strindberg gibi çatışmalı bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü hayata hem Darwinci, pozitivist bir perspektiften bakıyor, hem de bu perspektifle çelişen ve eleştiren şiirsel bir duyarlılıkla… Düşüncesiz yığınlardan, sıradanlıktan nefret etse de, “kuytu ve gizli yerleriyle orman gibi insanı” ürkütmeyen açık deniz kenarında huzur bulması, yaşamın karmaşıklığı ve boğuculuğundan bunalmış günümüz insanını da romanda görünür kılabiliyor. MOBY DICK ÇAĞRIŞIMI Roman, bir yönden Herman Melville’in “Moby Dick”ini de çağrıştırıyor. Çünkü bir balina avını anlatan “Moby Dick”te ayrıntılı bir biçimde anlatılan balinalar ve av yöntemleri, sadece balinaları ve avlanmayı anlatmıyordu, tıpkı Strindberg’in balıkçılık uzmanının görevlerini anlatırken sadece okura bu meslek hakkında bilgi vermediği gibi. Baltık ringasının denizlerde daha az görülmesi, daha yavruyken avlanmaları ve yuvalarının bozulmuş olmasından kaynaklanmaz yalnızca. Ringalar, artık denizin keşfedilmesi zor derinliklerine yuva yapmaktaydılar. Görünür gerçeklikler artık daha derinlere kaçmış ve “av ekşimiştir”. Ama yazar, Melville gibi, sadece metaforlar da kullanmıyor. Borg’un dünyaya bakışını, romanın inişli çıkışlı örgüsüne uygun bir biçimde zaman zaman felsefi bir metin görünümünde de dile getiriyor ki, bu görüşlerden toplum da, bilim de, aşk da nasibini alıyor. Ada halkını düşman olarak gören Borg’un Maria ile yaşadığı aşk, şiirsellikten uzak bir aşk olarak gelişiyor önce. Maria’yı şiirin gereksizliğine ve bilimin kudretine inandırmaya çalışan birisinin yaşadığı bir aşktır çünkü bu. Ama Maria, Borg’u hiç de kendisini göstermek istediği birisi gibi görmez. Hatta balıkçılık uzmanının bu halleriyle dalgasını geçen sıradan bir kadın gibi davranır Maria… Dahası, Maria ile Borg, tamamen birbirlerinin tersidirler. Baştan çıkarılmaktan hoşlanmayan Borg ile baştan çıkarıcı Maria, romanın bir başka çatışma kaynağı olarak karşımıza çıkar. Tüm bu zıtlıklar ve çatışmalar, aralarında büyük bir aşkın doğmasına engel olmaz gene de... Romanın sonlarına doğru Borg, Maria ile yaşadığı aşkta “artık kendi başına buyruk olmadığını, içine kapanabileceği birkaç metrekarelik bir odaya artık hüküm yediğini, balinanın derisine yapışıp ağırlıklarıyla git gide hayvanın hızını kesen istiridyeler gibi, sırnaşık bu insanlarla temastan kaçınamayacağını” anlar ve azap dolu bir süreç başlar… Behçet Necatigil’in dediği gibi “Edebi tür ve üslupların hepsini denemiş, natüralist ve expressionist edebiyatı teşvik etmiş, hayatın perişanlıklarını, kadınla erkek arasındaki çekişmeyi, insanoğlunun imkânsızlıklarını aşıp da sağlam, kuvvetli bir imana erişmeksizin, yeni çağların ahlak ve iman konularını işleyen” bu yazarın “Açık Deniz Kenarında”yken, hayatın ve aşkın pek çok yönünü sorguluyor insan. Tıpkı hayat gibi, zaman zaman çalkantılı, zaman zaman durgun bir denize benzeyen bu romanın derinliklerinde bulunacak daha pek çok şey var… ? Açık Deniz Kenarında/ August Strindberg/ Çevirmen: Behçet Necatigil/ Everest Yayınları, 2009/ 218 s. SAYFA 13 N CUMHURİYET KİTAP SAYI 996
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle