Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör Titanic ve Avatar gibi filmlerle sinema dünyasında önemli bir yeri olan Amerikalı yönetmen James Cameron, bir denizaltıyla dünya denizlerinin en derin noktasına indi. On bir kilometre derinlikte yer alan Mariana Çukurluğu’nu saatlerce filme alan Cameron, dış dünyayla Twitter aracılığıyla iletişim kurdu. Cameron geçen pazartesi sabahı yerel saatle 7.52’de 10.898m derinliğe indiğinde Twitter’de “Tüm sistemler ok” mesajı göründü. 57 yaşındaki yönetmen birkaç saat sonra yüzeye çıktı. Ünlü yönetmen dünyanın en derin noktasına indi olması neredeyse imkânsız olarak kabul ediliyor. Ayrıca bu Dünya ve Ay arasındaki jeokimyasal benzerliği ortaya çıkaran ilk inceleme de değil. Lund Üniversitesi’nden (İsveç) Matthias Meyer’ın Nature Geoscience dergisindeki diğer bir araştırma yazısında belirttiği gibi Ay’daki oksijen, silisyum, krom ve volframın izotop oranları da Dünya’daki oranlarla çok benzer. Ancak son üç elementin oranları, Theia’nın Mars’ınkine benzer bir bileşime sahip olması halinde çarpışma teorisiyle örtüşebilir. Ancak bu sonuçlar Theia teorisini bitirmeyebilir de. Theia’nın malzemesi genç Dünya’yla şimdiye kadarki çarpışma simülasyonlarıyla elde edildiğinden çok fazla karışmış olabilir diyor Meier. Gazetelerde, valiliklerin ve şimdi de Sağlık Bakanlığı’nın sitelerinden Atatürk’ün kaldırıldığı haberleri yer alıyor ve bunun AKP‘nin Atatürk’ü unutturma çabasının bir parçası olduğu yazılarak bu durum eleştiriliyor. Programa göre yönetmen en derin noktaya yaptığı dalış sırasında video ve fotoğraf çekimi yapıp bilimsel araştırmalar için örnek toplayacaktı. Derin deniz dalışı için “Deepsea Challenger” denizaltısıyla sekiz yıllık bir hazırlık yapıldı. Cameron’un ekibi bu dalış için Pasifik’teki Ulithi atolünde bir istasyon kurdu. Deniz dibinde çevresi kuvvetli LED’lerle aydınlatılan yönetmenin yanında birkaç tane yüksek çözünürlüklü üçboyutlu kamera bulunuyordu. Cameron bu rekorundan önce yetmiş iki dalış yapmıştı. Bunlardan on ikisini Titanic filminin çekimi sırasında gerçekleştirdi. İnsanlık daha önce bu kadar derine sadece bir kez inmişti. 1960 yılında Trieste denizaltısının iki mürettebatı Mariana Çukurluğu’na ulaşmıştı. Fakat burada sadece yirmi dakika kadar kalabilen mürettebatın görüşü de denizaltının zemine oturması sırasında cama sıçrayan çamur yüzünden engellenmişti. Uluslararası bir araştırma ekibi, kan portakalının, soğukta kalması halinde kırmızı rengine kavuştuğunu buldu. Kan kırmızı renkten stres anında etkinleşen genetik bir parazit sorumlu. İngiltere’deki John Innes Merkezi’nden Cathie Martin yönetiminde çalışan ekibe göre, portakal meyvesindeki hücreler normalde DNA parazitinin etkinliğini önleyecek durumdadır, diyor. Fakat don gibi ağır iklimsel koşullarda bu savunma zayıflıyor ve kalıtımdaki davetsiz misafir etkinleşerek koyu kırmızı boyar maddenin üretimini tetiklemekte. Bu nedenle örneğin don gibi iklim olaylarının ender olarak yaşandığı ılıman iklimli İtalya’da ama özellikle de Sicilya’da kan portaka Kan portakalı, kırmızı rengine nasıl kavuşuyor? CBT 1307/ 7 6 Nisan 2012 Bir Ay taşını ayrıntılı bir şekilde inceleyen Amerikalı ve İsviçreli bilim insanları, Ay’ın önemli ölçüde Dünyamızın da oluştuğu malzemeden meydana geldiği sonucuna vardı. Chicago Üniversitesi’nde Junjun Zhang ile çalışan ekibin Nature Geoscience dergisindeki yazısına göre Ay, Dünya’nın jeokimyasal ikizi. Sonuç, Ay’ın oluşumuyla ilgili modeli tartışmaya açtı. Buna göre Dünyamızın uydusu Mars büyüklüğündeki Theia gökcisminin, genç Dünya ile çarpışması sonucu oluşmuştu ve Ay, bu çarpışma cisminden daha fazla malzeme almış olmalıydı. Araştırmacılar Ay taşı örneklerinde Titanyum madeninin iki varyantının (izotop) dağılımını inceleyince, titanyum 50 ve titanyum 47 oranın, yerkabuğundaki dağılımı arasındaki farkın 0,0004’ten fazla olmadığını görmüş. Bu sürpriz bir sonuç, nitekim izotop sıklığı normalde güneş sisteminde yüz misli oynar. Eğer Ay gerçekten de bir çarpışma sonucunda meydana geldiyse en az yüzde kırk oranında Theia malzemesinden oluşması ve izotop oranlarının da Dünya’dakinden çok farklı olması gerekirdi. Çünkü Theia’nın Dünyamız gibi bire bir aynı kimyasal bileşime sahip Ay, Dünyanın jeokimyasal ikizi lı üretimi sınırlıdır. Bu bölgede meyvelerin olgunlaşması sırasında yaşanan koşullar uygun değilse üretim önemli ölçüde düşüyor diye açıklıyor Martin. Kırmızılığın mekanizması hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen araştırmacılar Sicilya’da üretilen Moro kan portakalının gen etkinliğini bildikportakalla karşılaştırmışlar. Plant Cell dergisindeki araştırma yazısına göre kan portakalında, diğer proteinlerle birlikte antokyan grubundaki koyu kırmızı boyar madde sentezini harekete geçiren bir transkripsiyon faktörü geni okunuyor. “Ruby” (yakut) olarak isimlendirilen bu genin aynı biçimi normal portakalda da bulunuyorsa da neredeyse hiç okunmuyor. Bu etkinlik farklılığından, kan portakalında Ruby geninin kontrol bölgesine yuvalanan parazitimsi DNA parçası sorumlu tutuluyor. Bu DNA paraziti Çin’de yetişen küçük meyveli Jingxian kan portakalına da yerleşmiş. Ancak Ruby geninin yakınında yuvalanan bu retrotranspozon, diğer kan portakallarında bulunanlarla aynı değil. Atatürk’ü unutturmak için AKP’nin tabiri caizse çaktırmadan epeydir uğraştığı ve bu uğraşında Fethullahçılarla birlikte hareket ettiği epeydir yazılıp çizilen bir konu. İnsanın üzüntü ama biraz da içinden gülerek, istihzâ ile izlediği bu haberlere konu olanlar hiç heveslenmesinler: Atatürk’ü unutturamazlar. Unutturmalarının niçin mümkün olamayacağını merak ediyorlarsa, Avrupa Ortaçağına bir göz atsınlar. Orada şunu göreceklerdir: Bizans’ta Ortodoks kılisesi Platon’u, Batı Avrupa’da da Katolik Kılisesi Aristo’yu unutturmak için çok çaba göstermişler ama başaramamışlardır. Sonunda hem Ortodoks kılisesi, hem de Katolik kılisesi Platon ve Aristo’ya yenik düşmüş, bu iki büyük insan Rönesans’ta sadece kendileri canlanmakla kalmamış, kendileriyle beraber tüm pagan Yunan kültürünü de canlandırarak Hristiyanlığa izi silinmeyen okkalı bir tokat atmışlardı. Bu tokadın Hristiyanlığa vurduğu darbe, bugün batı Avrupa’da yaşıyan insanların hemen hemen yarısının (yani biraz adam gibi tahsil görmüş olanlarının) ateist olmasıyla sonuçlandı. Bunun ne zaman olduğunu düşününüz: Bugünkü tahminlere göre, antik Yunan literatürünün 40’ta birinden az bir kesimi elimize geçmiştir. Yani, Aristo ve Platon’un pek çok eseri Rönesans’a varamadan yok olmuştur. Aristo’nun ders notları dışında tüm eserlerinin kaybolduğu sanılmaktadır. Buna rağmen, 17. yüzyıldaki bilim şahlanmasının temelinde Aristo, felsefenin uyanışının başında ise Platon vardır: Francis Bacon, bilim yöntemini geliştirirken Aristo’yu eleştirdi (ama sonunda farkında olmadan gene Aristo’nun yöntemini tavsiye etti), Galile mekaniği kurarken Aristo’nun fiziğinin eleştirisinden hareket etti, Descartes modern kozmolojinin temellerini atarken Aristo’nun fiziğini kısmen temel aldı. Bu büyük insanlar sayesinde Aristo fiziği tamamen aşıldı. Aristo biyolojisinin aşılması ise ancak 19. yüzyılın ortasında Darwin sayesinde gerçekleşti: Cuvier gibi bir biyoloji devi temelde hâlâ Aristocuydu. Aristo’nun jeolojisi ise 19. yüzyılın başına kadar yaşadı. Sir Humphrey Davy’nin volkanoloji teorisi hâlâ Aristo’nun meteorolojisine ve hattâ Platon’un Fedon isimli diyaloğunda sunduğu modele dayanıyordu ki bunun temelinin de Eratosten olduğunu beş paralık bir lise tahsili olan herkes bilir (bilmeyenler, ellerindeki tüm diplomalarına rağmen, beş paralık bir lise tahsili görmemişler demektir!) Sadece Hristiyanlık denen kaba Ortadoğu masalı, kendini ancak Platon’u koltuk değneği olarak kullanmak suretiyle Avrupa’da kabul ettirebilmiş değildir; sonunda yediği tokat da gene Platon sayesindedir: Platon’un diyaloglarında sunduğu sorgulama vurgusu (bunu hocası Sokrat ahlâksızca kötüye kullanmış olsa bile) Avrupalı’nın kafasını açtı, Platon’un diyaloglarındaki siyasîden jeolojik olanlara kadar geniş bir yelpaze sunan modeller, Avrupa’da tartışılır oldu. Bu tartışma sonunda Platon’un çok daha soyut ‘fikirler’ (’idealar’) gibi kavramlarının tartışılmasıyla evrenseller sorununu gündeme getirdi. Ortaçağda nominalistlerle realistler arasındaki tartışmanın aslında başka bir şekli olan bu tartışmalar sonunda, Hristiyanlığın bir sürü iddiasının zırvalığı görülmeye başladı, bundan da Baruch Spinoza, Descartes, Berkeley gibi adamların elinde Hristiyan iddialarının tutarsızlığı açık seçik fark edilir oldu. Tüm bunları ilk kez açık açık sorgulayan David Hume ile de modern düşünce (tekrar) başladı. Bugün Katolik mantıkçılar hâlâ Aquina’lı Aziz Thomas’ın etkisiyle pagan Aristo’ya tutunur. Bir zamanlar unutturmak için çabaladıkları büyük Makedonyalıyı saçma sapan inançları nedeniyle hâlâ aşamadılar. Gelelim Atatürk’ü unutturmaya çalışanlara: Hiç heveslenmeyin, beceremezsiniz, zira Platon ve Aristo gibi, Atatürk artık bir şahıs değil, bir fikirdir. Atatük sadece Türkiye’nin malı değildir. Paris’in en büyük kitapçılarından Gibert Joseph’e birlikte gittiğimizde, 27. Hava Kuvvetleri komutanımız Sayın Hv. Org. Aydoğan Babaoğlu‘na, bir raf sırf Atatürk biyografileri göstermiştim. Ülkemizde, utanarak söylüyorum ki, bir takım zır cahil zevat Atatürk’ü unutturtmak isteyebilir ve hatta Atatürk’ten sonra ülkemizi yönetmiş olanların gayretlerinin bir sonucu olarak kültür seviyesi çok düşük olan ülkemizde bunu kısmen başarabilir de. Gençlerimizin Atatürk’ten ziyade Tayyip Erdoğan’a özendiklerini geçenlerde dehşet içinde okumuştum: Böyle bir tercih tamamen bilgisizliğin ve düşüncesizliğin eseri olabilir; ama Türkiyeyi cahilleştirseniz bile tüm dünyayı cahil tutamazsınız. Kâinattaki en büyük gücün eleştirel akıl ve onun sağladığı gözlemle denetlenen bilgi olduğu ve toplum yönetiminde bu güçten başkasının yönetilenleri mutlu edemeyeceği fikri, Mustafa Kemal Atatürk’ün çoktan toprak olmuş nâçiz vücudundan artık ayrı bir varlıktır. Evrende düşünen ve okuyan varlıklar oldukça yaşayacak olan bu varlığa biz Kemâlizm diyoruz. Atatürk’ü Unutturmaya Çalışanlara Bir Tavsiye