Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TEKNOLOJİPOLİTİK Baha Kuban alma duyularını birleştiren bir bölgesinde yer aldıkları için, yiyeceğin yenebilir olup olmadığını belirlemek gibi basit bir edim sonucunda evrildiğine, bu konuda karara varırken “içten gelen ses” ne denli hızlıysa o denli başarılı olunduğuna dikkat çekiyor. Allman, eşduyumun da, yiyecek paylaşımı bağlamında ortaya çıkabileceğine, içinde yaşadığınız grubun üyelerinin bir yiyeceği yediklerinde hastalanıp hastalanmadıklarını gözlemlemenin son derece önemli olduğuna inanıyor. Allman’ın genetik çalışmaları, VEN’lerin iştahı düzenleyen hormon genlerini ifade ettiğini ortaya koyuyor. Çok sayıda başka araştırma da koku, tat ve güçlü duygularla ilgili bağlantıları gözler önüne seriyor. Örneğin, ahlaki açıdan tiksinti verici bulduğumuz bir şey karşısında gösterdiğimiz fiziksel tepki, acı tatlara verdiğimiz tepkiyle hemen hemen özdeş. Bu da her iki tepkinin beyinde ortak bir devreyi paylaştıklarına işaret ediyor. baha.kuban@gmail.com Küresel Isınmanın Montreal Protokolu Olur mu? Ozon Tabakası ve İklim Değişikliği Montreal Protokolü, uluslararası alanda tüm zamanların en etkili ve başarılı çevre koruma anlaşması olarak bilinir. 2012 'de 25. yılını kutlayan Protokol, kendi bindiği dalı kesen, yaşadığı gezegeni yok etmeye yönelen insanlığa, yeryüzünün atmosferine yönelen ilk ciddi küresel tehdit ile başa çıkma olanağı sağladı. 1974'te ABD'li bilim insanları Molina ve Rowland, insan yapımı bazı kimyasalların, atmosferin üst tabakalarına doğru hareket ederek dünyanın atmosferindeki stratosferik ozon tabakasını incelttiklerini, ozon tabakasında yer yer delikler açtığını saptadılar. Oysa atmosfer, tüm dünyayı çevreleyen bu açık mavi tabaka, güneşin morötesi ışınlarını soğurarak canlı yaşamını güvenceye almaktaydı... Bilim, her türden soğutucuda, envai çeşit spreyde, yalıtım malzemesi üretiminde vb. çok farklı kimyasallarda kullanılan insan yapımı maddelerin, ozon tabakasını yok etmekte olduğunu açıkça ortaya koydu. Klima üreticilerinden kimya sanayiine, büyük bir sanayici koalisyonu, sektörlerine müdahaleyi engellemek için hemen biraraya geldiler. Adı bugün ABD'de Koch biraderlerin ve iklim değişikliği inkarcısı muhafazakar işadamlarının kurdukları derneklere benzeyen isimde, bir "Sorumlu CFC Politikası Derneği" kurdular. Bu derneğin amacı, hükümetlerin bu alanda sınırlayıcı Antarktika ozon deliğinin en düzenlemeler yapmalarını engellemek ya büyük hali, NASA, Eylül 2006 da olabildiğince geciktirmek idi... Ancak bilimsel literatür, 1986 yılında, Antarktika üzerinde muazzam büyüklükte bir ozon deliğinin oluşmakta olduğunu gösterince, uluslararası toplum harekete geçti. "Ozon Tabakasını İncelten Maddelere İlişkin Montreal Protokolü" 1987'de imzaya açıldı ve 1989 yılının Ocak ayında yürürlüğe girdi. Yeni bilimsel gelişmeler ve bulgular ile sürekli geliştirilen Protokol, bugüne kadar 6 kez değiştirildi. Türkiye'nin 1991'de taraf olduğu, uluslararası anlaşma niteliği taşıyan Protokolü bugüne kadar 197 ülke imzaladı. Montreal Protokolü, Birleşmiş Milletler anlaşmaları arasında en fazla sayıda ülkenin imzaladığı anlaşma özelliğine sahip. Yürürlüğe girdiğinden bu yana geçen 25 yılda, ozon tabakasını incelttiği bilinen gazların %97'sinin üretim ve tüketiminin önüne geçildi; en tehlikeli 100 kimyasalda %100 başarı sağlanmış bulunuyor. Bu, kuşkusuz büyük bir başarıdır! Çevre koruma alanında bu düzeyde seferberlik sağlamış, Reagan ve Thatcher hükümetlerini dahi ikna etmiş böyle uluslararası anlaşmanın henüz bir benzeri yok. Bu işbirliğini sağlayan, aşağıdaki resimde açıkça görülen Antarktika ozon deliğinin korkutucu görüntüsü müydü, bilinmez? Ancak, ozon inceltici gazların üretim ve tüketiminin hemen hemen sıfırlanması, bu maddelerin atmosferdeki derişimlerinin (konsantrasyon) azalmasıyla aynı şey değil. Bu kimyasallar, onlarca yıl atmosferde kalıyor. İklim bilimciler 1980 seviyelerine ancak 2070'li, 1990 seviyelerine ise 2050'li yıllarda inileceğini hesaplıyorlar. Montreal Protokolünde hedef alınan kimyasallar, aynı zamanda iklim değişikliğine de yol açtığı için, Protokolün küresel ısınma ile mücadeleye de destek verdiği söylenebilir. Hesaplamalara göre Montreal Protokolü'nün küresel iklim değişikliğine katkısı, münhasıran iklim değişikliği ile mücadeleyi hedefleyen Kyoto Protokolü'nün 20 katı. Öte yandan, bazı sorunlar var. Soğutucularda CFC (kloroflorokarbon) yerine geçen HFC (hidroflorokarbon) gazlarının küresel iklim değişikliğine yol açtıkları artık biliniyor. ABD Çevre Koruma Örgütü'nün (EPA)nın en son tasarısı, HFC'leri de sınırlamaya yönelik... Peki, neredeyse bir nesil önce kaydedilen bu başarıyı neye borçluyuz? Bu başarıya yol açan etmenler, uluslararası politik ve ekonomik iklim neydi? Montreal Protokolü'nün başarısına daha yakından bir bakış, çok yararlı olabilir. Bir sonraki yazıda... görüşle uyuşuyor. Bir olasılıkla, VEN sayısının aşırı miktarda olması, duygusal sistemlerin gereğinden yoğun bir biçimde ateşlenmelerine yol açıyor. Bir başka yeni araştırma da intihar eden şizofrenlerin beyinlerinde, başka nedenlere bağlı olarak yaşamlarını yitiren şizofrenlere kıyasla çok daha fazla sayıda VEN olduğunu gözler önüne seriyor. Araştırmacılar VEN sayısındaki aşırılığın, kişilerde suçluluk duygusu ve umutsuzluk gibi olumsuz duyguları körükleyen aşırı etkin bir duygusal sistemin yaratılmasına yol açtığını öne sürüyorlar. Başka hayvanlardaki VEN’ler de birtakım ipuçları sunuyor. Bu sinir hücrelerinin kimliği ilk belirlendiğinde, bilim insanları, işte sadece insanlara özgü temel evrimsel değişimlerden bir tanesi diye düşündü.. Ne var ki, goril ve şempanzelerde de VEN’ler saptandı. Son yıllarda fillerde, kimi balinalarda ve yunuslarda da bu tür hücrelere tanık olundu. Bu canlı türlerinin birçoğu, biz insanlar gibi, büyük toplumsal gruplarda yaşıyor ve tıpkı insanlarda VEN’lerle ilintilendirilen türde gelişkin davranış biçimleri sergiliyor. Örneğin, fillerde eşduyuma benzer bir davranışa tanık olunuyor. Bu canlılar yaralı, yitik, ya da tuzağa yakalanmış fillere yardım etmek için birlikte çaba gösteriyorlar. Fil “gömütlüklerinde” hüzne kapıldıkları bile oluyor. Dahası, bu canlı türlerinin birçoğu aynadaki yansımalarını tanıyor. Gelgelelim, toplumsal yaşamları pek de canlı olmayan denizayısı, suaygırı ve zürafa gibi kimi hayvanlarda, ve ayna sınavında pek de başarılı olmayan makak maymunlarında da, VEN’lere tanık olunuyor. Bu durum VEN hücrelerinin gelişkin biliş açısından son derece önemli bir rol oynadıklarını öne süren araştırmacılar için ciddi bir engel oluştursa da, bu sonuncu canlılar VEN’lerin ilk belirtilerini taşıyor da olabilirler. Allman, tüm memelilerin beyinlerinde, biçimleri aynı olmasa bile korteksin aynı bölgesinde yer alan ve aynı genleri ifade eden VEN homologları olduğunu düşünüyor. Kapsamlı bir araştırma VEN hücrelerinin öncelikle nasıl evrildiklerine de ışık tutabilir. Allman, insanlarda VEN’ler beynin tat ve koku HAYVANLARDA DA VAR CBT 142615 /18 Temmuz 2014 Craig de, beynin ne denli büyükse çalışması için o denli çok enerji harcadığına, bu yüzden de olabildiğince verimli çalışmasının son derece önemli olduğuna parmak basıyor. Öyle ki, çevreyi ve o çevredeki insanları ya da hayvanları sürekli denetleyen bir sistem, bireyin herhangi bir duruma hızla uyum sağlamasına ve enerjiden olabildiğince tasarruf edilmesine olanak tanıyor. Craig’e göre evrim yalnızca bedenden gelen girdileri değil, aynı zamanda beyinden gelen duyusal girdileri de bünyesinde barındıran bir enerji hesaplama sistemi geliştirdi. “Şimdi kendimi nasıl duyumsadığım” ile ilgili görüntüyü sürekli güncelliyor olduğumuz gerçeğinin de, duyumsama işlemini yerine getirecek bir “Ben” olduğu kavramına sahip olmamız gibi ilginç ve son derece yararlı bir sonucu var. “Evrim, enerji kullanımının an be an ölçüldüğü ve duygularımın öznel bir temsilini sunan çok verimli bir hesaplama yöntemi geliştirdi,” diyor Craig. Craig bu görüşünde haklıysa ki bundan emin olabilmemiz için daha epey bir yol kat etmemiz gerekiyor o zaman çok onur kırıcı bir olasılık da gündeme gelmiş oluyor: Bilinç, beynin evriminde bir doruk nokta olmak şöyle dursun, olsa olsa son derece başarılı ve ciddi anlamda bir rastlantının sonucu olabilir. Rita Urgan, Kaynak: New Scientist, 21 Temmuz 2012 ENERJİ HESAPLAMA SİSTEMİ