05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ siyasal gereksinme ve arayışlarına yanıt verememesidir. Bu doğruysa, sürece solun müdahalesinin koşulları var demektir. İkincisi, olumlusundan baktığımızda, dünya ve Türkiye’de sosyalizmin nesnelmaddi koşulları oluşmuştur. Yeni bir toplum düzeni, yeni bir uygarlık, “zamanı gelmiş” bir düşüncedir. Üçüncüsü, Türkiye’de bugün en başta zihinsel dağınıklık nedeniyle etkisiz kalan, hiç küçümsenmemesi gereken bir sol birikim var. “Potansiyel”, dilimizdeki güzel karşılığıyla “gizilgüç” de diyebiliriz. Madalyonun öteki yüzüne baktığımızda ise, dünya çapında gericilik döneminin sürdüğünü, bugün nesnel veriler açısından umut ve enerji üreten devrimci bir yükseliş döneminden geçmediğimizi görüyoruz. Solda zihinsel, siyasal ve fiziksel dağınıklık sürüyor. Bence ülke insanının “sol yol”a yönelmesinde bugün için belirleyici olan, solun kendisinin ne yapacağıdır. Dünya ve Türkiye nesnelliği, sola tarihsel “şans” tanımaktadır, tanıyacaktır. Ne var ki, bilimde de “şans” öğesinin olduğunu söyleyen bilim insanının eklediği gibi, “şans, hazır olan kafaya güler.” “ANTİEMPERYALİST OLUNMADAN SOLCU OLUNMAZ” Dün kesin çizgilerle belirlenmiş ve evrensel bir anlamı olan “sol” kavramı çevresinde bugün neden bunca değişik tanım ve yorum ortalıkta dolaşıyor? Solun herkesçe paylaşılabilen “efradını cami, ağyarını mani” bir tanımı neden yapılamıyor? Siz, “Antiemperyalist olmayan hiçbir kişi ya da akımı bugün solcu saymak olanaklı değildir” diyor ve bu konuda bir “sulanma”dan söz ediyorsunuz. Bu nitelemeyle, tam olarak neyi anlatmak istiyorsunuz? Bir söz var: “Araba bozulduğunda yol gösteren çok olur.” Dünya ve Türkiye’deki kavram karmaşasının altında soldaki gerileme ve mevzi kayıpları var. Ama yalnızca bu değil. “Sol”un ancak geniş anlamıyla alındığında, o da çok genel ve deyim uygunsa bir “üst” tanımı yapılabilir. Bence bugün herkesin kabul edeceği “efradını cami, ağyarını mani ” kılacak bir tanım yapmak kolay değil. Dün de değildi. Sol öznelerin isimleri ve cisimleri tarihsel süreç içinde çeşitlenip farklılaştı. Öte yandan, solun, solcu özneler ve öbekler açısından değil, kitleler açısından toplumsalsınıfsal bölünmenin iki tarafından biri anlamında geniş bir anlamı var ki, bunun dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Son dönemlere ilişkin olarak sözünü ettiğim “sulanma”yla, bu geniş sol tanımı içindeki ortak referans noktalarının seyrelmesini kastediyorum. Bu geniş çerçevede, kitapta solun genel referans noktalarını; “zayıf, yoksul ve baskı altında olanı”, toplumsal ve kişisel temel hak ve özgürlükleri, hak ve fırsat eşitliğini savunmak, insanın insanı sömürmesine, ezmesine, ülkelerin ve devletlerin başka ülke ve devletlere ekonomiksiyasal şiddetle egemen olmasına karşı durmak olarak saydım. Bugün antikapitalist olmadan tutarlı antiemperyalist olmak olanaklı değil; bu ikisi aslında aynı olgu. Tersi de doğru: Avrupa Birliği’ni güzelleyenlerin yaptığı gibi, emperyalizme karşı çıkmadan kapitalizmle savaşmak, emperyalist olmayan bir kapitalizmden ve kapitalist olmayan bir emperyalizmden söz etmek olanaklı değil. Dahası şu: Emperyalizm bugün eskiden olduğu gibi, fiili askeri işgal yöntemlerine başvurmayı sürdürüyor. Bunlara karşı çıkmadan, en geniş bir referans dizgesinde bile solculuk olanaklı değil. “Solu sahte sahiplenicilerinden geri almamız gerekiyor” sözünüzü biraz daha açabilir misiniz? Çok açıkça şu: Yukarıdaki referansları öne, bilince, emekçilerin bilincine çıkararak, “sol” kimliğinden ve kavramlarından pragmatik amaçlarla yararlanmak isteyenleri politik olarak bunu yapamaz hale getirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hiç de öyle olmayan bir düzen partisini “sol” bir parti olarak göstermek, bunun inandırıcı CUMHURİYET KİTAP SAYI 970 olmadığı bir yerde “sağ” ve “sol” ayrımlarının artık geçerli olmadığını iddia etmek, egemenlerin Türkiye’yi “solsuzlaştırma” söyleminin iki temel argümanıdır. Solun 60’lı yıllardaki yükselişi ve Türkiye’ye kazandırdıkları, kitabınızın “Türkiye’nin Dönemeci” başlıklı üçüncü bölümünde ağırlıklı bir yer tutuyor. O döneme ilişkin olgular, bugün yeni bir çıkış yolu arayan Türkiye soluna nasıl bir ışık tutuyor? Günümüz solu, bu görkemli deneyimden nasıl yararlanabilir? 12 Eylül sonrası dönemde solda ağır basan yaklaşım, yapamadıkları, eksiklikleri ve yanlışları üzerine özeleştiridir. Bunun haklı nedenleri var. Türkiye solu, 12 Eylül’den önce, 1978 dönemecinde ne yapacağını bilemez hale geldiği, yaklaşmakta olan konfrontasyona ideolojik sınıfsal yığınak, mücadelenin bir üst evresine hazırlanma ya da düzenli geri çekilme anlamında hazırlık yapamadığı için büyük bir yenilgi aldı. Burada giremeyeceğimiz çeşitli nedenlerle tempolu ve sürekli bir toparlanmayı gerçekleştiremedi. Bunun sonucu olarak da yenilgici bir ruh halinden sıyrılamadı. Kitapta, Türkiye’de solun toplumsal açıdan etkili olduğu 19601980 kesitini bir başka açıdan değerlendirerek, geçmişte yapılabilenler üzerinden bugünü düşünmenin ufuk açıcı olacağını göstermeye çalıştım. Bu 20 yıl boyunca Türkiye solu yalnızca etkili bir akım olarak kalmamış, Türkiye’ye ciddi ve anlamlı katkılar yapmıştır. Burada bir ışık var. Dünya ve dönem koşullarının farklılığını unutmadan bu ışıktan yararlanmak yol açıcı olabilir. Kanımca bu dönemin en önemli ders ya da deneyimi, solun halk kitlelerinde yarattığı umut ve güvendir; toplumsallaşma yeteneğidir. 27 MAYIS’IN NİTELİĞİ Sosyalist ve “liberal sol”da, 27 Mayıs’la 12 Mart’ı ve 12 Eylül’ü aynı kefeye koyma ve genel bir “darbelere karşıyız” söylemi çok yaygın. Siz ise kitabınızda, 27 Mayıs’ı, “Türkiye’nin sola açıldığı bir dönem” olarak niteleyerek öteki askersel müdahalelerden ayırıyorsunuz. Bu değerlendirmenizin dayanaklarını açıklar mısınız? 27 Mayıs’ı askeri darbe ile iktidar değişikliğinden ibaret bir olay olarak görmek, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle aynı sepete koymak yanlıştır. 27 Mayıs, toplumsal destek ve anlamını Demokrat Parti iktidarına, bu iktidarın bir “milli irade” diktatörlüğü kurma, dinci gericiliği okşama, Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapma yönelişlerine karşı biriken hoşnutsuzluk ve öfkeden, daha özel olarak öğrenci gençlik ve aydın muhalefetinden alan bir hareketti. 27 Mayıs’ı Türkiye’nin sola açıldığı bir dönemin başlangıç noktası yapan, müdahalenin kendisi, Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) yapısı, siyasal eğilimleri değildir. 27 Mayıs, başka birçok etkenin bir araya gelmesiyle, nesnel olarak toplumdaki sol birikimin önünü açan bir işlev gördü. Darbeyi radyolardan okuyan kişi, MBK’nin “kuvvetli albayı” Alparslan Türkeş’ti. İlk açıklamanın ilk cümlelerinden biriyle, MBK’nin “NATO’ya ve CENTO’ya” bağlılığı ilan edilmişti. MBK’nin, Türkeş’in çevresinde toplanan kesimi, iktidarı uzunca süre elde tutmak, korporatistfaşist bir programı uygulamak istiyordu vs. 1961 Anayasası, “özüne dokunulamaz” temel hak ve özgürlükleriyle, “sosyal hak” kavramını metnine almasıyla, siyasal partileri demokratik düzenin vazgeçilmez unsurları saymasıyla ve daha birçok hükmüyle Türkiye’nin burjuva demokratik anlamda en ileri anayasasıydı. İkinci meclis Senato, Anayasa Mahkemesi, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği, çoğunluk iktidarını ve diktasını sınırlayan, birbirini denetleyen düzeneklerdi. 1961 Anayasası, solu ve sosyalizmi yasaklayan özel bir hüküm de içermiyordu. 1961 Anayasası’nın “kurucu asli iradesi”nin askerler olduğunu gösteren iki düzenlemesi, MBK üyelerine “tabii senatör”lük verilmesi ve Milli Güvenlik Kurulu’ydu. TİP’in geçmişteki başarısı, büyük ölçüde emekçi yığınlara, sendikalara ve toplumcu aydınlara yaslanmasından kaynaklanıyordu. Bugün sol hareketle bu kesimler arasında belirgin bir kopukluk gözleniyor. Marksist solun marjinallikten kurtulup toplumsallaşması, emekçi yığınlarla, halk katmanlarıyla yeniden buluşması nasıl gerçekleşecek? Bu buluşma sağlanmadan, Türkiye’de solun devrimci bir güç olarak etkinlik kazanması olanaklı mı? TİP deneyimi, neredeyse ayrımsız tüm sosyalistlerin önemli saydıkları, kazanımlarını yinelemek üzere referans aldıkları bir deneyimdir. En önemli ve bir daha yinelenemeyen başarısı, işçi sınıfını, sosyalist aydınları, Kürt sosyalistlerini aynı parti hareketi altında toplaması, geniş halk kitleleri içinde sosyalizmi etkili kılmasıdır. Toplumsal akım ve eğilimler olarak söylersek, TİP, yarattığı “sosyalist” üst kimlikle laik, modern kent emekçi ve küçükburjuva katmanlarının; 1946’dan sonra DP’yi destekleyen kır demokratlarının bir bölümünün; Kürt, Alevi ilericilerinin, kısaca benzer ve farklı toplumsal istemleri olan kesimlerin ilgisini ve desteğini kazanabilmiştir. Bu deneyimde olduğu gibi, toplumsal damarları birleştirmeden sol, devrimci bir güç ve etkinlik sağlayamaz. Sorunuzun içinde saklı bu yanıta katılıyorum. Burada açamayacağımız, ama söylemeden geçemeyeceğim bir nokta daha var. TİP’in başarısının yinelenememesinin, üzerinde pek durulmayan en önemli nedeni, kanımca, en başta kendisinden, ama aynı zamanda solun öteki bölmelerinden kaynaklanan nedenlerle TİP’in süreç içinde kazanımlarını geliştirememesi, koruyamaması, çözülmesini engelleyememesidir. Birinci TİP, ne yazık ki başarısını sürekli kılamadı. görüşü vb. bakımlardan türdeş olmayan bu büyüklükteki eylemleri öğelerinden birine indirgemek ya da eşitlemek doğru değildir. Bu mitingleri, bir iki fiyakalı yorumla, “devlet operasyonu”, hatta “faşizm provası” olarak değerlendirenler “kitle”den, “kitle hareketi”nden hiçbir şey anlamıyorlar. Hiçbir kitle hareketi, doğası gereği saf ve steril değildir. Bu mitingler, 12 Eylül’den bu yana tekelci sermaye program ve uygulamalarına, AKP’nin iktidardan sonra devleti ve toplumu da ele geçirme tırmanışına karşı birikmiş bir öfkenin, enerjinin, siyasal ama karmaşık, eklektik bir “bilinçle” kitlesel harekete dönüşmesiydi. Bu kaydı akla tutarak, “Cumhuriyet mitingleri”nin iki ana iletisinin laiklik vurgusu ve emperyalizm karşıtlığı olduğunu söyleyebiliriz. Kanımca en önemli yön, bu hareketlilikle Türkiye’de içine nüfuz edilir, dönüştürülebilir, devrimcisol açılımlara enerji katabilir dinamik bir toplumsallığın kendini duyurmasıdır. Bu, deney ve laboratuvar olanaklarına sahip olmayan toplumbilim alanı için altın değerinde bir veridir. Bu çerçevede “Cumhuriyet mitingleri”ni topraktaki enerjiyi haber veren, uyaran işaret fişekleri olarak değerlendirmek doğru olur. Soruya dönersek, bu bir yabancılaşma. Sol, genel bir eğilim olarak Türkiye toplumuna, toprağına ve insanına yabancılaştı. Toplum için, sınıf için olduğunu unuttu. Marjinalliği bir varlık ve yaşam biçimi haline getirdi. Türkiye solu, eğer bir atılım, sıçrama gerçekleştirmek istiyorsa, kendisine, topluma bakışını, toplumun kendisine bakışını değiştirmek zorundadır. Sol, özlediğiniz bu yeni ve güçlü atılımı yakın bir dönemde gerçekleştirebilir mi? Toplumsal olaylarda zaman hem önemli, hem göreli bir kavram. “Yakın dönem” de öyle. Ama bu çok haklı bir soru. Çünkü, yaşadığımız süreçte zaman herkes için daralıyor. Türkiye solu, eğer misyonu tarihe mektup yazmak değilse, “bir an önce” toplumsal mücadelenin, siyasetin aktif bir tarafı olarak devreye girmek zorundadır. Olumlu işaretler, arayışlar var. Yine de solun yakın zamanda güçlü bir atılım gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği sorusuna net bir yanıt verebilecek durumda değilim. Bugün, ünlü “Ne yapmalı?” sorusunu doğruya en yakın biçimde yanıtlamak, ama onunla yetinmeyip devrimci irade ve etkinliği, örgütlülüğü maddi olarak geliştirmek için herkesin yapabileceğinin en çoğunu yapması gerekiyor. “Emperyalizm, en büyük gericiliktir. Emperyalizm en büyük bölücülüktür” diyor Haluk Yurtsever. CUMHURİYET MİTİNGLERİ “FAŞİZM PROVASI” MI? Türkiye solunun önemli bir kesimi, “Cumhuriyet mitingleri”ne de şaşı baktı ve yakın tarihimizin bu en yığınsal eylemini gözden düşürmek için olmadık yanlışlıklar sergiledi. Mitingleri “devlet operasyonu” ya da “faşizm provası” olarak niteleyenler bile oldu. Siz, bu eylemlerin Türkiye solunca doğru anlaşılıp değerlendirilmediğini söylüyor ve mitinglerin ana eğiliminin “laiklik vurgusu ve emperyalizm karşıtlığı” olduğunu belirtiyorsunuz. Sosyalist sol, nasıl oldu da halkın duyarlıklarına ve yığınsal çıkışlarına bu denli yabancılaştı? “Cumhuriyet Mitingleri”nin çeşitli açılardan çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu mitingler, büyük bir kitle seferberliğiyle gerçekleştirildiler. Üç mitinge insanlar sel gibi aktılar. Sınıfsal temel, dünya “KOSMOSUN KARDEŞLİĞİ” BİR ÜTOPYA MI? Kitabınız, Nâzım Hikmet’in “Kosmosun Kardeşliği Adına” şiiriyle son buluyor: “selamlamağa geldim seni yeryüzü umutları adına, / bedava ekmek bedava karanfil adına/ mutlu emeklerle mutlu dinlenmeler adına/ ‘Yârin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber”/ diyebilmek adına/ evlerin/ yurtların/ ve kosmosun kardeşliği adına.” Bu bir düş mü, umut mu? “Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi” öğrenen insanoğlu, bu evrende kardeşçe yaşamayı da öğrenebilecek mi acaba? Nâzım’ın ütopyası bir gün gerçek olabilecek mi? Bu bir düş, bu bir umut, bu bir ütopya, aynı zamanda uğruna dövüşmeye değer bir dünya canlandırması (tasarımı, tasavvuru). Düşle gerçeklik, ütopyayla bilim arasındaki mesafe ise her zaman sanıldığı kadar büyük olmuyor. Bu dizelerin asıl önemi, insanca ve kardeşçe yaşama özlemini, biz ölümlü insanlarının küçük dünyasından sonsuz, sınırsız evrene taşıması bence. Nâzım’ın ütopyasının bir gün gerçek olacağına, ne yazık ki küçük bir kayıt koyarak inandığımı söylemek isterim: Eğer dünyamız var olmaya devam ederse! Nâzım’ın ütopyasının gerçekleşeceğine, en çok insana güvendiğim için inanıyorum. ? Yeni Bir Sol Atılım İçin/Haluk Yurtsever/ Kalkadeon Yayınları/278 s. SAYFA 5
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle