23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2010 Boğaziçi Üniversitesi olayları 2012 ODTÜ olayları dirilerden iki sonuç çıkartmak olasıdır. Bunlardan birincisi, bildiri sahipleri “üniversite” yönettiklerinin farkında değildirler. McLaughlin’in dediği gibi, “görevleri hakikati düşünmek olanlar (bilimcilerüniversiteler), krallardan ve başpiskoposlardan yüksekte” olduklarının farkında olmalılar. Siz gazete patronu değilsiniz. Siz bir TV’nin genel yayın yönetmeni değilsiniz. Siz Muhteşem Yüzyıl dizisinin senaristi değilsiniz. İkincisi, bu bildiriyle idareciler, “güvenlik güçleri ‘benim okulum’a girebilir, sopalarıyla her yerde dolaşabilir, bir eleştirinin sınırlarını belirleyerek istedikleri oranda müdahalede bulunabilirler” anlayışını ifşa etmişlerdir. Tercih: Ya sopanın (gücün) yanında yer alır kendinizi güvende hissedersiniz ya da sopaya karşı durur üniversite olursunuz. Üniversite eleştirel aklın mekânıdır. Eleştirel aklın ürünü, bilimdir, bilgidir. Bu bilgiyle de teknoloji üretilir. Göktürk2 uydusuna en büyük katkı ODTÜ’nündür. Gerçek anlamda bir üniversiteden bahsedilebilmesi ancak, bu eleştirel aklın kullanılabildiği ortamın var olup olmadığıyla ilgilidir. TV programlarında “güzide” üniversitemiz diye başlayan ve “…şiddet olmaması gerekirdi” diye ODTÜ’yü kınayan konuşmalarda yorumcuların fark edemedikleri şey, ODTÜ’yü “güzide” yapan şeyin tam da bu eleştirel olabilme cesaretini gösterebiliyor olmasıdır. Okuluna gelen bir bakanı, afişle protesto etmek isteyen öğrencilere bu okulun idarecisinin (rektör) “şimdi atarım hepinizi okuldan” dediği kurum hakkında “güzide (!)” diye bahsedebilir misiniz? Oysa bizim üniversite diye adlandırılan okullara katı bir askeri hiyerarşi ve korku hâkimdir. Bu kurumlarda hiyerarşik olarak hiç kimse bir üst amirini eleştiremez. Eleştirme cüreti ise asla karşılıksız kalmaz. Askeri hiyerarşi ve korku üniversitelerimizin yüzleşemediği bir olgudur. ODTÜ’ye atılan gaz bombalarıyla “eleştirel aklın tapınağı” yani üniversite hedef alınmıştır. Gaz bombalarıyla kimin ya da neyin eleştirilip eleştirilemeyeceğine ve eleştirinin sınırlarına “ben karar veririm” mesajı verilmiştir. Tıpkı, 1270’te Paris Başpiskoposu Etienne Tempier’in onüç felsefi tezin üniversitelerde tartışılmamasına karar verdiği gibi. Eleştirel aklın tapınağı üniversiteye, açık ya da örtük bir gücün gölgesi vurduğunda üniversite, tarihsel geleneğinden gelen “kendini savunma” hakkını kullanır ve “eleştirel aklı” egemen kılar. Yani bilimsel özgürlük ve özerklik mücadelesi üniversitenin doğası gereğidir. Bilim toplumu olamadığımız gibi dünyayı, toplumu, olayları olgusal, nesnel (bilimsel) yöntemle algılayıp, yorumlamaktan uzak bir düşünce yapısına sahip olduğumuz da 18 Aralık ODTÜ vakasıyla su yüzüne çıktı. TV’lerde gazeteci, yorumcu, politikacı vs. kişiler ellerinde hiçbir nesnel veri ve bilgi olmadan bir konuolay hakkında yorumlar yapabilirler, yaptılar da. Bunların medya aracılığıyla izleyiciyi bir konuya inandırma ve belli doğrultuda yönlendirme (iktidarın siyasi tabanını canlı tutma) çabaları bir yere kadar anlaşılabilir ve kabul edilebilir. Ama ODTÜ olgusu hakkında yorum yapan akademisyenlerin ispata, nesnelliğe, gözleme dayanmadan (ellerindeçantalarında molotoflar vardı, bilye atan tabancalar olduğu söyleniyordu, araba lastikleri sokmuşlar, yaktılar vb.şimdiye kadarki görüntülerde gözlenmedi) dedikodu mahiyetinde açıklamalar yapmaları asla kabul edilemez. Bir akademisyenin (veya rektörün) ispatı olmadan bir sav öne sürmesi, açıklama yapması ODTÜ’deki yaşananlardan daha vahim bir olgudur. Ve asıl tartışılması gereken konu budur. Bilimci ya da üniversite bir sav öne sürmeden önce olaya ilişkin nesnel kanıtları toplar. Kanıtları, olayı hazırlayan olgularla birleştirir ve sistematik bir hale getirdikten sonra açıklamasını yapar. Üniversite (öğretim üyesi) öğrenciye olay ve olguları anlamada ve yorumlamada “bütünsel” bakış açısını öğretir. Aklını kullanmayı ve eleştirel düşünmeyi öğretir. Eleştirel düşünmek: “Daha az kandırılır olmaktır.” Bu hem bilim insanı olmanın hem de üniversite(li) öğrencisi olmanın önkoşuludur: “Kolay kolay kandırılmamak.” Üniversite (öğretim üyesi) bilimsel düşünme alışkanlığı kazandırır. Bu alışkanlık hocaya ve öğrenciye “doğruluğundan emin olmadığı herhangi bir iddiayı kabul etmeme” ve “doğruluğundan emin olmadığı bir iddiada bulunmama” yükümlülüğü yükler. Bu, “hemen inanmama sorumluluğu” ve “şüp ODTÜ’YÜ “GÜZİDE” YAPAN NEDİR? NESNEL KANITLARIN NEREDE? 1. Cumhuriyet Gazetesi. (19.11.2010) Bilim ve Teknoloji Dergisi, Sayı: 1235 2. Nelson, L. H. Üniversitelerin Yükselişi, (şekil1) http://www.vlib.us/medieval/ lectures/ universities.html 3. Erol, B. (2005) Ortaçağ Avrupa’sı ve Üniversiteler, DoğuBatı Dergisi, Ankara: Cantekin Matbaası. 4. Batuhan, H. (2002) Uğur Felsefe Öğreniyor, İstanbul: Bulut Yayınları. he etme” yükümlülüğüdür. Yani öğretim üyesi ya da üniversite öğrencisi bir bilgi karşısında, “hemen inanmama” sorumluluğuyla, “bu bilgiyi hangi ispatlarla kabul ya da reddetmeliyim” tavrı içine girer (4). Bu insan tipi hoşunuza gider mi? Hayır! TV’lerde siyasi iktidarın açıkladığı ispatsız bilgilere “hemen inanarak” doğruluğundan emin olmadığınızispatsız yorumlar yapan öğretim üyeleri; bildirilerinde “doğruluğundan emin olmadığınız iddialarla” ODTÜ yönetimini, öğretim elemanlarını ve öğrencilerini hedef alarak suçlayıcı açıklamalar yapan üniversite ve rektörleri… (sözü Başbakan’a bırakıyorum) …bu ülkeye neler katabileceklerini anlatsınlar… bana göre o mesleği bıraksınlar…Yahu siz nasıl bir öğretim üyesiniz ki, eğer hepsi böyleyse bu ülke batmış! Yetiştirdiğiniz öğrenciler buysa bu ülke batmış. Bunlar da buysa bu ülke batmış. Böyle öğretim üyeleri olsa ne olur, olmasa ne olur. “Bu hocalar öğrencilerini böyle yetiştiriyorsa ben diyorum ki, onlara da yazıklar olsun.” Türkiye’de üniversiteleşmenin ortaçağına tanıklık edilmiş ve tarihe not düşülmüştür: 18 Aralık 2012, Yer: ODTÜ. Kaynaklar DÜNYA GÖSTERGELERİ Güneş enerjisi bugün gezegenin elektrik ihtiyacının dörtte birini karşılıyor. Ne var ki güneş enerjisi sanayi bu arada inanılmaz bir hızla büyüyor. Bu büyümenin altında Swanson Yasası denilen olgu yatıyor. Bu yasa, transistor maliyetlerinin hesaplanmasında kullanılan Moore Yasası ile benzer bir mantık üzerine kurulu. Moore Yasası’na göre transistorların boyutu (ve maliyeti) her 18 ayda bir yarıya iner. Amerika’nın en büyük güneş hücresi üreticilerinden SunPower şirketinin kurucularından Richard Swanson’a göre güneş enerjisi üretmek için kullanılan fotovoltaik pillerin maliyeti, küresel üretim kapasitesinin her ikiye katlanışında %20 oranında azalıyor. Bunun sonucunda bugün güneş enerjisi üretiminde kullanılan modüller, her watt kapasitesi için bir doların altına inmiş durumda. Bu da Kaliforniya gibi güneşli bölgelerde fotovoltaik enerjinin, devlet sübvansiyonu almasa bile geleneksel enerji piyasalarındaki daha pahalı parçalarla rekabet edebileceğini gösteriyor. Dahası, laboratuvarlarda kanıtlanmış ancak daha piyasalara ulaşmamış teknolojik gelişmelere bağlı olarak, Swanson Yasası’nın daha uzun süre geçerli olacağı anlamına geliyor. Ayrıntılı bilgi: http://www.economist.com/news/21566414alternativeenergywillnolongerbealternativesunnyuplands GÜNEŞ ENERJİSİ MALİYETİ HIZLA DÜŞÜYOR CBT 1347/ 9 11 Ocak 2013
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle