27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TARTIŞMAEDİTÖRE MEKTUP İstanbul’un felaketi: Yoğunluk artışı Yaptığımız her binanın bize neler kattığını hesap ederken, doğadan, dolayısıyla bu dünyanın sözde hâkimi olarak bizden, neler götürdüğünü de hesap edin. Bu dengeyi koruduğumuz oranda insan olarak kendimizi de korumuş olacağız. Reha Günay, Emekli Prof.Dr. Y.Müh.Mimar; reha.gunay@gmail.com H er kent topoğrafyası, tarihi, kültürü ile bir kimlik kazanır. Kentliler de bu kimliği yaşayarak öğrenirler ve farkında olmadan kendi kimlikleriyle özdeştirirler. Bu karşılıklı etkileşim kenti ve kentliyi oluşturur. Böylece Adana, İzmir, Bursa, İstanbul kentleri oluşur; Adanalı, İzmirli, Bursalı, İstanbullu kentliler var olur. Ancak son yıllarda gördüğümüze göre bu dengeyi, göçler bozmaktadır. Gerçi İstanbul gibi kentlere her zaman göçler olmuştur ama gelen insan sayısı kent nüfusuna göre çok az olduğundan gelen kişiler kısa sürede kentin düzenine ve kültürüne alışmak zorunda kalmaktadır. Oysa bugün dışarıdan gelenlerin sayısı yerli nüfusu çoktan aşmış durumdadır. Aşırı göç sadece kenti büyütmemiş en başta nüfus yoğunluğunu da arttırmıştır. İstanbul’da yoğunluk artışı birkaç türlü ortaya çıkmaktadır. MEVCUT SEMTLERDEKİ YOĞUNLUK ARTIŞI İstanbul’da yaşadığım son 60 yıla geri dönüp baktığımda özellikle sayfiye yerleşmeleri olan Göztepe, Erenköy, Bostancı, Maltepe, Kartal, Pendik geçirdiği evreler bakımından iyi bir örnek sergiler. Önceleri tek ve iki katlı olan modern evler, geniş bahçeler içindeki iki üç katlı ahşap konaklar yıkıldı ve üç dört katlı apartmanlar yapıldı. Eskiden bir ailenin oturduğu alanda şimdi 68 aile oturuyordu. Aradan çok geçmeden bu apartmanlar da yıkıldı ve 6 katlı apartmanlar dikildi. Şimdi aynı alanda en az 12 aile yaşıyordu. Sonra onlar da yıkıldı. Yerine 1012 katlılar ve bugünlerde 30 katlılar yapılmakta. Ortaya çıkan yoğunluk artışının sonuçlarını hesaplayalım. En başta yeşil alan azalması, havanın, toprağın, suyun kirlenmesi, atık madde artışı, küçük büyük canlıların yok olması. Yani tür çeşitliliğinin azalması. Parazitleri öldürdüğümüz ilaçların diğer canlıları da öldürdüğünü ve birinin yok olmasının sadece besin zinciri yoluyla değil ortak bir ekoyaşamı da yok ettiğini çok geç öğrendik. O nedenle eski konaktan kalan bir Himalaya sedirinin yok olmasının sadece bir nostalji olmadığını çok geç fark ettik. Bir sokakta yaşayanların çoğalması, o sokağı besleyen su, kanalizasyonun, gaz borusunun, elektrik, telefon hattının yetersiz kalması demektir. İstanbullular senelerce su sıkıntısı yaşadılar haftada 45 saat su alabildiler. Her evde, hatta her dairede su depoları yapıldı. Çünkü nüfus artışı sonucu barajlar yetmedi. Anadolu yakasında her evin bir fosseptiği varken artık fosseptikler dev boyutlara ulaştığından kanalizasyon sistemi kuruldu. Deşarj denize yapıldığından denizler kirlendi. Deniz canlıları azaldı veya tükendi. İstanbul’un her yerinde plajlar varken bunlar yok oldu. Sadece Anadolu yakasındakileri sayarsak Küçüksu, Salacak, Moda, Fenerbahçe, Caddebostan, Bostancı, Küçükyalı, Süreyyapaşa, Dragos, Kartal, Pendik plajları. Sonunda arıtma tesisleri yapıldı. Yoğunluk artışları sonucu yollar her yıl birkaç kez kazılarak boru veya hat çapları birkaç kez büyütüldü. Yıllarca sokak kazıları, trafiği, yayayı canından bezdirdi. Üstelik müteahhit para kazanmak amacıyla binaları büyütürken alt yapıyı hep halk ödedi. Yoğunluk artışı sadece bu saydıklarımı değil başka hizmetlerin de artışını getirir. Trafik artar, yolların genişletilmesi gerekir. Bu en azından ağaçların kesilmesi evlerin yıkılması anlamına gelir. Trafiğe çıkan araçların çoğalması havayı kirletir, yeni benzin istasyonları gerektirir ki her biri bazen bir bombaya dönüşebilir. Trafik yavaşlar. Evden işe daha uzun sürede gider hem yorulur, hem zamandan kaybedersiniz yani bir günde birkaç iş yapamazsınız. Daha çok okul, daha çok polis, daha çok hastane, daha çok iş yeri, daha çok çöp, daha çok çevre kirliliği, daha çok kamyon, daha çok reklam, daha çok göz kirliliği, daha çok gürültü, daha çok hizmetli yani hiçbir şey üretmeyen sadece insanlara hizmet eden bir sınıf. Gelelim yıkyap furyasının götürdüklerine. Yıkılan her bina bir moloza dönüşür. Betonarme binaların demiri bizde genellikle betondan sıyrılarak yeniden kullanıma sokulsa da beton atılacak bir çöptür. Hem doğayı, hem de yeşil örtüyü yok edip taşı elde ediyoruz. Yapı malzemesi elde etmek için enerji yani, kömür veya petrol kullanıyoruz ki onlar da ayrıca doğanın tahribi ile elde ediliyor. İşte bu insan emeği ve doğa kayıplarıyla elde ettiğimiz betonarmeyi yıktığımızda hepsi heba oluyor. Molozlara da pratik zekâmızla bir çare bulduk ve denizleri doldurmaya başladık. Yeniyi yapmak için sil baştan yeni malzeme elde ederek doğayı ve milli servetimizi yeniden harcıyoruz. Hiçbir gelişmiş ülke beşon yılda bir, bu yapboz işini sürdüremez ama biz hariç. Bu yıkyap işleminin yıllardır kenti hiç bitmeyen bir şantiyeye dönüştürdüğünü de hesaba katmak gerekir. Yani yürürken hep kazılan yollardan geçer, toz ve çamur içinde kalırsınız; devamlı dev kamyonlar, betonyerler etrafınızda dolanır, gürültü, suelektrik kesintisi sizi bıktırır. Hiç bitmemiş, huzura kavuşmamış bir mahallede yaşarsınız. Ortamı pek beğenip de satın aldığınız veya taşındığınız bir evin hemen yanındaki yıkılmaya başlar ve sizi taşındığınıza pişman eder. Güneşi göremez, aracınıza sokakta bir yer bulamaz, evinizin önünde bile otopark parası ödersiniz. İstanbul’daki ikinci tür yoğunluk artışı yeni kırsal alanların imara açılmasıdır. Bu konuda müteahhitler harikalar yarattılar. Arazileri kendileri buldular, imar planlarını kendileri yaptılar ve birdenbire 2030 katlı bloklar diktiler. Bir tür müteahhit canavarı, ve tabii biz mimarlar da bu işe alet olduk. Sistem işveren mimar ilişkisi üzerine kurulduğu için mimarların kentin gelişimi ve korunması üzerinde hiçbir etkinliği yok. Al paranı yap projeni. O kadar. Bütün o binala rın ulaşım yollarını, kavşaklarını, suyunu, elektriğini, kanalizasyonunu, gazını ve daha önce de saydığım pek çok hizmeti yine halk olarak biz cebimizden ödedik ama müteahhitler paraları kasalarına koydu, kimi garajını lüks arabalarla doldurdu, kimi her gün yeni bir marifetiyle gazetelere, televizyona çıktı. Gazete deyince aklıma her gün gazete sayfalarının yarısını kaplayan siteler, alkentler, morkentler, plazalar, mall’lar… geliyor. Şu anda bunların bitmemiş olanlarının kente ekleyeceği nüfus 500.000. Nasıl bir kentte yaşamak istersiniz? Hiç düşündünüz mü? Şunlar şunlar olsun; bunlar bunlar olmasın diye hiç sıraladınız mı? Bir kentli olarak bunu hep sormalıyız. Kenti insanlar kurar. Yerin stratejik durumu, topoğrafyası, suyu, mikro kliması, üretime uygun arazisi, inşaat malzemesine yakınlığı, ulaşıma uygun konumu, ticaret yollarına yakınlığı gibi faktörler konumunu saptar. Yine de her kent farklıdır. Ama kentte yaşayanların kentten beklentilerinin çok farklı olacağını sanmıyorum. Herkes temiz hava, temiz su, kolay ulaşım, kolay ve ucuz alışveriş, temiz bir çevre, yeşil alan, güvenlik, sağlık, iş, eğitim ister. Kent büyüdükçe, yoğunluk arttıkça bu istekleri karşılamak zorlaşır, aksaklıklar başlar. Çare olarak halktan fedakârlık istemek, doğal haklarını görmezlikten gelmek, zoraki çözümler üretmek yöneticilerin başvurduğu yollardandır. Özellikle ulaşım, kentin bir ucundan diğerine 34 aktarma yapmak ve iki saat yolda kalmak gibi uçlara vardığında birtakım teknolojik çözümler devreye girer. Doğal engelleri aşmak için köprüler, tüneller yapılır, hızlı ve devamlı gidişi sağlayan otoyollar inşa edilir, alt üst geçitler, yonca yaprakları, caddeler üzerine üst yollar, altına alt geçitler yapılır. Hatta bize bir uygarlık işareti gibi görünen metrolar, hızlı tramvaylar, metrobüsler, dolmuşlar yoğunluk sorunlarına getirilmiş zoraki çözümlerdir. Aslında kentleri metropolis haline getirmemek marifet olmalıdır. Eski Anadolu kentlerine bakarsanız bir uçtan bir uca 1.52 km’den daha büyük değillerdir. Bu da yaya olarak 1520 dakikalık yol demektir ki insan için hem kolay yürünen bir mesafe hem de bu yürüyüş, yayalar için sağlıklı bir etkinlik olmaktadır. Eski İstanbul bile bu sınırların iki katı kadar bir alan içinde kalır. Son olarak, mimarlara doğayı sadece bir arsa olarak görmelerini öğütleyeceğim. Doğa bir bütündür, ekolojik bir dengeye sahiptir, bu dengenin bir ucundan ufak bir şeyi alırsak o uç değer kaybeder diğer uç ağırlık kazanır, denge bozulur. Dengedeki unsurlar topoğrafya, karalar ve denizler, hava ve sular ve tüm canlılardır. Bakterilerden çok hücrelilere, bitkilerden hayvan ve insana hepimiz bu dengenin parçasıyız. Bu dünyayı hepimiz ortak olarak paylaşıyoruz. Birbirimizden hiçbir farkımız yok. Ne var ki biz insan olarak düşünme ve imal etme gücüne sahibiz. Bu yönümüzle diğer canlılardan kendimizi üstün sayıyoruz ve onlar aleyhine her şeyi yapmayı haklı görüyoruz. Ancak son yıllarda edindiğimiz bilgilere göre, diğer canlılara haksızlık ettiğiniz zaman bunun bedelini de ödüyoruz. Dengenin bozulması sonuçta bizi de etkiliyor ve kendi yaşamımızı zora sokuyor. En güçlü varlık olmamız diğer canlıları hiçe saymamızı gerektirmiyor. Tersine, aklımızla, onlara daha çok saygı göstermemiz ve korumamız gerekiyor. Aksi halde bundan biz zararlı çıkacağız. Onun için doğayı bir bütün olarak görün, sadece rant sağlayan bir arsa olarak görmeyin diyorum. Yaptığımız her binanın bize neler kattığını hesap ederken, doğadan, dolayısıyla bu dünyanın sözde hâkimi olarak bizden, neler götürdüğünü de hesap edin. Bu dengeyi koruduğumuz oranda insan olarak kendimizi de korumuş olacağız. NASIL BİR KENT? CBT 1382 18 /13 Eylül 2013 YENİ YERLEŞMELER
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle