24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Birliği’nin Genel Sekreteriydi. Evvela ilaç gönderdi. Burada her türlü yarabereye, yanığa, basit hastalıklara elimizden geldiğince yardımcı olduk. Her gün 5 6 hasta gelirdi. Bu günlerde ne üzerinde çalışıyorsunuz? Şu an kazıları sonlandırdık. Bu kazı evi Turgut Cansever’in projesi. Şimdi burayı Kültür Bakanlığı ile birlikte bir kazı evi müzesi şekline getirmek için çalışıyoruz. Bir yandan da yayın çalışmalarını sürdürüyorum. 1940’lı yıllarda Nail Çakırhan’la birlikte Soldan sağa Th. Bossert, Bayan Bossert, Muhibbe Darga, C.W.Ceram, Alkımların kızı Bilge, Bahadır ve Handan Alkım, Halet Çambel, Nail Çakırhan ve arkada iki öğrenci BİR BAŞKA BAKIŞ AÇISINDAN HALET ÇAMBEL Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’ın yazısından alıntılar: Halet Hoca’yı “ilginç” ve başkalarından farklı yapan, onunla birlikte çalışanlar üzerindeki etkisinin çok yönlü, sürekli ve değişken oluşudur. Halet Hoca bilimin yaşamdan kopamayacağını, düşünce sistemi ile bilimsel yaklaşımın, günlük yaşam ile bilimsel çalışmanın ayrılmaz bir bütün oluşturduğunu savunmuş, bu nedenle de birlikte çalıştığı insanların, başkaları tarafından “özel yaşamı” sayılabilecek sınırını, hiç değilse başka bir düzeyde yorumlamıştır. Halet Hoca birlikte çalıştığı, hatta çalışma olasılığı olanları, kuyumcunun eline geçirdiği ham bir taşı, “ben bundan ne yapabilirim” diye evirip çevirip tasarladığı gibi ele almış, ve sistemli bir şekilde yontarak biçimlendirmiştir. Bu nedenle Halet Hoca ile birlikte çalışmak, bazen çok güç gelen anları olsa da, yaşamımın tüm boyutlarında belirleyici olan bir süreci içermiştir. Halet Hoca ile birlikte bulunmak, bilimsel aktarımın çok ötesinde, düşünce sistemi, dünyaya bakış açısı ve günlük yaşamı da içine alan, bütüncül bir yenileme programından geçmek gibi görülebilir. “Halet Hoca’ın en büyük katkısı, kanımca Üniversitemizde bırakmış olduğu Prehistorya Anabilim Dalı ve bu bölümün temelini oluşturan düşünsel temeldir. Üniversite ile okulun bir birinden farklı olduğunu, bencilliğin yerine dayanışma ve ortak çalışmayı, kabuğuna çekilmek yerine dünyaya açılmayı, Fakültenin “iş yeri” olmadığını kabul ettiren yaklaşımları. Hocanın bu ilkeleri öylesine sağlam bir alt yapı oluşturmuştu ki, bölümü YÖK’ün şokunu zarar görmeden atlatabilen, kendisi emekli olduktan sonra da ikinci kuşakda, aynen değil, geliştirerek sürdürebilen, sanırım Üniversite sistemimizdeki tek yer olarak kalabildi Arnavutköy’de oturuyorduk. Burası Rum balıkçı köyüdür. Orada akıntı burnu vardır. Atatürk’ün bir motoru vardı. Bazen gelir akıntı burnunu geçerdi. Biz onun geldiğini duyunca, “Ya ya ya, şa şa şa, Gazi Paşa çok yaşa..” diye tezahüratta bulunurduk. Rumlar da kendi şiveleriyle “Ya ya ya, sa sa sa, Gazi Pasa tsok yasa” diye eşlik ederlerdi. Atatürk’ü nasıl hatırlıyorsunuz? Lise yıllarında bir defasında babamla birlikte Atatürk ile aynı sofrada bulunmuştum. Bambaşka güzellikte bir insandı. Son derece yakışıklı, keskin gözlü… Hareketleri bir kaplan gibi yumuşaktı. Atatürk’ün Türkiye’de Arkeolojinin gelişmesine de çok büyük katkıları oldu. Ahlatlıbel kazılarına gitti. Tarihe çok meraklıydı. Tüm dünyada arkeolojik eserlerin yerlerinden sökülüp müzelere götürülmesi ve yapay bir ortamda sergilenmesi düşüncesi hakimken, Karatepe’de Türkiye’nin ilk açıkhava müzesini kurmak nereden aklınıza geldi? Tabi bu zaman içerisinde oluşan bir olay. Buraya geldiğimiz vakit burası orman içi bir dağ başıydı. Yolu yoktu, bir patika vardı. İlk gelişimizde gördüğümüz: devrilip yere yatmış üzeri yazılı bir heykel, arkaya devrilmiş bir boğa kaidesi ve etrafta üzerinde yazıların bulunduğu kırık parçalardı. Hitit hiyerogliflerinin ve Finike yazısının bir arada bulunması bir ilkti. Eğer yazılar aynı döneme aitse bu çift dilli bir metin olabilirdi ve eğer bu doğruysa Finike yazısı bilindiği için Hitit Hiyerogliflerinin de nihai çözümü mümkün olabilirdi. Prof. Dr. Bossert ve Doç. Dr. U. Bahadır Alkım başkanlığında kazılara başladık. Sonra eserler çıktı ortaya. Sonuçta Prof. Dr. Bossert ile mesai arkadaşı Franz Xavier Steinherr’in yazıtların gerçekten çift dilli bir metin olduklarını kanıtlaması tüm dünyada büyük bir yankı uyandırdı. Bu durumu, Şampolyon’un Rosetta taşını okuyarak Mısır Hiyerogliflerinin anlamını çözmesine benzetenler oldu ki gerçekten de Anadolu çapında benzer bir olaydır. 1951 yılında Prof. Dr. Bossert dedi ki çalışmalarımızı tamamladık, buradan gidiyoruz. Ancak burayı biz açmışız, sorumluluğumuz var, koruma altına almamız lazım... Dedim ki “ben yokum!” Böylece kırılıp sayısız parçaya ayrılmış olan eserlerin birleştirilme sine başladık. Tüm parçaların fotoğrafını çektik. Ancak o dönemde müzelerde restorasyon kavramı yoktu. İtalya’ya gittiğimde İtalyan Restorasyon Enstitüsü Müdürü ile iletişime geçtim. O önce parçaları buraya gönderin dedi fakat sonra ikna oldu ve bir restoratör gönderdi. Ancak binlerce parça var ve ne aradığınızı tam olarak bilmiyorsunuz. Tüm parçaları hafızaya almak gerekiyor. Hatta bazen uykudan uyanarak parçaları birleştirdiğim olurdu. Sonuçta uzun yıllar boyunca kırık parçaları birleştire birleştire, bu açık hava müzesini meydana getirdik. Burayı açık hava müzesi haline getirirken bir yandan da çocuklar için yaz okulları organize ettiniz. Delikanlılar için marangozluk ve demircilik, kadınlar için kilim dokumacılığı gibi mesleki eğitim programları düzenleyerek yöre insanına destek oldunuz. Bölgede okulların yapılabilmesi için bütün gücünüzle çalıştınız. Bu çalışmalarınızdan da bahseder misiniz? Tarihi eserlere sahip çıkılması eğitimle mümkün. Komşulara dedik ki ; çocuklar sizden, defter kalem bizden, çocukları gönderin saat beşten sonra okutalım. Çocuklar sabah beşte geldiler. Irmağa gitmemeleri için aşçımızı başlarına koyduk. Mutfağın yanına sıralar kurduk, işten sonra derse giriliyordu. Burada ayrıca geleneksel olarak kilim dokumacılığı yapılıyordu ancak doğal değil kimyasal boya kullanılıyordu. Bunlar da akıyordu. Biz dedik ki doğal boya kullanırsanız daha iyi olur. İlk dokunan kilimi biraz yüksek fiyatla biz satın aldık. Bu sefer herkes heveslendi ve doğal boyaları kullanmaya başladı. Hatta bir genç kız, bu dalda Türkiye birinciliği kazandı. Daha sonra Mehmet Can diye bir kaymakam geldi (sonraları milletvekilliği ve bakanlık da yaptı) ve hep birlikte bir okul seferberliğine başladık. Buraya ilk geldiğimiz yıllarda köyde doktor yoktu. Burada bir ilkyardım istasyonu kurduk. Bir arkadaş Eczacılar CBT 1400 9 /17 Ocak 2014 “Çambel’in kimliği esas olarak bundan sonra Karatepe’de yaptıkları ile ortaya çıkar: Olağan koşullarda ancak bir devlet teşkilatının yapabileceği bir dizi işi tek başına üstlenmiş, inatlada onlarca yıl bu çabasını sürdürmüştür. Dağ başındaki bu müzenin yaşaması ve bununla bütünleşen ormanın varlığını sürdürmesi için yerel halkın bunlara sahip çıkması, bunun için de çevre köylerin belirli bir gelire sahip olması gerektiğini görmüştür. Bunu izleyen yıllarda, Prof. Çambel’in tüm uğraşını bu işe yöneltmiş, ormanın yaşaması için köylüyü keçi yerine koyun beslemeye alıştırtmaktan, geliri olsun diye kilimcilik, kilimler satabilsin diye kök boya formülleri bulmaya, eğitim düzeyi artsın diye okul ve kurs açtırmaktan, su, elektrik, yol gibi, devletin nerede ise tüm görevlerini birey olarak Aslantaş Açıkhava Müzesi yüklenmiştir.” DAĞ BAŞINDA BİR MÜZE ARKEOLOJİ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle