Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ölü 'Sonsuz ölü'ler içîn requiem O z c a n Sapan, "Beyaz Ölümün Güncesi" adlı kitabında okuçu günümüz Türkiyesi'nde günlük yaşam cehenneminin görünmez kıldığı bazı zaman kesitlerine bakmaya çağırıyor. NİMET DEMİR anatsal metnin entemelişlevlerinden biri belki de kendi başına tek işlevi günlük yaşam cehenneminin görünemez hale getirdiği hakikat parçalarını kendi kurmuş olduğu gerçeklik parçaları aracılığıyla okunabilir halegetirmesidir. Okunabilir halegetirilenler, zaman parçalandır da aynı zamanda; sanatsal metnin imgesel an'ı, bizi gizlenmiş hakikat kesitlerinin üzerindeki kabuğu kaldırmaya kışkırtır: bu an'lar vardırlar. Ölüye övgü şürinde Turgut Uyar, bu an'lardan birine, ölülerin zamanına ışık düşürür: "Ölü/ölüye neresinden yanaşmalı. Donuk ve çekici, /sonsuz ölü. Bütün kumsalların ve asfaltların ve/ birşey. Her yönü/ limon mu kokardı? Vardı.../ ölü vardı." Bu parıltıdan sonra artık bize kalan, bu an'ları çeşitli dolayımlamalar yoluyla bilgilenme nesnelerine dönüştürebilmektir. Farklı ideolojik bütünleri ve farklı bilinç düzeylerini ifade eden toplumsal özneler olarak her birimiz bu dolayımiamalar yoluyla farklı bilgi düzeyleri üretir, farklı davranış biçimleri sergiler, farklı tepkiler veririz. Beyaz Ölümün Oüncesi adlı kitabında Özcan Sapan, okuru günümüz Türkiyesi'nde günlük yaşam cehenneminin görünmez kıldığı bazı zaman kesitlerine bakmaya çağırıyor. Bu kesitler, gözaltına alınan kişilerin işkence sonucu ölmesi, "kayıp" edilmesi, güvenlik güçlerınin yaptığı operasyonlar sonunda "ölü ele geçirilmesi" gibi olaylardır. Resmi çevreler açısından genel olarak "iddialardan ibaret" kalan bu olaylar, geniş bir kamuoyu tarafındansa "hakikatler" olarak görülmektedir. Kendisi de geçtiğimiz yıl karanlık bir cinayete kurban giden gazeteciyazar Musa Anter'in anısına düzenlenmiş olan gazetecilik ödüllerinde röportaj dalı birinciliğinikazananyapıt,bu"hakikat" parçalarını anlatıyor. Özcan Sapan ve "Beyaz Ölümün Güncesi"... Kayıp llstelepl Sapan'ın kitabını 12 Eylül sonrası kaleme alınmış belgesel ahntılardan ayıran en temel fark, söz konusu olayların kurbanlarının, ölüm kayıtlarında ya da kayıp listelerinde yer alan silik bi rer rakam olmaktan çıkartılarak, birer insan hayatı, içimizden birilerinin hayatı olarak hikâye edilmesi. Yazar, hikâyelerin dokusunu, olayların doğrudan tanıklarıyla yaptığı röportajlar üzerine kuruyor. Bu sıcak temas, geçmişin yazarın imgeleminde canlı biçimde yeniden kurulmasını sağlamış, "içerdenbiranlatıcı" olmanın getirdiği doğal öfke, yapıtın bütününe yayılmış imgesel doku içinde erimiş ve sonuçta ortaya çıkan hikâyeler, başka benzer örneklerde rastlanan kuru anlatımın tuzağına düşmekten kurtulmuştur. Yazar, yaşanmış olan şiddeti bu canhlık sayesinde bazen öylesine görünür kılar ki, resmedilen korkunçluk hikâyenin "sahiciliği" konusunda okurun kafasında kuşkular uyandırır. Oysa1 ki bütün bunlar yaşanmıştır. 12 Eylül darbesinin hemcn ertesinde iş kenceye kurban gittiği belirtilen Sait Şimşek'in ölümünü, olaya tanık olan arkadaşları şöyle anlatırlar: "O gün olanlar tam bir vahşetti... Sait'in cesedini iki arkadaşa taşıtmak gibi bir acemilik yapmışlardı. Arkadaşlar tekrar yanımıza döndüklerinde gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi ve ellerinden yanık kokusu geliyordu. Sait'in yakılmış kafasını bize anlattıklarında dişlerimizi ıslak betona gömdük." Vahşet sahneleri Bu şiddet örneklerının anlatıldığı sayfalar okunduğunda, insanda kitabı kapatma isteği doğar. Kızının kurşunlarla parçalanmış bedenini bızzat kendi elleriyle yıkayan bi r annenin, "Cenazeyi kendim yıkadım; cellatlar kızımın bacak arasına da kurşun sıkmışlardı!" dediği sayfa bu isteği uyandıran bölümlerden biridir. Yaşanan bu vahşet sahnelerinin, bir kuşağın dilini John Berger'in Şiirin Saati adlı denemesinde anlattığı gibi nasıl parçaladığını güncenin sayfaları boyunca izlemek olasıdır. Abisinin işkenceyleöldürülüşüne tanık olan küçük Ali Firik'in olaydan yıllar sonra yazara anlattıkları, gerek kendi biçemi içinde, gerekse de olayın gerçek etkilerini yansıtması açısından bu parçalanmaya örnektir: "Rüyamda Behzat bana kanlı gömleğini uzatıyor, 'Al kardeşim, kanımı yerde bırakma!' diyordu. Aileme gördüğüm rüyayı anlattım. Abim Ekber, Behzat'ın kanlı gömleğini aldığını ve S evde sakladığını söyledi. Babam, Behzat'ın öldüğünü duyduğu gün üzerinde bulunan elbiseleri iki sene ne değiştirdi ne de yıkandı." Berger'a göre, "Diller, insanlar arasındaki ayrımlara rağmen, karşılik.lt bir anlaşma ortaya çıkacağını varsayar. İşkence ise, her şeyi parçalar; işkencenin amacı dili sesten, sözcükleri gerçekten koparmaktır." Burada da dil parçalanmış, düş bile şiddetle yüklenmiş, haksız şiddet karşısında duyulan çaresizlik tepkisi, bu kez de babanın kendi bedeni ve yaşamı ile kurduğu ilişkinin diline saldırmış ve şizofrenik bir içeriğe bürünmüştür. Bu şizofrenik tepki, şiddetin nesnelerinin gözünde ölümün kendini öznesiz kıldığı, yani şiddet kaynağının gizlendiği ve şiddete uğramışlarda ölümle bir arada yaşanabilirlik duygusunu besleyerek ölümün şiddet, dılınin böylece yok sayıldığı bir felç durumuna da sürükler. Yazarın Ayşe Gülen'in ölümünü anlattığı bölümün bayna aldığı Lorca şürinde olduğu gibi, "Ölmüştür ay, ölmüştür ama / dirilecek(tir) bahar olunca." Parçalanmış dilin kendi şiddeti öyledir ki, on yıldan fazla bir süredir gözaltında kaybedilmiş oğlunu arayan anne, bu süreç boyunca yaşadığı umut işkencesinin sonunda ilgili Bakana yazdığı mektupta, "Hiç olmazsa yavrumun naaşını bize verin!" diye yakaracak noktaya varır. Kaybedilerek, ölü olma hakkı bile elinden ahnarak aşağılanan bedene bu hakkı iade etme savaşımının kendisi de dilin bu kırılışı aracılığıyla sonuçta yeniden aşağılanmış olmaktadır. Dilin aşağılandığı yerde, aşağılanan gerçekte insandır. Karşı çıkış bilinci Sapan, Beyaz Ölümün Güncesi'nin yazılış nedeninin vicdani bir tercih olmadığını, bir karşı çıkış bilincinden yola çıktığını ve bu tür bir bilincin toplumsallaşabilme imkanlannı genişletmeye katkı getirmeyi amaçladığını belirtmcktedir. Ve yazarın getirmek istediği bu katkı, ne yapahm ki bizzat kendi içinde kanatıcıdır. Sıvas katliamında kaybettiğimiz Metin Altıok'un, yazar tarafından kitapta aktarılan şürinde olduğu gibi: "Yüreğimden çıktım yola; /Gül de geldi, zakkum da, / Peşimizsıra acı, / Beni, gülü, zakkumu / yolboyu kanata kanata." Biz sanatsal metnin işlevinden söz ederek başladık ama, Beyaz Ölümün Güncesi'nde "edebiyat" yapılmadığı kesindir!" Beyaz Ölümün Güncesi / Özcan Sapan/ Çıvıyaztlan /398s C U M H U R İ Y E T K İ T A P SAYI 216 SAYFA 6