Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Açık Görüş Dil Barajı Neden Önemli? Bilim Kime Hizmet Etmeli? Prof.Dr. Mustafa Kaymakçı mustafa.kaymakci68@gmail.com Y Prof. Dr. H. Benan Dinçtürk, Sakarya Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, bdincturk@me.com eni YÖK yasa taslağı görüşe açıldıktan sonra, öğretim üyelerinin tartışabilecekleri pek çok önemli konu vardı. Üniversite yönetiminin devredileceği konseylerin yetkileri, yer alacak üyelerin seçimi, Bakanlar Kurulu’nun bu konseylere atama yetkileri, hele bölgesel vergi rekortmenlerinin eğitim düzeylerine bakılmaksızın, bu komisyonlarda karar verici konumlarda olabilmeleri gibi sorunlu ve tartışmaya açık konular vardı. Ancak öğretim üyelerinin çoğu dil barajıyla ilgili konuyu dile getirdi. Öğretim üyelerinin pek çoğu dil barajını ‘sadece yayın takip etme’ ile özdeşleştirerek, bazıları da akademik yükseltmelerde yabancı dil öğrenme zorunluluğunu milliyetçi mecralara taşıyarak bakış açılarındaki sorunları ortaya koydular. (Güçlü, A, Milliyet Gazetesi, 20.11.2012) Aslında bu görüşlerde bir kırgınlık, bir çaresizlik seziliyor. Belki bilim sevdalısı ama aktif bilim üretme sürecinin dışında kalan, küskün, haksızlığa uğradığını düşünen pek çok öğretim üyesi var. Gayet yetenekli ve üretken olabilecek insanlar periferde kalıveriyor. Bu gerçekten üzücü. Türk eğitim sisteminde yabancı dil eğitiminin büyük bir sorun olduğu ve başarılamadığı bir gerçektir. Bilim dili, maalesef Türkçe değildir, keşke olabilseydi! Böyle bir hedefe ulaşabilmek için de bilim hangi dilde yapılıyorsa oradaki çalışmaları izleyebilmek ve ülke olarak bilimsel üretimde ilerlemek gerekir. O nedenle günümüzde İngilizceyi öğrenmekten başka çare kalmıyor. Bilim dünyasındaysanız konunuzdaki gelişmeleri takip etmek bir önkoşuldur. Yayın taraması doktora başında yapılacak kısa ve pasif bir okuma süreci değildir. Yapılan çalışmanın yazılması, bilimsel toplantılarda sunulması ve konudaki bilim insanlarıyla gerekli tartışmaların yapılması gerekir. Maalesef, dil sorunundan dolayı, yayın takibini bu aşamadan sonraya bırakan pek çok öğretim elemanı var. Karşıma çıkan iki önemli örnek bu durumun üzücülüğünü ortaya koyuyor ve yabancı dil bilme gerekliliğinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Editör görevi yürüttüğüm bir dergide Türkçe yazılmış makaleleri değerlendirecek Türk hakemler kolaylıkla bulduğum halde, İngilizce makaleleri okuyabilecek Türk hakemler bulmak son derece güç. İşte bilim insanının daha aktif bir İngilizceye gereksinim duyduğu bir alan! Türk hakemler İngilizce yazılmış bir makaleyi okuyabilmeli, bu makaleye gerektiğinde İngilizce yorumlar yazabilmeli. Diğer örnek daha da üzücü. Yeni bir biyolojik tür tanımladığına dair bir makale yazan öğretim üyesi, bu türü daha önce tanımlamış yurtdışından başka bir araştırıcı tarafından mahkemeye veriliyor. Olay intihal de olabilir ama büyük bir olasılıkla, İngilizce okuyamadığı için bilim dünyasında ne olup ne bittiğinin farkında olmayan bir öğretim üyesinin düşebileceği acıklı konumu gösteriyor bize. Dil öğrenme, öğretme yeri olmasa bile üniversiteler bu konuya ellerinden geldiğince çare bulmaya çalışıyorlar. Meslek içi dil eğitimi kursları açıyorlar; makale destek ofisleri, çeviri ofisleri ile İngilizce yazamayan hocaların bu eksiğini gidermek için bazı çözümler üretmeye çalışıyorlar. Dil eğitiminin milli eEğitim sistemimiz içinde ciddi olarak değerlendirilmesi gereği bu bağlamda da bir kez daha ortaya çıkıyor. Bence, bu konuda diğer Avrupa dillerinden çok farklı olduğu halde İngilizce öğretmeyi başaran ülkelerin yabancı dil eğitim yöntemlerinin araştırılması, model arayışında iyi bir yaklaşım olabilir. Niyetim kalp kırmak değil ama acı gerçekleri konuşulabilir hale getirmek ve yüzleşebilmek. Bilim dilini bilmeyen öğretim üyeleri, ne öğrenciye taze bilgi sunabilir ne de bugünün bilim dünyasında yer edinebilir. Kriterleri aşağı çeken bir akademik sistemle günümüz bilim ve teknolojisine yaklaşmak mümkün değildir. B ilim kimilerince kitlelerden uzak salt bilimcilerin işi olarak kabul edilir. Kitlelerin, yalnız bilimin ürünü olan teknoloji ve yenilikler ile ilgilenmesi istenir. Oysa bilimin popüler olması, yeni yöntem ve bulguların bilimci olmayanlara da erişebilmesi gerekiyor. Bilimi açıklamaktan kaçınmak, genellikle egemenlerin ve onların güdümünde olan bilimcilerin isteği. Bilimin her türlü kullanımında, uzmanlardan oluşan küçük bir grupla sınırlı tutmak, doğru olmadığı gibi tehlikelidir de. Yakın dünya tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bilimi popülerleştirmenin başka bir gereği de, bilimin bir bilgi dağı olmayışı, bir düşünce şekli olmasından kaynaklanmasıdır. Bilimin, kitlelere, bir başka deyişle her yurttaşın erişimine sunmak için başlıca nedenleri şöyle sıralayabiliriz: Birincisi, kötüye kullanılmasının önlenebilmesi yanında, bilimin uluslar için yoksulluk ve gerilikten çıkışı gösteren bir yol gösterici olmasıdır. Bilimden uzaklaşıldığı ölçüde, insanlık bir kaosun içine düşecektir. İkincisi, bilim insanlara dünyayı değiştiren teknolojilerin, içinde yaşamakta olduğumuz çevreye yönelik tehlikeleri konusunda uyarma görevini yapar. Üçüncüsü, bilim doğayı ve evreni anlamamıza, daha doğrusu algılamamıza olanak sağlar ve geleceği konusunda bizi bilgilendirir. Dördüncüsü de bilim ve demokrasi değerlerinin genellikle uyumlu olmasıdır. Bilim, özgür ortamlarda tartıştıkça gelişir. Tek yönlü yönetimlerin egemen olduğu ortamlarda bilimsel gelişme söz konusu değildir. Bununla birlikte bilime yüklenmeye çalışılan bu erdemler, 20.yüzyılın başından itibaren önemli değişimlere uğramaya başlamıştır. Bugün pek çok insanın sandığı gibi bilim, katıksız ulvi bir etkinlik olarak varlığını sürdürmekte midir? Yoksa bilim, dünyayı denetlemeye çalışan kimi sınıf ve katmanların kullanacakları teknoloji ve yenilikleri üretmeye mi ağırlık vermektedir? Kimi bilim tarihçilerine göre, 19. yüzyıl ya da Birinci Paylaşım Savaşı’na değin, bütün dünyada bilime saflık ve özerklik rolü biçilmişti. Bilim, toplumun üstünde, ekonomik ve sosyal ortamdan bağımsız bir etkinlik olarak kabul ediliyordu. Bilimcilere, hiçbir çıkar gözetmeksizin gerçeği aramaya kodlanmış kahramanlar gözüyle bakılıyordu. Gerek Birinci Paylaşım Savaşı, daha ilerisi İkinci Paylaşım Savaşı, bilime yüklenen bu nesnelliğin yerinde olmadığına ait görüşleri haklı çıkarmaya başladı. Bilimin üretimi olan teknoloji ve buluşlar, her iki paylaşım savaşında kitlesel ölümler getirdi. Bilimciler, ülkelerinde egemen olan büyük sermayenin dünya egemenliğini sağlamak üzere, daha doğrusu emperyalizm için atom bombası dahil konvansiyonel, nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar ürettiler. Günümüzde, insanların beslenmesi için bile, bütün girdiler, artık egemen ulus ve sınıfların çıkarları için çokuluslu şirketlerin laboratuvarlarında bilimciler tarafından üretiliyor. Artık, bilim ile iktidar arasındaki bağ açığa çıkmıştır. Bir başka deyişle, bilimin saflığına ve özerkliğine ilişkin yaklaşımların gerçek olmadığı bilenler tarafından algılanabiliniyor. Durum böyle olmakla birlikte, ne yazık ki başka ülkelerde de olduğu üzere, Türkiye’de de hâlâ bilimin saf ve özerk olduğu yaklaşımı, bilim kişisi geçinen ancak aslında teknokrat olmaktan öteye geç(e)meyen akademisyenlerde devam ediyor. Bu bağlamda, özellikle son otuz yılda Türkiye’de de demokratik kitle örgütleri yerine öne çıkarılan sivil toplumculuk anlayışı da sorgulanmalıdır. Sivil toplumculuk anlayışı, bilimin sınıfsal niteliği ve emeksermaye ilişkilerindeki yeri ve işlevini göz ardı etmektedir. Bilimin emeksermaye ilişkisi göz ardı edilince, bilimin kime hizmet ettiği unutturulmak istenmektedir. Daha açık deyişle, bilim ve bilimciler, Batı’da olduğu üzere Türkiye’de de büyük sermayeye bilgi üreten bir konuma getirilmektedir. Bilindiği üzere, aynı durum, örgüt ve örgütlenmeye de yansımıştır. Örgütler, işlevleri birbirine benzeyen kuruluşlar olmuşlardır. Durum böyle olunca, düzenin daha eşitlikçi bir yapıya dönüştürülmesi gündemden düşmekte, tam tersi sivil toplum örgütleri düzenin değirmenine su taşır durumuna gelmişler ve gelmektedirler. Gidişat budur. Ancak bilim ve namus ilkesiyle bu gidişata karşı çıkmak mümkündür. Bu da, doğru siyasal iradenin oluşturulması ile yaşama geçirilebilir. Bunun olmazsa olmaz koşullarından kimileri şunlardır: Birincisi, planlama, karma ekonomi, kamu girişimciliği ve işletmeciliği konularında köklü bir zihin değişikliğinin sağlanmasıdır. İkincisi, Türkiye’de giderek büyük sermaye çevrelerinin güdümüne ya da etki alanına girmiş üniversitelerin ve kimi düşünce kuruluşlarının özerkleştirilmesidir. Üçüncüsü ise kamuoyunu doğru yönlendirecek, uluslararası tekellerin güdümüyle hareket etmeyecek bir medya ağının kurulmasıdır. Assos’da Felsefe Antikçağın tarihsel yörelerinde yapılan felsefe etkinlikleri gerek konuşmacıları gerek dinleyicileri akademik tartışmaların ötesinde bir anlama taşıyor. Bu deneyimi 1994’te Mersin’de başlayan ve diğer felsefe bölümlerine, bulundukları şehrin adıyla yayılan ‘Felsefe Günleri’nde edinmeye başlamıştım. 12 Şubatta Assos’da, Aristoteles’in son yıllarını yaşadığı kentte, ‘Felsefe, Bilim, Sanat Derneği’nce düzenlenen ‘Felsefe, Tanrı ve Din’ genel başlıklı toplantıya, çeşitli üniversitelerin felsefe bölümlerinden davet edilen sekiz konuşmacıdan biri olarak katıldım. Dernek başkanı Prof. Dr. Örsan K. Öymen hem konuşmacı hem düzenleyici hem de ‘yerleştirici’ idi. Felsefe tarihinin diğer bilimlerin tarihiyle bir farkı vardır. Başlangıçlara ya da sonraki dönemlere dönülür, filozoflardan düşünceler derlenir ya da toplantıda işlenecek soruna el atmış bir filozof seçilir ve dolayısıyla konu günümüze taşınır. Sorunu elden düşürmedikçe, kaydırmadıkça bu tarzların hepsi katkı sunar. Prof. Dr. Uluğ Nutku CBT 1352/ 3 15 Şubat 2013 Bizim toplantımızda da böyle oldu: Antikçağ inançlarının irdelenmesinden Yeniçağın başlangıcında Spinoza’ya, sonrasında Hume, Feuerbach, Marx, Kierkegaard ve Nietzsche’ye değin değerlendirmeler yapıldı. Felsefe tarihi çalışmasının aynı zamanda sorun işleme olduğu gösterildi. Konu toplumumuzun durumuyla yakından ilgili olduğundan, güncelliğimiz felsefi söylemin dışında kalamazdı. Felsefi söylem siyasal polemiğin çok üstündedir. Asıl etkili olan odur. Din konusunda felsefe ilk kez kamu önünde eleştirel tavrını gösterdi. Felsefi eleştiri çok önceleri başlamalıydı. Başlayabilseydi, siyasal hayatımız çok daha olgun olurdu. Din, sunduğu dünya ve insan görüşü ne olursa olsun, her toplumun kültürünün asli bir öğesidir. Bilimin doğruyanlış ayırımının ötesinde bir anlamlar öbeğidir. Açıklama ile anlam verme arasındaki sınırı göstermek felsefeye düşer. Felsefe, yaşanan kültür içinde korunması, beslenmesi gereken bir karşıt kültürdür. Bu karşıtlık toplumun düşünce hayatını zenginleştirir. Bu tür toplantılar birçok yörede yapılmalıdır. Bilimsel söylem felsefeye eşlik etmelidir. Astrofiziğin, biyolojinin, evrimbilimin, antropolojinin son başarıları halka anlatılmalıdır. Geniş bir felsefe çalıştayı bu görevi yurt çapında yerine getirmeyi üstlenebilir.