24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

İTÜ araştırma görevlileri yalnız değildir! Prof. Dr. Oğuz Oyan, oyan@tbmm.gov.tr ki bakımdan yalnız değiller. Birincisi, Türkiye çapında binlerce araştırma görevlisi aynı konumda olduğu için İTÜ’deki araştırma görevlilerinin direnişi sadece kendilerine veya kendi üniversite yönetimine dönük değildir. Hatta, AKP’nin yeni Yükseköğretim Kanunu Taslağı incelenirse, direnişlerinin tüm akademik statülerin bilimsel bağımsızlığı ve üniversitenin bilimsel özgürlüğü adına olduğu anlaşılır. İkincisi, bu mücadelenin anlamının farkında olan öğretim üyeleri ve siyaset kerteleri bu direnişe destek verdikleri için de İTÜ araştırma görevlileri yalnız değildir. Aslında sorunun kaynağı 30 yıl öncesinden 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu’ndan (YK) gelmektedir. YK’nın 33/a maddesi, araştırma görevliliğini tanımlarken aynı yasanın 50/d maddesi, “Lisans üstü öğretim yapan öğrenciler, kendilerine tahsis edilen burslardan yararlanabilecekleri gibi, her defasında bir yıl için olmak İTÜ’deki mücadelenin üzere öğretim yaryalnız bırakılmamasının dımcılığı kadrolarınbaşka nedenleri de var; dan birine de atanabilirler” hükmünü çünkü son ODTÜ baskınıgetirerek farklı bir nın da gösterdiği gibi, AKP yoldan araştırma gödayatmalarının revliliğine geçişi düzenlenmektedir. durmayacağı kesin. İstisnai olması gereken ikinci yol, gerek Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) kadro tahsislerindeki yönlendirmeleri, gerekse tıp kökenli rektörlerin bu eğreti statüyü pek benimsemeleri sonucunda giderek aslî yol olmuştur. (50/d statüsü sadece “tıpta uzmanlık” gibi geçici ve her yıl binlerce adayın katılımıyla yenilenerek işleyen bir ustaçırak ilişkisi için anlamlı olabilir. Diğer alanlarda, doktorasını tamamlayanların kurumla ilişkilerinin kesilmesi, üniversiteler açısından da büyük bir kayıptır). Yaptıkları işin niteliği bakımından aralarında hiçbir İ farklılık bulunmamakla birlikte, lisansüstü/doktora öğrenimi görenlerden araştırma görevlisi sınavını kazananların sadece bu öğrenim süresince 50/d kadrosuna ve her defasında bir yıl için atanmaları nedeniyle, işin niteliğiyle bağdaşmayan bir eğretilik ve güvencesizlik oluşmuştur. O kadar ki, doktora çalışmasını tamamladığı halde, doktora bitince mesleğini de kaybedecek olan çok sayıda araştırma görevlisinin, tez savunma tarihini sürekli geriye atarak zaman kazanmaya çalışmaları üniversitelerimizin sıradan bir olayı olmuştur. İşte bu nedenlerle, her yasama döneminde 50/d statüsünün kaldırılması için yasa teklifi vermekteyim ve bunlar her defasında iktidar milletvekillerinin oylarıyla reddedilmektedir. (Son yasa teklifim 6 Aralık 2011 tarihini taşımakta ve görüşülmeyi beklemekte. Bkz. oguzoyan.com.tr) Aynı kamu hizmetini farklı statüler altında verenler arasındaki eşitsizlikler sürerken, bu defa 25 Şubat 2011’de yürürlüğe giren bir yasayla 2547’nin 44. maddesi değiştirilmiş ve azami süreler içinde yükseklisans/ doktorasını tamamlayamayanların “ders ve sınavlara katılma ile tez hazırlama hariç, öğrencilere tanınan diğer haklardan yararlandırılmaksızın öğrencilik statüleri devam eder” muğlak ifadesine yer verilerek, bu durumdaki 50/d’li araştırma görevlilerinin kitleler halinde kapıya konulmasının yolu açılmıştır. AKP iktidarının bu tasfiye yolunu kendi kadrolaşmasına zemin hazırlamak için açmış olması, YÖK’ün de güdümünde olduğu iktidara bağımlılık gösterisi yapması yadırgatıcı olmayabilir. Ancak YÖK’ün bu muğlak kanun hükmünü “hak düşürücü” bir biçimde okuması, 50/d kadrosunu “diğer öğrencilik hakları” kapsamında bir burs olarak yorumlayarak belirtilen azami süreleri aşan araştırma görevlilerinin ilişiklerinin kesilmesi doğrultusunda rektörlüklere görüş bildirmesi kesinlikle kanuna ve hukuka aykırıdır. Şu nedenlerle: YK’nın 50/d maddesi (bkz. yukarıda ikinci paragraf) burslardan yararlananlar ile öğretim üyesi yardımcılığına atananları birbirinden net bir biçimde ayırmaktadır. İkisinin bir arada olması mümkün değildir. 13.10.1984 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan yö netmelik, 50/d kadrosunda bulunan araştırma görevlilerinden doktora öğrenimini bitirmek üzere olanların başarı durumları ve birim ihtiyaçları göz önünde bulundurularak aynı kanunun 33/a maddesine göre geçirilmeleri gerektiğini bildirir. Yani, iki statü arasındaki geçişkenliğin yasallığı ve tarihselliği de 50/d statüsünün bir burslu öğrencilikle karıştırılamayacağını ve 33/a ile 50/d statülerinin niteliksel benzerliğini gösterir. Danıştay kararları da 50/d maddesi uyarınca istihdam edilen araştırma görevlilerinin burslu öğrenci olmadığını açık bir şekilde karar altına almıştır. (Örneğin Danıştay Sekizinci Daire’nin 2009/663 Esas numaralı kararı). YÖK’ün 44. maddeyle ilgili görüşü, Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesini açıkça ihlal etmektedir. Çünkü pek çok 33/a’lı ve 50/d’li geçmişte doktorasını 6 yıldan uzun sürede bitirmiş olup yasa maddesinin aleyhe yorumlanması hakkaniyete aykırıdır. Kaldı ki, yasada açıkça düzenlenmeyen bir husus, hukuka aykırı olarak araştırma görevlisi aleyhine yanlış yorumlanamaz. İşte bu eşitsizlikleri ve mağduriyetleri gidermek üzere, 2547/44. maddedeki “muğlaklığı” 50/d’li araştırma görevlileri lehine çözen yeni bir yasa teklifimi 25 Aralık 2012 tarihinde TBMM’ye sunmuş bulunuyorum. İTÜ’deki mücadelenin yalnız bırakılmamasının başka nedenleri de var; çünkü son ODTÜ baskınının da gösterdiği gibi, AKP dayatmalarının durmayacağı kesin. Yeni YK taslağında öngörülen AKP üniversitesinde, araştırma görevliliği atamalarında “Kurul tarafından belirlenen bilim alanlarında merkezi sınavdan alınan puanlar esas alınacak” düzenlemesi getirilerek, “öğretim elemanı yetiştirme” alanının da iktidarın kontrolüne alınması tasarlanmaktadır. Daha kötüsü, yardımcı doçent kadrolarından başlamak üzere öğretim üyeleri de sözleşmeli statüye kaydırılabilecek, üniversite piyasanın uzantısına dönüştürülecek, bilimsel/akademik özgürlüğün ruhuna rahmet okutulabilecektir. İşte bu nedenlerle İTÜ’deki mücadele tüm akademik kadroların ve üniversitelerin özgürlüğünü, Türkiye’nin bilim geleceğini ilgilendirmektedir. Yükseköğretim Kanunu Taslağı Üzerine... T CBT 1347/ 18 11 Ocak 2013 ürkiye’de yükseköğretim sisteminin gözden geçirilme ihtiyacının olduğu açıktır. 2547 sayılı yasa zaman içinde birçok değişikliğe uğramasına rağmen üniversitelerin başta özerklik olmak üzere temel problemleri çözülememiştir. Üniversitelerin temel problemlerine çözüm üretmek adına yeni bir kanun yapılması sürecinin başlatılması olumlu olmakla beraber, önerilen kanun taslağı, yükseköğretim sisteminin sorunlarını çözmekten uzaktır. Bu taslağın dayandığı felsefeyi şu üç kavramla ifade etmek mümkündür: Merkezileşme, siyasallaşma, piyasalaşma. Kamuoyunun tartışmasına sunulan kanun taslağında yükseköğretim sisteminde öngörülen en önemli değişikliklerden biri, siyasetin merkezi yapısı daha da güçlendirilen Türkiye Yükseköğretim Kurulu’nun karar organlarına iyice yerleşmesidir. Yapılmak istenen, fiilen zaten ya şanmakta olan bu sürecin daha da güçlendirilmesi ve buna ek olarak akademik örgütlenmenin daha da karmaşık hale getirilerek, üniversiteler arasındaki eşitsizliğin yapısallaştırılmasıdır. Nitekim üniversiteler arasında yapılan sınıflandırma (araştırma ya da eğitim üniversitesi; Üniversite konseyi olan ya da olmayan üniversite gibi) bölgelerarası eşitsizlik koşullarıyla da örtüşmektedir. Üniversiteler işlevlerini özerk olduklarında ve tam olarak özgür bir ortama kavuştuklarında yerine getirebilirler. Bu açıdan bakıldığında başta Yüksek Öğretim Genel Kurulu’nun oluşumu olmak üzere, yürütme kurulu ve üniversite konseyi gibi organların oluşumunda siyaset kurumunun gözle görülür ağırlığı yasa taslağının en sorunlu yanıdır. Siyaset kurumunun bu kadar etkili olduğu bir üniversitenin yönetsel ve mali özerkliğinden söz edilemez. Bu yaklaşım zaten katı merkeziyetçi olan üniversite yönetimlerini demokratikleştirmeyecek ve üniversiteleri siyaset kurumunun denetimine sokarak daha da merkezileştirecektir. Kanun taslağında üniversitelerin kendilerinin kaynak üretmesine vurgu yapılmakta ve üniversiteler piyasacı bir yaklaşımla değerlendirilmektedir. Özellikle 1990 sonrası süreçte hızlanan devletin neoliberal dönüşümüne paralel olarak üniversitelerin piyasalaşması süreci bu kanun taslağı ile tamamlanmak istenmektedir. Öğrenci müşteriye, akademisyen kamu eliyle sanayinin hizmetine sunulan ucuz bilim emekçisine dönüştürülmektedir. Üniversitelerin birer işletme olarak rekabet etmeleri öngörülmektedir. Rekabetin konusu bilimsel çalışmanın niteliğinin yükseltilmesi değil, eğitim ve teknoloji pazarından daha büyük pay alma, kârlılığını yükseltmedir. Bu yaklaşım bilimi araçsallaştırarak tüccarın, sanayicinin hizmetine sunarken, bilim emekçisini de ucuz ve güvencesiz çalışma koşullarına mahkum edecektir. Piyasalaşmanın en açık sonuçlarından biri işletme uygulama ve tek
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle