Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Bilim ve Düşünce Tarihi CBT 1474/19 Haziran 2015 14 Türkiye’nin Bilim (Akademisi) Sınavı Osman Bahadır OOOF OFF LİNE Tanol Türkoğlu tanolturkoglu@gmail.com Veri Toplumu Veriyi kayıt etmemek, enformasyon haline getirmemek, sonra da o enformasyonu işleyerek ondan bilgi üretmemek giderek ülkelerin de bireylerin de göz ardı edebileceği bir durum olmaktan çıkıyor. Yaşam kalitemiz, ekonomimiz aslında hep bu süreci verimli çalıştırmadığımıza bağlı. Olay bir futbol maçı naklen yanını günü geçiyor. İki ülkenin yetkili televizyon kanalları stadyumda. Birisi Türkiye diğeri Avrupa’dan başka bir ülke. Gün boyunca Türk ekibi, diğer ekibin saat başı biraraya geldiklerini ve durum değerlendirmesi yaptıklarını görüyor. Bizimkiler de mutat hazırlıklarını yapıyorlar ama elde not defterleri bir araya gelme, yapılacak işleri not etme, bir sonraki saat gelişmeler hakkında bilgi verme gibi bir süreçleri yok. Türk ekibin üyeleri şeflerine gidip durumu anlatıyor ve düzenli toplantı yapmak istediklerini beyan ediyorlar. Şef bunlara sinkaflı bir küfür savuruyor ve bildiğimiz şekliyle çalışmaya devam etmelerini gürlüyor. Veri bir medyaya kaydedilmeye başladığında enformasyon haline gelir. Yukarıdaki örnekte yapılacak işleri düzenli not eden, gelişmeleri bildiren süreçlere sahip ekip Türkçe’ye bilgi toplumu diye (yanlış) çevirdiğimiz enformasyon toplumu seviyesini temsil ederken, sadece olaya ve onu gerçekleştirmeye odaklanmış Türk ekibi, veri toplumu seviyesindedir. Bu mikro örnek gündelik hayatımızın pek çok alanında da karşımıza çıkmakta. Sadece şimdiki zamanda ve onun dertleriyle uğraşmakta olanlar için yaşanılan şeyleri kayıt altına alma, hatta bunları analiz ederek ders çıkarıp gelecekte kararları ona göre verme becerisi ne yazık ki gereksiz bir lüks. Peki ülkemizde insanlar yaşadıklarından hiç mi ders çıkarmıyor? Elbette çıkarıyor. Ancak bu muhakeme sürecinde güvendiği tek kayıt sistemi belleği. O deneyim(ler) sonucunda zihninde ne kalmışsa onu dikkate alarak değerlendirme yapıyor. Belki de çok kritik bir veriyi anımsamıyor ve bu nedenle de çıkardığı ders eksik kalıyor. Veriyi enformasyona geçirmek istememe nedenlerimiz içinde bir “arkadan kovalanma” durumu var. Sanki sürekli zamana karşı yarışır haldeyiz. Oysa zaman her yerde aynı hızda geçmekte. Bu kadar koşturarak yaşayan Türkiye, ne yazık ki örneğin “ağır çekimde yaşayan” Finlandiya’dan daha ötede değil. Orada da burada da 2015 yılındayız. Arkadan kovalanma durumu aslında bir mazeret olsa gerek. Yapısal olarak analiz yapma sürecini bir zaman kaybı olarak değerlendiriyoruz. Sanıyoruz ki derhal icraata geçmezsek birileri bizi geride bırakacak, ayıplayacak vb. Sadece bu basit nedenden dolayı örneğin futbolda milyonlarca lirayı her yıl sokağa atıyoruz. Çünkü tribünlerdeki tanrıların bekleyecek bir dakikaları bile yok. Her maçı kazanmak, her sezon şampiyon olmak istiyorlar. Oysa en çok şampiyon olan takımlara baktığımızda ortama 35 senede bir şampiyon olunan bir ligimiz olduğunu unutuyoruz. Kısaca alan memnun satan memnun bir durum var. O anı yaşayalım, o anı icra edelim, sonraya da bir kayıt bırakmayalım. İşin kötüsü enformasyon toplumu ulaşılacak son zirve değil; ara bir durak. Yaşamdan tespit edilen o veriler kayıt altına alınacak ki enformasyon haline getirilebilsin, işlenebilsin, değerlendirilebilsin, analiz edilebilsin. Ancak bu sayede gelecekle ilgili daha iyi kararlar almamızı sağlayacak “bilgi” daha sağlıklı şekilde üretilebilir. Türkiye Bilimler Akademisi’nin eski başkanlarından Prof. Dr. Engin Bermek, Türkiye’nin Bilim (Akademisi) Sınavı başlıklı kitabında, TÜBA deneyimini merkeze alarak ülkemizin bilimle olan tarihsel ilişkisini inceliyor. bahadirosman@hotmail.com rak eleştiriler getirmekte ve bir bilimler akademisinin gerçekte nasıl oluşması ve çalışması gerektiği konusundaki görüşlerini açıklamaktadır. Prof. Dr. Engin Bermek, bilim akademilerini yeni (geç) kuran ülkelerdeki bilim topluluğunun yetersizliğine işaret ettikten sonra şunları söylemektedir: “Bu yetersizlik, yalnızca bilim topluluğunun yeterince güçlü ve toplum nezdinde görünür ve etkili olmamasından kaynaklanmıyor. Aynı zamanda evrensel akademik değerlerin, örneğin bilimsel liyakatin, bilim ahlakının, çoğulculuğun ve onunla iç içe olan düşünce ve ifade özgürlüğünün ve tartışma kültürünün yeterince içselleştirilememiş olmasıyla da ilgili. Bu değerleri yeterince edinememiş toplumlar ve topluluklar kolayca kutuplaşabiliyor, ideolojik çatışmalara sürüklenebiliyor”. Türkiye Bilimler Akademisi, kuruluşundan 18 yıl sonra bir devlet müdahalesiyle karşı karşıya kaldı ve özerkliğini yitirdi. Prof. Bermek, bu sonuç için şu değerlendirmeyi yapıyor: “bu denli gecikmeyle kurulabilen bir bilim akademisinin bu denli kısa sürede sona erdirilmesiyle birlikte tarihe geçecek olması ise dikkate değer. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi akademi niteliğindeki kuruluşların da benzer akıbete uğramış olduğu düşünüldüğünde, ülkemizde bu tür özerk kuruluşlar ile devlet arasında bir doku uyuşmazlığı olduğu ortaya çıkıyor. Bu doku uyuşmazlığında, ülkemizin geçmişinin derinliklerinden gelen özgür düşünce ve çoğulculuk gibi değerlere yönelik tahammülsüzlük önemli bir rol oynuyor. Bu tahammülsüzlük özellikle katı devlet anlayışında vücut buluyor. İktidar olan her dünya görüşü, bunun sonucu hangi yönde olursa olsun, her şeyi kendi değerleri doğrultusundaki bir kalıba yerleştirmeye çalışıyor. Böyle bir dünya görüşü, iktidar olduğu andan itibaren mutlak itaat isteyen bir devlet ideolojisine dönüşerek devlet kurumlarını, kadrolarını başarı ve liyakat gibi değerler yerine kendi ideolojisiyle uyumlu olacak biçimde şekillendiriyor. Böyle bir ortamda liyakat, düşünce, ifade ve tartışma özgürlüğü, çoğulculuk gibi değerlerle özdeşleşen bir alan olan bilim ve onu simgeleyen kurumlar, tehdit arz eden, dolayısıyla ele geçirilmesi, denetim altına alınması zorunlu mevziler olarak görülüyor.” Avrupa’daki ilk bilimler akademisi olan Accademia dei Lincei, 1603 yılında Roma’da Federico Cesi’nin öncülüğünde kurulmuştu. Başta Galileo Galilei olmak üzere birçok bilim insanı bu akademinin bünyesinde yer almıştı. Türkiye Bilimler Akademisi, bu akademiden 390 yıl sonra, sivil bir girişim olarak değil, fakat siyaset desteğiyle kurulmuştu. Siyasetle gelen, siyasetle gidebilir. Prof. Dr. Engin Bermek’in eseri, Türkiye’nin hem bilimle, hem de Bilimler Akademisi’yle olan ilişkisini tarihsel ve eleştirel bir biçimde çok ayrıntılı olarak incelemektedir. Bilimler Akademisi’nin eski bir başkanı olarak Prof. Dr. Engin Bermek’in bu önemli eseri, bilim kurumları tarihleri yazımında çok özgün ve değerli bir örnek oluşturmaktadır. Ü lkemizin bilimle olan ilişkisinin tarihi, gerçekte bugünkü genel durumumuzu anlayabilmenin en önemli ipuçlarını vermektedir. Bilimle çok geç tanışan, tanıştıktan sonra da onunla ilişkisini derinleştirememiş bir ülke, 21. yüzyılda nelerle karşılaşabilir? Siyasetten fikir hayatına, eğitimden spora, hemen her alanda ülkemizdeki bilim azlığının günümüzde nelere yol açtığını çok açık olarak görüyoruz. Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA)’nin eski başkanlarından Prof. Dr. Engin Bermek, Türkiye’nin Bilim (Akademisi) Sınavı adlı kitabında (Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, Şubat 2015, 292 sayfa), Türkiye Bilimler Akademisi’nin kuruluş ve gelişme tarihini, ülkemizin bilim tarihiyle birleştirerek ele alıyor ve yorumluyor. Prof. Bermek’e göre, bilim akademileri, Platon Akademisi’nde olduğu gibi bilimsel konuların uzmanları tarafından ele alındığı platformlar olma özelliklerini günümüze kadar sürdürmekle birlikte, bilim devrimi ve Aydınlanma çağı süreçlerinden sonra araştırmaların yapıldığı kurumlar olarak gelişen üniversiteler bu bakımdan öne çıkmıştır. 19. yüzyılda Alexander von Humboldt, üniversiteyi hem araştırmaların, hem de yüksek eğitimin yapıldığı yer olarak tanımlamıştır. Akademiler bugün de önde gelen düşünürlerin,bilim ve sanat insanlarının bir araya gelerek etkinliklerini liyakat ilkelerine göre yürüttükleri kuruluşlardır. Ancak diğer Avrupa akademilerinin aksine, örneğin doğrudan devlet eliyle kurulmayan Royal Society, sivil toplum kuruluşu özelliğini günümüze kadar korumuştur. Prof. Bermek, ülkemizde bir bilimler akademisi kurma yönündeki ilk girişimin, Encümeni Daniş (18511861) olduğunu belirtiyor. Ancak üyelerinin seçiminde bilimsel ölçütler esas alınmadığı için eleştirilen ve kendisinden beklenen görevi yerine getirememesi üye yapma politikasının yanlışlığına bağlanan bu kuruluş 1861’de kapanmıştır. Cumhuriyet döneminde de 1927’de, Sovyetler Birliği uzmanları tarafından tasarımı yapılan bir bilimler akademisi kurma girişimi de sonuçsuz kalmıştı. (Daha sonraki yıllarda da Prof. Mehmet Emin Kalmuk’un ve Prof. Salih Murat Uzdilek’in öncülük ettiği bir bilimler akademisi girişiminin sonuçlanmadığını biliyoruz). Nihayet Prof. Dr. Erdal İnönü’nün çok yönlü öncü çabalarıyla 1993 yılında ülkemizde bir ulusal bilimler akademisi kurulmuş oldu. Prof. Bermek, Türkiye Bilimler Akademisi’ni, başlıca olarak, kuruluş yasasındaki eksiklikler, bir devlet girişimi olarak kurulmuş olması, gerek yerleşim yeri, gerekse idari bakımdan başka devlet kurumlarına (öncelikle TÜBİTAK’a) bağımlı oluşu, sosyal bilimlere (ve sosyal bilimcilere) olan ilgisinin azlığı, bilim etiği kavramının yeterince geliştirilememesi vb. konularında gözlemlerine dayana