Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Felsefe dersinin amacı, öğrencilere felsefeyi, olup bitene felsefeyle bakmanın ne olduğunu öğretmek mi, yoksa neopozitivizmi ve onun bakış tarzını öğretmek midir? Mevcut programda amacın, ikincisine göre düzenlendiği anlaşılmaktadır. Ama hepsi bu kadar değil; birkaç örnek daha vertnek gerekir. Programın ünite ile ilgili amaçları arasında yer alan "matematiğin önce doğa bilimlerinin, giderek insan bilimlerinin dili haline gefdiği, bu dili kullanmanın, bilim olmanın ölçütlerinden biri olduğu" önermesi de, yine neopozitivizmin iddialarından biridir. Ama merak konusu olan, Talim ve Terbiye Kurulu'ndan onay altnış felsefe dersi kitaplarının bilim felsefesi ünitesinde bu iddiayı temellendiren örneklerin bulunmadığıdır. Burada belki, Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay'ın felsefe dersi kitabında yer alan şu örnekten söz edilebilir: "Sovyctler Birliği neden dağıldı?" sorusunu örnek veriyor Bolay. Ama bu sorunun veya bu sorunun işaret ettiği problemin bilim felsefesiyle ne türcfen bir ilgisinin olduğu tartışmalıdır. Bu ünite, indirgeyici olmasının yanında, pedagojik açıdan da kompleîcs bir yapıya sanip. Pedagojik ilke, öğretimin basitten karmaşığa doğru düzenlenmesini buyurur. Örneğin, ünitede, bilim felsefesine ait yaklaşımlar ondan daha yalrn ve basit olan bilimsel yöntem konusundan önce verilmektedir. Daha vahim karmaşa ise, pozitivizmin eleştirilerek Kuhn'cu bilim felsefesi anlayışının önemine yapılan vurgulamada ortaya çıkmaktadır. Çünkü burada pozitivizmin eleştirisi ilc Kuhn'cu bilim anlayışının "övgüsü" neopozitivizmin söylem veargümanlanyla yapılmaktadır. Programdakı bu kompleks yapı, Talim ve Terbiye Kurulu'ndan onay almış ders kitaplanna da yansımış. Bu kitaplarda, bilim felsefesinin konusunun bilim mi, yoksa felsefenin bilimden başka bir konuyla ilgilenmememesi gerektiği anlayışı mı olduğu, birbirine karışmış durumda. llgisiz bağlantıların kurulması da, bir başka karmaşayı oluşturmaktadır. Örneğin Doç. Dr. Ahmet Cevizci'nin yazdığı felsefe kitabında, önce Karl Marx ile Friedrich Engels'in diyalektik materyalizmi bilim felsefesi olması anlamında t>ilimsel bir felsefe olduğunu savundukları iddia edilmekte; sonra da Marx ile Engels'in bu savunmalarıyla insanlığa haksızlık yaptıkları ileri sürülerek eleştirilmektedir. Söz konusu ders kitabının kaynakçasında, Marx ve Engels'in felsefelerine ilişkin herhangi bir kaynak kitabın bulunmadığı dikkate alınır ise, yapılan pedagojik ve bilimsel çalışma bağlamında değerinin ne olduğu ve haksızlığın kime yapıldığı, sanırım anlaşılır boyuttadır. Marx ile Engels'in felsefi görüşleri ile, programın diğer ünitelerinden "Varlık" ve "siyaset" felsefesiyle bir ilgi kurulabilir; ama bilim felsefesiyle ilgisinin ne olduğu, oldukça "su götürür" türdendir. Programın ilgili ünitesi, adlandırma ve tanımıama sorunu bakımından da dikkatsizlikler içermektedir. Dikkatsizdir; çünkü, biz izm olarak pozitivizm klasik görüş olarak adlandırılmakta, sonra da yanlış gösterilerek eleştirilmektedir. Bu adlandırma ve tutu, klasik kavramının tanımı ile çelişkilidir. Türkçe sözlükte, klasik kelimesi, "üzerinden çok geçtiği halde değerini yitirmeyen, türünde örnek olarak görülen" yapıt olarak tanımlanmaktadır. Bu bakımdan, bir izm olarak pozitivizm önce klasik olarak tanımlanması, arkasından da yanlış görülüp eleştirilmesi, pedagojik bakımdan bir çifte çelişki örneğidır. Burada, felsefe ders programının sadece bilim felsefesi ünitesinin değil, aynı zamanda diğer ünitelerinin de sorumlu olduğunu belirtmek gerekir. • 3UMHURİYET KİTAP SAYI 544 ü ü ü ikâ Günümüz hikâvesinde klasik bir tat Ayfer Tunç'un yeni kitabı "Aziz Bey Hadisesi", altı hikâyeden oluşuyor: Aziz Bey Hadisesi, Kadın Hikâyeleri Yüzünden, Soğuk Geçen Bir Kış, Kar Yolcusu, Mikail'in Kalbi Durdu ve Kırmızı Azap. Kitaba adını veren "Aziz Bey Hadisesi" bir uzun hikâye. Bir meyhanede tambur çalarak geçimini sağlayan ve artık kendi müziğine yabancılaşan müşterileri memnun edemediği için işinden kovulan Aziz Bey'i anlatıyor. HANDAN İNCİ için de gündeme getirmis oluyor. Ayfer Tunçson hikâyelerini Aziz Bey Hadisesi adıyla kitaplaştırdı. Bu hikâyclerde de ikinci hikâye kitabı olan Mağara Arkadaşları (YKY, 1996) gibi klasik tarzını sürdürüyor Ayfer Tunç. Olayları kronolojik bir düzende anlatan, hikâyelerini başlamagelişmesonuç dizgesinde yazmayı tercih eden ve noktayı mutlaka yasanmış, tamamlanmış bir hayatın sonuna koyan yazann kuvvetli bir "tahkiye" üslubu var. Hikâyelerinin çoğunda anlatıcıyazar olmayı seçmiş Ayfer Tunç. Okuyucunun merak duygusunu daha ilk satırlarda ele geçirdikten sonra, tempoyu düşürüyor ve hiç acele etmeden, adeta yazmanın tadını çıkanrcasına, yavaş yavaş, "anlatmaya" başlıyor. Ancak Ayfer Tunç'un hıkâyclerındeki bu klasik tat, sadece kurgudan değil, belki daha da cok dilinden, seçtiği, bir arava getirdiği kelimelerden ve cümle kurma Siçirninden kaynaklanıyor. Yazar, günümüz Türkçesinc göre "eskimiş" kabul edilen bu dile yöneltikVbile/cek eleştiriyi, ya da en azından soruyu, ikinci kitabında, kendisi de yazar olan bir hikâye kişisinin savunmasıyla karşılamış: "Neden bu kadar eski bir lisanla yazdığımı sormanız da çok tabiidir. Bunu sormanızı bilhassa bekliyorum. (..) Bu satırları eski bir lisanla yazmamın iki sebebi var. Birincisı çok basit, hoşuma gidiyor da ondan. Gidemez mi? Refık Haîid'ın, Halid Ziya'nın, M. Ş. Escndal'ın, Reşad Nuri'nin, Hüseyin Rahmi'nin, Peyami Safa'nın ve bilhassa Tanpınarın kullandığı zengin lisanın kelimelerini dilimin ucunda ve hafızamın tozlanmış hatıralarında aramak, onların eserlerindeki şiirin hasretini çekerek, o şiirden gittikçe uzaklaşan, kalınlasan, kabalaşan, zamana göre yeniden şekillenmiş hayatımızın yeni usanına bir nevi cilâ gibi sürüp parlatmak; o şiire ve vukufa ulaşmanın mümkün görünmediğini bile bile taklit etmek, çok noşuma gidjyor." (AJafranga lhtiyar, s. 111) Ayfer Tİınç, yalnızca teknik ve dil olarak değil, işlediği kişiler, anlattığı hayatlarla da geçmişe yaslanmış. Çağımızın çok uzağında duran, incelikli, gündelik olanla uzlaşama•an, tutunamamış, çoğu hayatı daha "baştan :aybetmiş" gölge insanları anlatıyor bize. Aramızda oTa ki yaşasalar bile göze çarpmayan, hemen fark edilmeyen, konuştukları dıl, dinledikleri müzik, kullandıkları eşyalar, yaşadıklan evler ve semtlerle, artık var olmayan bir Istanbul'a ait gibiler. Belki de bu yüzden bu hikâyelerde yer yer karamsarlığa kayan yoğun bir hüzün var. Karşılık bulmamış, değeri bilinmemiş aşkların, yalnızlığın ve ölümün besledifii bu dünyaların kahramanları ise büyük çoğunlukla yaslılar ve erkekler. "Cinnet Bançesi"ndeki Müeyyet Bev'i, "Gençlik Sabah Çiyidir"deki yaşh adamı, "Siz ve Şakalarınız ın Samim Bey ini, Alafranga lhtiyar'daki Ulvi Efendi'yi (Mağara Arkadaşları), Aziz Bey'i ve "Soğuk Geçen Bir Kış"taki Semavi Bey'i (Aziz Bey Hadisesi) neredeyse tek bir kişide toplamak, onları, hayata karşı ahnmış belirgin bir algılama biçiminin parçalanmış yansımaları olarak eörmek de mümkün. Aziz Bey Hadisesi, altı hikâyeden oluşuyor: Aziz Bey Hadisesi, Kadın Hikâyeleri Yüzünden, Soğuk Geçen Bir Kış, Kar Yolcusu, Mikail'in Kalbi Durdu ve Kırmızı Azap. Kıtaba adını veren "Aziz Bey Hadisesi" bir uzun hikâye. Bir meyhanede tambur çalarak geçimini sağlayan Aziz Bey, artık kendi müziğine yabancılaşan müşterileri memnun edemediği için kovulur ve aynı gece, yalnız yaşadığı evinde, "Haliç'in kirîi sularına yansıyan ve sık sık bulutlarla örtülen, kınk dökük bir ay ışığına" bakarak ölür. Anlatıcıyazar bu noktada geriye döner ve onun, gençliğinde Maryam'a duyduğu karşılık bulmamış kınk bir aşkın acısından, değerini bilmediği bir başka aşka, ilgisizliğiyle öldürdüğü karısı Vuslat a dek uzanan acıklı hayatını anlatır. Tamburî Aziz Bey'in hikâyesini klasik Türk müziğinin hüzünlü güftelerine yaptığı göndermelerle işleyen yazar, elden kaçırılrnış bir hayatın acısını bütün derinliğiyle hissettiren kuvvetli bir atmosfer yaratmış. Yetmiş beş sayfa süren hikâyenin özellikle Beyrut'u anlatan satırlannda, yazartn da çok sevdiği Refık Halid'i hatırlamamak mümkün değil. Ailesiyle Beyrut'a taşınan Maryam, peşinden giden Aziz'le birkaç gün geçirdikten sonra onu terk etmiştir. Bu sıcak, yabancı ülkede, dilini anlamadığı insanların içinde bir anda yapayalnız kalan Aziz'in acısı ve çaresizliği, tıpkı o nefis "Eskici" hikâyesindeki yetim çocuk gibi, Türkçe konuşabileceği birini bulana dek sürecektir. Kadın Hikâycleri Yüzünden" adlı ikinci hikâyede, çapkın arkadaşlarının anlattığı kadın maceralarına özenen silik bir adam, aşağılık duygusundan kurtulmak için sahte maceralar kurgulamaya başlar ve aldatıldığını zanneden Karısı intihar eder. Üçüncü hikâye, "Soğuk Geçen Bir Kış", yangın takıntısı yüzünden evinde soba yakamayan ve bu yüzden donarak ölen Semavi Bey'i anlatıyor. Bu ölümcül korkunun sebebini geriye dönüşlü bir anlatımla öğreniyoruz: Semavi Bey'in hastalıkJı bir tutkuyla sevdiği, bir an bile yalnız bırakmadığı karısı, bu boğucu aşka daha fazla dayanamayınca kendini yakarak intihar etmiştır Ayfer Tunçtan "Aziz Bey Hadisesi" Kompleks bir yapı MkâyetoPdeM klasik tat A yfer Tunç'tan okuduğum ilk hikâye, bundan birkaç yıl önce Adam ÖyKÜ dergisinde yayımlanmıştı: "Mikaıl'in Kalbi Durdu". Alabildiğine rahat, akıcı anlatımıylakcndinibirsoluktaokutan buhüzünlü hikâyeyle aynı sayıda ilginç bir de yazı yer alıyordu. Neredeyse bir "özyaşam anlatısı"na dönüşmüş olan günümüz hikâyesinin açmazlarına dikkati çeken ve "yazarın iç dökümlerinin ya da yaşamına değgin itirafların edebiyat olduğu yanılsaması 'nı eleştiren bu yazıdaki tespitler, yazık ki geniş nir tartışma alanı bulmadı. Oysa yazıda da haklı olarak sorulduğu gibi "dışındaki dünyayı ve bireyleri paylaşmayanın, başkasında yaşamayanın düşünsel dünyalar kurması, bir öykü felsefesi oluşturması" düşünülebilir miydi? (Semih Gümüş, "Genç Oykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor", nr.18, Eylül/Ekim 1998) îşte Ayfer Tunç'un hikâyeleri ıçın her şeyden önce, bu noktada farklı oldukları söylenebilir. O, hayatını değil "başkalarının" hikâyelerini yazıyor. Bunun da ötesinde, günümüz hikâyecilerinin yeterince değerlendirmediklerini düşünuüğüm Halid Ziya, Refık Halid, M.Ş.Esendal gibi Türk hikâyesinin ustalarına besleyici bir kaynak gibi bağlanıyor. Böylece Ayfer Tunç, şiir bağlamında çok tartışılan gelenek kavramını, günümüz hikâyesi Mıtkısofiyok Başkalarımn hikâyeleri l Karlar altındaki ücra bir kasabada, yalnızlıktan bunalan Eşber'in, peşindeki adamlardan kaçarken kendisine sığınan bir kadına duyduğu tutkuyu anlatan dördüncü hikâye, "Kar Yolcusu", konu ve işleyiş itibarıyle diğer hikâyelerin yanında biraz zayıf kalmış gibi. Kitabın en güzel hikâyelerinden biri, "Mikail'in KalbıDurdu". Yazar, sevdiği kadını başka bir erkeğe kaptıran Mikail'in, rakibi karşısında düştüğü çaresizlik ve zavallılığın acısıyla nasıl yavaş yavaş eriyip öldüğünü anlatırken, dikkatlekullanılmış ayrıntılarla zenginleştirdiği etkileyici bir dile ulaşmış. Son hikâye "Kırmızı Azap"ta ise Ayfer Tunç, öncekilerden farklı olarak, kurgu dünyasından seçmiş kişilerini. Yazılmayı, böylece kişilik ve hayat kazanmayı bekleyen muhtemel hikâye kahramanlarının arasındaki iktidar mücadelelerini anlatan bu ilginç hikâyede, hayat ve ölüm, yazı karşısında pazarlığa oturmuştur sanki. lyi bir nikâyeae, iyi bir rol kapanın hayatı kazandığı bir pazarlık bu. Ayfer Tunç'un neredeyse bütün hikâyeleri ölümle bitiyor. Mutlu son yok. Muflu aşk yok. Memnuniyetle yasanmış tek bir hayat yok. Belki de işlediği kişilerle, onları yaşattığı dünya arasındaki çelışkinin sonucudur bu. Ancak bu "son"lar bir süre sonra klişeleşiyor. Hikâyenin ölümle biteceğini bilerek başlıyorsunuz okumaya; bazen bu ölümleri gereksiz buluyorsunuz; zorlama ve kestirme bir vol olduğunu düşünüyorsunuz, ya da dana kötüsü, bu insanlar için ölmekten başka çare olmadığını. Harcanmış sevgiler, yalnızlık, ölüm, çağı yadırgama... Kimbilir belki de bu yüzden olacak, Ayfer Tunç'un hikâyelerini okurken aklımda hep Necatigil'in şu mısraları dolastı durdu: Sevgileri yarınlara bıraktınız / Çekingen, tutuk, saygilı. / Bütün yakınlarınız / Sizi yanlış tanıdı. • (*) Mtmar Sman Ünıversitesi^ Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Oğretım Ûyesı. Aziz Bey Hadisesi/ Ayfer Tunç / Yapı Kredi Yayınlan / 134 v SAYFA 5