03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Enver Aysever’le romanı ‘Bir An Bin Parça’yı konuştuk hissetmiyoruz diyemeyiz. Bir erkek yazar olarak kadının ruh halini çok iyi tahlil ediyorsunuz. İstatistiki verilere göre Türkiye’de ve dünyada roman okuyanların çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Roman okuru kadın. Ve aynı roman okuru kadın, Türkiye’de kadını en iyi anlatan yazar diye birilerinden söz ediyor. Örneğin Ahmet Altan ya da Murathan Mungan. Bu yazarların kitaplarına baktığım zaman hiç de kadın ruhunu anlatan bir yazar göremiyorum. Bunlar kadınlardan hiç de hoşlanmadan, sanki kadınlardan intikam alırmış gibi yazılmış romanlar. Ve bu romanlarda erkeğin dünyasına, arzularına hitap eden kadınlar var. Ben kadınları iyi anlattım mı bilmiyorum. Bir erkek olarak bir kadını yazarken onu kendi gerçekliği, ölçüleri, duyarlılıkları ve algısı içinde yazmak gerekir diye düşünüyorum. Ben bunu becerebilmek için çabalıyorum. Bilmiyorum ne derece başarılı olabiliyorum. Kadınlar hayatımızın doğal parçasıdır. Kendi hayatıma dönüp baktığımda, kadınların çok önemli bir yeri olduğunu görüyorum. Annemin, ilkokul öğretmenimin, eşimin, kız kardeşimin hayatımda çok önemli bir yeri var. Birlikte çalıştığım arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu kadın. Kadınları iyi anlattığı ileri sürülen romanlara baktığımda kadınların bütün gün sanki tek sorunları varmış, o da cinsellikmiş gibi gözüküyor. Ben bunu kadınlara karşı yapılmış bir haksızlık olarak görüyorum. Kadının Türkiye’deki sorunlarından bir tanesi cinselliğinden kaynaklı baskılar olabilir ama bugün kadının toplumsal gerçekliğine baktığınız zaman çok ciddi başka sorunları var. Kadınların sosyal koşullarını saptamak zorundayız. PLAZALAR, ŞEHVET ÂLEMLERİ, ÇIKAR İLİŞKİLERİ... Arzu karakteriyle plaza insanının kendi içinde yaşadığı açmazları gözler önüne seriyorsunuz. Plazalarda tatmin sorunu yaşayan, ruhsal açmazları olan, sağlıklı ilişki kuramamış, iktidar çatışmaları içinde olan yüzlerce Arzu var. Plazalar kapıdan içeriye girdiğin zaman kendin gibi olmamayı gerektirir. Çünkü sanki başka bir ülkenin içine girmiş gibi olursun. Olağanüstü korumalar yaşar kişi. Hatta insanın doğasına aykırı bir kontrol mekanizmasını yaşar. Eğer orada çalışıyorsanız, oranın dilini, kültürünü, ilişki biçimini benimsemek zorundasınız. Plazalarda çok garip bir ruhsal şiddet olduğunu düşünüyorum. Şunu kabul etmemiz lazım: Bugün kapitalizm çökmüştür, can çekişmektedir. Bu bir şizofrenidir. Bugün, Türkiye dünyanın en garip ülkelerinden biri. Kapitalist rejim karşıtı bir İslami iktidar söz konusu, bir yandan da plazalar, şehvet âlemleri, çıkar ilişkileri… Bütün bunları bir araya koyduğunuzda bir travma oluşuyor. İşte benim derdim bu travmayı anlatmaktı. Arzu bir iktidarı elde etmiş, bir plazada KİTAP SAYI ‘Reddetmek beceri ister’ Tiyatro yönetmeni, yazar Enver Aysever’in son romanı “Bir An Bin Parça” Epsilon Yayıncılık’tan çıktı. Aysever romanında yaşamın kıyısında kalmış insanların düşlerini, aşklarını, acılarını, hissettiklerini tiyatro ekseni çevresinde akıcı bir dille anlatıyor. ? Ayça TEZER omanı okuduğunuz zaman olaylar gözünüzde canlanabiliyor. Ayrıntılarıyla sanki canlıymış gibi anlatıyorsunuz. Bir An Bin Parça aslında benim yaşamımdaki biriktirdiklerimin fon olarak yer aldığı bir roman. En iyi bildiğiniz, en çok tanıklık ettiğiniz ortamı en iyi anlatırsınız. Dolayısıyla da geçerlik duygusu, yani ruhuna dokunma şansın daha çok olur. Tiyatro fonunda bildiğim insanları anlatmayı tercih ettim. Bu insanlar kurmaca. Ama bu kadar kanlı canlı okura dokunur bir hale geliyorsa bunun nedeni, iyi bildiğim bir alandan hareketle anlatmamdır. Gerçek kahramanlarla sahici sorunları anlatırsanız o zaman okurla kuracağınız ilişki de iyi bir ilişki olur, sıcak bir ilişki olur. Erendiz Atasü bana şöyle dedi: “Kitabı kapattığımda kahramanlar sanki evimin içinde dolaşıyordu ve yaşıyordu”. Sizce bunda tiyatronun payı var mı? Kesin. Tiyatro bana insanları görme, gözleme, gerçekliğini tartma, insanların dünyasına dair daha derin bir gözlem yapma olanağı sundu. Bundan dolayı kendimi şanslı sayıyorum. Oyuna hazırlanırken oyuncunun değişim sürecine tanık oluyorsunuz. Tiyatro yaşamım boyunca yönetmen olarak, yazar olarak hep o kişileri oluşturma aşamasında oldum. Onları hayata taşımaya çalıştım. Karakterlerinizi oluştururken gerçek kişilerden mi yola çıkıyorsunuz, yoksa tamamıyla kurmaca mı? Bence hiçbir roman tamamen kurmaca değildir, hiçbir roman da tamamen insanın kendi yaşamından yola çıkılarak yazılmaz. Romanımda gerçekliğe denk düşen birkaç kahraman olmakla birlikte büyük oranda kişiler kurmacadır. Ama bu kurmaca, kişileri yoktan var etmek değildir. İnsanlarda var olanları bir kurgu içerisinde estetik ölçülerle birleştirerek R okura sunmaktır. Hayatımızda farklı yerlerde, farklı durumlarda karşılaşabileceğimiz insanlar bende çeşitli isimlerde kişilik buldular. EDEBİYATÇI ÇAĞININ TANIĞIDIR Romanınızda toplumsal olaylara da değiniyorsunuz. Özellikle Güneydoğulu Fidan tiplemesi çok dokunaklı ve düşündürücü. Bu tipleme nasıl ortaya çıktı? Roman yazma arzusunu besleyen iki neden vardır. Yaşadığı çağın tanıklığını yapmak isteme ve içindeki yaratıcı duygunun dışavurumu. Hiç kuşku yok ki yaratıcılık tek başına bir şey ifade etmez. Çünkü bu durum estetiği sadece güzellik olarak anlamak gibi bir yanılgıya taşır insanı. Oysa ki estetik güzellik felsefesidir. Dolayısıyla yazmayı arzulayan insanın birtakım temel kaygıları olması gerekir. Çok kültürlü, uygarlıklar arasında geçiş görevi yapmış, renkli, hareketli bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu coğrafyaya karşı duyduğum sorumluluktan dolayı bu coğrafyanın insan hikâyelerini, acılarını anlatmak zorundayım. Ayrıca, edebiyatçı her zaman çağının tanığıdır. Dostoyevski “Ben Rus insanını görmeden yazamam” demiş. Ben de bu coğrafyanın insanıyım. Tiyatro turneleri sayesinde birçok yer gezdim, birçok insan tanıdım ve onların acılarına tanık oldum. Bu insanları anlatırken onları kendi gerçekliklerinden sıyırıp da anlatamam. Kendi acıları, gerçekleriyle anlatmam gerekir. Fidan karakterine gelince; tiyatroyla bir Tunceli turnesine gitmiştim. Orada hakikaten çok büyük acılara tanık olduk. Orada uygar, kültürlü, sanata ve bilime yakın insanların terk edilmişliklerini gördük. Sanmayın ki bu terk edilmişlik sadece 21. yüzyıl Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin terk edilmişliği. Tarihten gelen bir çeşit yok şehir orası. Oraya gittiğimde, oradaki insanlara el uzattığımda şiddeti hissettim. Çünkü her tarafta şiddet vardı. Terörün baskısı o insanların üstündeydi. Devlet orayla bir hesaplaşma içine girmiş gibiydi. Ben bu acıyı yaşadım. Orada bir çocuğun yaşantısı nasıl olur diye düşündüm ve bildiğim taraftan yazdım. Tunceli’de yaşayan biriymiş gibi yazamazdım. Çünkü o insanların hissetiği baskıyı orada yaşamadan anlamak olanaklı değil. Fidan bir imgeye dönüştü benim kafamda ve onun ekseninde bir hikâye kurdum. 67 EYLÜL TÜM İNSANLARIMIZA KARŞI YAPILDI Romanınızda 67 Eylül olaylarına da değiniyorsunuz. 67 Eylül olaylarında çok insani bir boyutu anlattım. Yalnızca azınlıklara karşı takınılmış tavrı değil, hem Müslüman Türklerin, hem azınlık Türklerin etkilendiği bir öykü anlattım. Çünkü bu coğrafyanın insanları birbiriyle iç içe yaşıyorlar, birbirleriyle evleniyorlar, birbirleriyle komşuluk ediyorlar. 67 Eylül olayları sadece azınlıklara karşı yapılmış bir olay değildi. 67 Eylül olayları o azınlıklarla akrabalık ilişkisi kurmuş, eşdost ilişkisi kurmuş, sevgi bağı kurmuş insanlara da yapılmıştı. Eğer siz azınlık Türkleri bu coğrafyadan uzaklaştırırsanız, İstanbul’un da dokusunu bozmuş olursunuz. Bugün İstanbul’da o insanların eksikliğini ? SAYFA 4 CUMHURİYET 856
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle