Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Şiirin, öykünün İzmit durağı dana, Bursa, Antalya gibi büyük kentler de kültürel açıdan elbette yüksek ivme gösteriyor, biliyorum, ama yine de İzmit’le Eskişehir farklı görünüyor bana nedense… İzmit, Eskişehir ödenekli belediye tiyatroları kadar kent tiyatrolarıyla da öne çıkmış yerleşimler… Sözgelimi Burhan Akçin yönetimindeki Kocaeli Bölge Tiyatrosu, çeyrek yüzyılı aşkın zamandan bu yana etkinliğini sürdüren en ciddi kent tiyatrosu topluluklarından biri, hatta başlıcalarından… A Eskişehir de Türkiye’nin, üniversitede profesyonel tiyatro topluluğuna sahip tek kenti: Tiyatro Anadolu… Öteki kent tiyatroları bağlamında da zengin Eskişehir… Sonra Türkiye’nin tek “heykel kenti” de diyebiliriz Eskişehir için… İzmit’te Kadir Yüksel’in yayımladığı bir dergi vardı yıllar önce: “Fayton Öykü”, sonra “Üçüncü Öyküler”i yayımladı. Derken öykü kitapları çıkageldi ardından… Kadir, Hürriyet Yaşar’la Yelkovan’ı da çıkardılar bir ara yine, ama süremedi yazık ki… Şimdilerde Erbil Göktaş’ın yönetiminde yayımlanan Yeni Tiyatro dergisi eklendi bunlara İzmit’te… Buna denk bir yazınsal etkinlik, bu yoğunlukta olmamakla birlikte Eskişehir’de de göze çarpıyor. Bu arada hakkını yemeyelim; Adana, Bursa, Antalya da ürettikleri etkinliklerle ciddi konuma sahip kentler. Nitekim gerek kent tiyatrosu gerekse kentsel sanat üretimi bağlamında her üç kent de, kentlileriyle birlikte yoğun üretimde bulunuyor denebilir, izliyorum bütün bunları… Sözgelimi Ramis Dara’nın Bursa’daki, Cahit Kerse’nin Antalya’daki dergicilik çabaları nasıl görmezden gelinebilir? Ancak İzmit’te tiyatro ile yazınsal tutumun, Eskişehir’de ise tiyatronun bana yine de kimi yanlarıyla dikkat çekici geldiğini belirteyim… Belki bunların yapılma biçimi açısından, daha çok da buralarda üretilen kültürün Türkiye’ye eklemlenişi bakımından ötekilerden görece ayrılıyormuş gibi bir izlenime varıyorum diyeyim. İzmit’te bir sokak var sonra: “Ruşen Hakkı Sokağı”… Bilir misiniz o sokağı; adım attınız mı, pazarına uğrayıp esnafıyla, zanaatçısıyla söyleştiniz mi ayaküstü üç beş satırcık da olsa? Ben de dolaşmış değilim aslına bakarsanız, değilim ama Ruşen Hakkı’nın günlüklerini okuduğumda, İzmit’te dolaşıyormuş duygusu yaşıyorum hep. Çünkü çiçek gibi İzmit dökünüleriyle dolu bu günlükler (Örneğin bak.: Körfez Güncesi, Üçüncü Öyküler yayını, 2003)… Peki ne dersiniz o halde, şiirin, öykünün İzmit durağında biraz eğlenmeye? ANADOLU’DA RUŞEN HAKKI OLMAK... Anadolu’da sanat üretilmez değil, ama üretilen sanatın ülkedeki bütün içinde yerini bulmasının, bu yere oturabilmesinin oldukça güç olduğu söylenebilir herhalde… Bu konuda başı İstanbul’un çektiğini herkes biliyor… Tüm sanatsal etkinliklerin güncel ya da kuramsal siyasasıyla verimleyişte orSAYFA 20 “Ruşen Hakkı Anadolu’nun bir köşesinde, İzmit’te kendi adını taşıyan bir sokakta sanat üretiyor; şiirler verimliyor, öyküler yazıyor. Anadolu’nun başka başka yerlerinde üretimini sürdüren öteki yazarlar, (Fotoğraf: Kadir İncesu) şairler gibi…” taya çıkan arayışlar, deneyimler, akımlar, yönsemeler vb bağlamında ilk önce orada şekilleniyor hep… Kimbilir, İstanbul’un şansı da, şanssızlığı da bu belki… Evet, İstanbul, üretilen sanatsal eylemin ülke geneliyle bütünlenişi açısından tek başına öncülük üstleniyor açıkça. Bu, kente büyük ivme kazandırırken, sanatçısını daraltıyor. İstanbul’da yaşayan sanatçı, kentteki etkinliklerle büyük şans yakalıyor, ama bu şans, üretimine bu ölçüde yansımıyor yazık ki… Taşrada yaşayan sanatçı da üretimi yönünden ne ölçüde şanslıysa, bütünün dışında kaldığı için de o ölçüde şanssız. İşte Ruşen Hakkı da Anadolu’nun bir köşesinde, İzmit’te kendi adını taşıyan bir sokakta sanat üretiyor; şiirler verimliyor, öyküler yazıyor. Anadolu’nun başka başka yerlerinde üretimini sürdüren öteki yazarlar, şairler gibi… Ama şiir seçkilerine göz atın, kimilerinde adına bile rastlanmıyor onun… Neden? Oysa 1950’lerin o büyük şiir ırmağına ulanmış bir şair o, ama bir farkla, 1950 yazınsal çığırının dışında kalarak… O zaman kendi yolunuzu kendiniz belirliyorsunuz ister istemez… Hoş 1950 kuşağı şairleriyle yazarları 1940 toplumcu aydınlanmacılarının halka dönük tutumunu genelde entelektüel tutumla değiştirmiştir. Bu nedenle Ruşen Hakkı, çocukluğunun çıraklık, kalfalık yıllarında daha, özce de buluşamazdı herhalde bu damarla. Başta aldığı kararı yaşam modeli alarak sürdürdüğü düşünülebilir onun… Öyle ya, şiirlerini, öykülerini böyle bir yaklaşımla verimledi, kentiyle bütünleşerek üretmeyi yeğledi… Tıpkı Metin Demirtaş gibi… Bu yüzden görece örtük kaldı, doğrusu, bir kıyıda mayalanışını sürdürmeyi yeğledi o da. Nitekim şiirleri, öyküleri, günceleri ondaki bu kararlı tutumun birer yansıması gibi görünüyor bir ölçüde. Ama 1950’lerde şiirlerini, 60’larda öykülerini yayımlayan Ruşen Hakkı, ilk kitaplarını 1960’larda çıkardı yine de. Arada tek roman yayımlamış olmakla birlikte (Umudun Çiçeklendiği Günler, Gerçek Sanat, 1991) üçlü üretimini sürdürürken şiirle öyküyü yaşam yoldaşı yaptı kendine. Buna dönük tutumunu üstelik bize içli bir dille anlattı da, “İki Sevgili”sinden söz edercesine: “Şiire, 1940’lı yılların sonuna doğru mâni yazarak başlamıştım.” “Sonradan yazdığım şiirlerin bir boktan karalamalar, iç dökmeler olduğunu gördüm. Çünkü Orhan Veli’nin şiirleriyle tanışmıştım. Aradan çok geçmeden de Nâzım Hikmet’in şiirleriyle allak bullak olmuş ve şiir yazmaktan vazgeçmiştim.” “Hikâyeye gelince…/ 195254 yıllarında hem okuyor, hem de Demokrat Kütahya gazetesinde çalışıyordum. Gazetenin tek çalışanı bendim.” “Her gün birinci sayfaya küçük bir fıkra, ikinci sayfaya köşe yazısı (…) ve haftada bir hikâye yazmaya başladım…” “Şiirde başıma gelen, hikâyede de başıma gelmişti…” “Ve Sait Faik ile Varlık dergisini okuduğumda, bu kez de hikâye yazmaktan vazgeçmiştim. Çünkü şiirlerim gibi hikâyelerim de eften püften şeylerdi…” “…Yazmaktan vazgeçmedim…” “1960’da yeniden hikâye yazmaya başladım ve yırtmaya kıyamadım!…” “İkisi de vazgeçemeyeceğim iki sevgiliydi…/ Şiirde bulamadığımı hikâyede, hikâyede bulamadığımı şiirde buluyordum…” (Serçeler ve Kediler, Bütün Öyküleri II, Gerçek Sanat, 2003) Ruşen Hakkı’nın şiirine, öyküsüne biraz da bu ipuçlarının ışığında yaklaşmanın doğru olacağı kanısındayım… RUŞEN HAKKI’NIN ŞİİRİ... Şair, öykücü Ruşen Hakkı’nın yayımladığı şiir kitapları azımsanacak gibi değil: Köprü (1962), Yuvarlak Masa Oturumu (1964), Hüznün Dalgın Kuşları (1968), Dağlama (1974), Çakmaktaşı, Kav, Kıvılcım (1980), Canevimden (1989), Üretimde Sevda (1993), Elini Hünerle Kuşlara Yelek Giydir (1999). Şairin tüm şiirlerinden yapılmış bir seçki de var elimizin altında: Değirmen (Evrensel, 2003). Bu seçkideki şiirler dikkatle okunduğunda, onun 1950 şiirinin yanı başında, ondan enikonu esinler alarak, ama asla onun gölgesine girmeden şiir verimlediğini gösteriyor. Onun şiiri, yalın yoğunlukla, yeğin içlilik arasında bir duruluk halinde kendini dengeleyerek süregidiyor. İlk iki şiir kitabındaki verimleyişi söyleyişte kimi ortaklaşalıklar yansıtsa da üçüncü kitabında artık bundan sıyrılan, kendinden hareketle iç ses kurmaya yönelen bir Ruşen Hakkı’ya ulaştığını görüyoruz şairin. “Karavana” yok üçüncü kitabında, hep hedeften vuruyor şiiri. “Ürkek ama hep ürkek/ Hüznün dalgın kuşları.” “Ertelenmiş ne varsa yaşamlardan/ Birikir potasında hüznün/ Ve her gün üç beş balık adam/ Derinliklerinde yüzümüzün” “Yüzüm yüzünüze açılan bir penceredir/ Kaçak bir göğün yanılttığı/ O hep kaçak ve biraz bencildir/ Çevirir kapısını alıkor kuşlarını” Ruşen Hakkı, şiirini 1968’de de yine içe dönük bir derinlikle demlerken 1974’teki şiirleriyle bir kez daha dışa açılıp şiirin anonim değerlerini kurcalıyor görebildiğimce. Dışa açıldığında Ruşen Hakkı’nın şiiri, bir ölçüde öyküyle kol kola giriyormuş izlenimi bırakırken iki sevgili de birbirine karılıyor sanki. Şiirin içine, ta derinliğine doğru yola çıktığında ise hem yalnızlaşıyor hem yalınlaşıp tekleşiyor şiir. Öykünün dışında kendisi olarak da özgüllüğünü artırıyor üstelik. O zaman bu şiirin Behçet Necatigil duyarlığıyla, Nahit Ulvi Akgün içliliğiyle, Cahit Külebi’nin söyleyiş yumuşaklığıyla eşik yakınlığı kurduğu söylenebilir. Birdenbire avcuna alıyor insanı Ruşen Hakkı’nın şiiri. İçinizdeki kurumuş yufkaya su serpiyor deyiş yerindeyse… RUŞEN HAKKI’NIN ÖYKÜLERİ... Öykülerinde ama, şiirle kol kola olduğunu görüyoruz onun hep, iki sevgilisini de at başı götürüyor beraberinde… Nitekim bugüne dek verimlediği dört öykü kitabı bunu tanıtlıyor bir bakıma: Sokağın Ucu Deniz (1977), Irmak (1979), Kentin Konukları (1990), Sırtı Çilçiçeği Bahçesi Kadın (1996). Bu dört öykü kitabının ilk ikisini Kadir Yüksel “Bütün Öyküleri I” başlığı altında yayımlamış (Üçüncü Öyküler, 2000), son ikisi ise Serçeler ve Kediler (Gerçek Sanat, 2003) başlığını taşıyor. Yalın bir Türkçeyle örüntülenen, dilsel tadı yerli yerinde, hemen duygu ortaklığı kurulabilen, insanı yükselten öyküler bunlar. Okurken, derinlerde sessizce ilerleyen bir şiirin tadını da duyumsuyorsunuz. Ruşen Hakkı, şiirle öyküyü ayırırken Şükran Kurdakul’un getirdiği ölçütü uyguluyor sanki. Anlatacağı zaman öykü, derin suya açılacağında şiir… Bu nedenle öykülerinde şairaneliğe sapmıyor hiçbir zaman. Şiirin harcıyla karılmış öyküler denebilir bunlara olsa olsa, o kadar… Önde olay aktarımına dayalı bir öyküleme göze çarpmıyor değil, ama bunun düz olay aktarımı olmadığını seziyorsunuz. Gittikçe perdelenip örtüldüğünü görüyorsunuz öykülerin, o zaman da yazılanların ötesindeki evrene geçiyorsunuz çabucak… Ne var ki arada “öykümsü”ler denebilecek türde Oktay Akbal’ın bu yönde verimledikleriyle örtüşebilecek ürünler göze çarpıyor. Günce kaleme alan yazarlarda rastlanan bir tutum belki bu, bilemiyorum, ancak bir an için şöyle bir duraklıyorsunuz. Kırk yılı aşkın bir zamandır öykü yayımlayan bir şair, yazar Ruşen Hakkı. Dilini bileyleyip öyle başlamış yazına. Kolay kurulmuş, kolay algılanan öyküler izlenimi bırakmakla birlikte yalınlığa, ancak emekle, çıraklıkla varılabileceği çok açık… 1960 başlarında yayımlanan ilk öykülerinde bile bir metnin, okuma edimi sırasında salabileceği şurubun kıvamına benzer bir denge yansıtıyor Ruşen Hakkı. Bu, onun dil işçiliğinde, söyleyiş ocağında, zanaat bağlamında kendisini nasıl geliştirmiş olduğunu da ortaya koyuyor kuşkusuz. Bu kadar da değil, öyküde farklı çalımlamalar da deniyor. Örneğin “Tabanca” (1965), “Görüşme” (1971), yayımlanış dönemleri dikkate alındığında sıradışı sayılabilecek öyküler. “Sokağın Ucu Deniz”, tam kırk yıl önce Varlık’ta yayımladığı bir öyküsü Ruşen Hakkı’nın. Bu başlık altında yayımladığı kitabın üzerinden bile otuz yılı aşkın zaman geçmiş. Ama yine de örtük bir tutumla karşılandığını seziyorum Ruşen Hakkı’nın. Neden? Oysa kendi çıkrığında ipeğini bağlayan bir şair, sevecen ruhla öyküsünü güzelleyen bir yazar o. Sanki öteden beri şiirler, öyküler verimliyormuşçasına. Doğuştan şairlik, yazarlık kuşanmış derviş havasında bir âşık… Biz ayırdında olmasak da, kendi alevinde yanaduran çıra… ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 970