Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
POLİTİK BİLİM Müfit Akyos mufıta@ttmail.com 8 Anadolu ve Uygarlık CBT 1464/10 Nisan2015 BAŞKALDIRIYA İHTİYAÇ VAR Teknolojinin Ticarete Konu Olması Yenilikçilik ortamının geliştirilmesinde teknoloji ticaretini ivmelendirecek bölgesel yatırım sermayesinin oluşturulması Yenilikçi düşüncelerin ürün, üretim yöntemi veya hizmete dönüştürülmesi sürecinin yönetilmesi ne denli önemli ise bu süreç sonunda ortaya çıkan ürünlerin pazara çıkartılabilmesi de o denli önemlidir. Çünkü ancak böylece değer yaratma ve müşteri ile buluşma aşaması gerçekleştirilmiş olmaktadır. Her iki sürecin (ürün geliştirme ve ticarileştirme) herhangi bir aşamasında ticarileştirme söz konusu olabilir. Yani yenilikçi bir düşünce de üretime esas önürün (prototip) de ticarete konu olabilir. Genel olarak teknoloji transferi başlığı altına giren bu faaliyetlerin ana aktörleri teknolojiyi yaratanlar (yeni ürün, üretim yöntemi ve hizmet yaratanlar) ile yatırımcılardır (lisans, knowhow vb. yoluyla teknolojiye sahip olanlar, geliştirme aşamasında fikre veya ürüne yatırım yapanlar gibi). Gelişmiş ülkelerde söz konusu faaliyetlerin tamamı her iki tarafın sorumluluk ve yükümlülükleri bağlamında yasal zeminde tanımlanmıştır. Ülkemizde 15 Şubat 2013 tarihinde yayınlanan “Bireysel Katılım Sermayesi Hakkında Yönetmelik” de bu bağlamdadır. Ülkemizde 1990’lardan bu yana yenilikçilik ortamının geliştirilmesine yönelik yeni araçlar ve düzenlemeler yapılmaktadır. Bu çabalar başlangıçta yeni fikir sahiplerinin ortaya çıkartılması ve uygun ortamın yaratılmasına yoğunlaşmıştı. Örnekse; kuluçkalıkların, teknoparkların ve teknoloji geliştirme bölgelerinin kurulması, ARGE teşvikleri vb. Son olarak üniversitelerde kurulmakta olan ve sayıları 40’a yaklaşan Teknoloji Transfer Ofislerinden (TTO) söz edebiliriz. Hemen tamamı kamu tarafından öncülük edilen ve desteklenen bütün bu çabalar deyim yerinde ise kuşun bir kanadını geliştirmektedir. Oysaki uçmak için aynı güçte iki kanada gerek vardır. Gelişmesi gereken kanat teknolojiye yatırım (ticaret) yapacak kaynakların (yatırımcıların) oluşturulmasıdır. Daha açık ifade ile melek yatırımcıların, risk sermayesi yönetim şirketlerinin, yatırımcı ağyapılarının yeterli düzeye gelmesi gerekir. Bugün için bu araçların hem nitelik hem de nicelik olarak çok yetersiz olduğunu söyleyebiliriz. Girişimlere başlangıç aşamasında finansal desteğin yanı sıra deneyimlerini de aktarması beklenen yatırımcılar özellikle bu ikinci rollerinde yetersiz kalmaktadırlar. Ülkemizdeki yabancı Risk Sermayesi (Venture Capital) Yatırım Şirketlerinin sayısı yaklaşık 15 olup çoğunun birer yatırımı vardır. Yaklaşık 10 yerli Risk Sermayesi Yatırım Şirketinin toplam yatırımı ise 50 civarındadır. Bizim gibi ülkelerde bu gelişimin yetersiz kalmasının önemli bir nedeni yine pazarın kendisidir. Pazarda daha çekici yatırım araçları olduğu sürece teknolojiye yatırım zayıf kalacaktır. Bu duruma bir çözüm olmak üzere “bölgesel teknolojik yatırım araçları” modelinin geliştirilmesi önerilebilir. Bu modelde alt yapıda üniversiteler, teknoparklar, TTO’lar, yenilikçi firmalar, bireysel buluşçular teknoloji üreticileri olarak yer almaktadır. Olası fon sağlayıcıları olarak bölgedeki sanayi ve ticaret odaları ve üst kuruluşları, büyük sanayi kuruluşları, kalkınma ajansları, bireysel yatırımcılar düşünülebilir. Yatırımcı bir ortaklık biçiminde oluşturulacak “yatırım fon kuruluşu” öncelikle bölgesinde teknoloji ticaretine aracı olarak bölgesel kalkınmanın önemli bir aracına dönüştürülebilir. Bu önerinin uygulanmasında gerek duyulacak teknoloji transferinin nasıl yapılacağının bilgisi (teknoloji değerleme, fikri mülkiyet hakları, pazarlık ve sözleşme yapma vb.) eksikliği ise başlangıçta varsa üniversitenin TTO elemanlarından yararlanılarak yoksa hizmet alım yoluyla giderilebilir. Yerel birikimlerin bilinen piyasa finansal araçları aracılığıyla büyük sisteme pompalanmasıyla yatırımcısı dışında kimseye bir yarar (ya da zarar) sağlanmamaktadır. Bugünkü işleyiş yerine bölgesel birikimlerin bölgesel kalkınmada katma değer yaratacak, işlendirme (istihdam) ve sonuçta refah sağlayacak biçimde yönlendirilmesi için kamuya düşen ise geliştirilecek böylesi bir modelin yasal güvencesini ve özendirici araçlarını (bölgesel teknoloji yatırım araçları için vergi kolaylığı gibi) sağlamaktır. Çürüyen sokaklarda bilim ve sanat Gürol Sözen Çağlar boyu, yeryüzü coğrafyası iki büyük olgunun dönencesinde yol alıp gitmektedir: Çok tanrılı ve tek tanrılı yüzyılların hikmeti ve himmetinde… Tarih öncesi çağlardan yani ‘avcı ve besin toplayıcı çağlar’ın göçebe topluluklarından, yerleşik düzene geçişi yeğleyen yani ev bark edinip, toprağı ekip biçmeye başlarken güzellik adına seçkileri hiç te cavalacoz değildi! Şaşırtıcıydı üstelik. Nelerdi bu seçkiler? Hayatta kalabilmek için avlanırken bir yandan da mağara duvarlarına, yüksek kayalara yaşadıklarını resmetmişlerdi. Kuşkusuz, dertleri resim yapmak de Geçmişin mirasını derinden sezip, her yerde gönderme de bulunan ve onurlu bir ulus olma bilincini, halkına aşılayan Mustafa Kemal ve arkadaşlarını yani “ölüm şerbetini düşünmeksizin içen” Anadolu halkını yok saymak ta bilime, tarihe ve bu topraklara armağan edilmiş bir ihanet değil mi? işlediler! Tanrıça heykellerinin her birini çırılçıplak yaratmışlardı ne yazık ki! Kendilerinden yüz binlerce yıl sonraki bizleri düşünmemiş olabilirler! Kadirbilmezlik işte! Ne ayıp!.. Barınaklara, hele evlere yerleştiklerinde azıtıp takıp takıştırmaya da başladılar. Doğada ne buldularsa; göz alıcı renkli taşlar, doğal cam, salyangoz kabukları, hayvan dişleri, kemik parçalarını bitki sapına dizip, küpeler, bilezikler, gerdançeler, ayak bileklerine taktıkları halhalları ürettiler. Gökyüzünde melekler :16. yüzyıldan bir minyatür. ğildi. Bilimin, sanatın varlığından bile haberli olamazdılar, ama topraktan yapıp boyadıkları kap kacaklar da usta işiydi. Ardından, her gün tanık oldukları, çok merak ettikleri doğurganlığın, bereketin simgesi Ana Tanrıça figürünü yarattılar… Belki bu, günümüzden 8000 yıl öncesinde yaratana bir göndermeydi; yeşeren her şey adına. Başta, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi olmak üzere hemen hemen her Anadolu müzesi benzerleri ile tıka basa dolu şimdi. Umurunda mı kimsenin? Oysa, Ana Tanrıça figürü daha sonraları Frigya’da Kibele’ye, Efes’te Artemis’e ve Çanakkale Müzesi’ndeki Afrodit’e dönüşecekti; tüm dünya müzelerinde de olduğu gibi. Bağışlarsanız, o tarihlerde küçük bir kusur Hayatı güzelleştirmek istiyorlardı, belki. Keyif bu ya! Giderek, çalıp söylemeye sıra geldi: Vurmalı, üflemeli çalgıları bulmuşlardı: Davul, tef, lir, flüt gibi çalgıları. Tabii ki insan sesinin güzelliğini de keşfettiler. Çünkü önlerinde rengarenk bir doğa ve doğanın her daim değişen sesi vardı. Doğaya adanan bahar şenliklerinde, ayinlerde kendine özgü usta işi giysilere de bürünerek dans ediyorlardı. Hele madeni bulunca iş çığırından çıktı: Madene biçim verme ve döküm ustalığı ve yorumlama gücü, bilimsel olarak bugün bile araştırmacıların tartışma konusu. Okuyup üflemediler ama binbir renge bürünüp aydınlanarak yenilenen, çiçek açan doğa, onların esin kaynağıydı oldu hep. Yazıdan önce, tanıma, bulma yani bilim; sanatı da yanı başına alarak yollara düşebilirdi artık. Çok tanrılı dönemde, “güzeli, güzelliği arama günlük hayata girmişti. Elbette yıkımlar, üretilenlere karşı çıkanlar olmuştur. “Dindar ve kindar”lar mıydı, bilmiyoruz! Bilimsel verilere göre, “Bağnaz ve kindar olanların uygarlığı”ndan söz bile etmiyor tarih yazıcıları. Doğa, bilim, felsefe, edebiyat ve sanatın yan yanalığından söz ediyorlar yalnızca… GÜZELLİKLERİ KEŞİF ANADOLU TOPRAKLARINDA BİLİM ve GÜZELLİK Kuşkusuz, doğayı izlemeleri, yorumlamaları büyük bir sentez. Yani, “Bu coğrafya, sanıldığı ve belletildiği gibi çulsuz ve kıraç”, değil. Yani geçmişimiz, ‘kıraat ettirildiği gibi’ 1071’den bu yana ve yalnızca Osmanlıya takılıp kalmış değilse; siftinip kerkindiğimizden öncesi hangi geçmişimiz o zaman? Ardımızda tüm görkemi ile duran 12 bin yılı nasıl adlandıracağız? ‘Karanlık çağlar’a başkaldıranlar olmasaydı nasıl aydınlanabilirdi bu topraklarda hüküm sürmüş uygarlıklar? Bu uygarlıkların anıtsal ürünleri her