Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
J. J. Rousseau’yu iyi anlamamız gerekiyor Öncelikle, ülkemizdeki Rousseau hayranlığının temeli, “gariban aşığı” olarak görülmesi değildir. Sadece yaşamış olduğu çağına değil, gelecek çağlara düşünceleri ile adını duyurmuş bir düşünürün böyle algılandığını söylemek, önce o düşünürün öğretilerine ters düşer. Eğer konuya böyle yaklaşırsak, onu gerçek biçimiyle anlayamadığımız gibi bir sonuç da ortaya çıkar. Mümtaz Başkaya baskaya@superposta.com Ö ncelikle, ünlü düşünürü anlayabilmek için o dönemin Avrupa’sını iyi tahlil etmek gerekir. Feodal yapının en üst noktasına gelen, patlamaya hazır olan halk hareketleri sonucu, derebeyliklerin yıkıldığı ve sonrasında ulus bilincinin yeşerten bir Fransız devrimini yaşayan 18. Yüzyılın Avrupa’sı var karşımızda. Bir de bu patlamayı yeşerten düşünürler arasında olan J.J.Rousseau var. Farklı düşünme ve algılama elbet kişilerin kendi tercihi. Ancak J.J Rousseau’yu günümüz Türkiye’sine getirip bir partinin meclis sırasına oturtmak, onu da iki kişiden biri konumuna düşürmek özellikle ünlü düşünüre haksızlık olmaz mı? Rousseau ahlâkın ve erdemli olmanın değerini, sadece bu hasletlere düşkün olduğu için savunmuyor. Öyle olsa sadece ahlakın ve erdemliliğin üstünlüklerinden konu ederdi. Halbuki tartıştığı ve görüş bildirdiği konu, Dijon Akademisi’nin “Bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlakın düzelmesine yardım etmiş midir?” sorusudur. Rousseau’nun bu soruya verdiği yanıtını iyi anlayabilmek için “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev” adlı eserini o günün koşullarını da önde tutarak iyi okumak ve anlamak gerekiyor. Bu konu aslında çok ölçüde geniş. Ancak olabildiğince kısa ele almakta yarar var. J.J. Rousseau Akademi’nin bu sorusuna “hayır” dedi ve nedenlerini sıraladı. Ona göre, bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlâkı etkilemez. Yani, ahlak mutlak değerdir. Bilimler ve sanatlar ne kadar gelişirse gelişsin, toplum ilerlemesinde belirleyici olan ahlâktır. Bir toplulukta herkesin mutlu olabilmesi için eşit yararlanma esastır. Bilim ve sanatın yönetenlerin elinde olmasıyla gelişen ahlak, halkın işine pek yaramayacaktır. İlgili eserinin bir bölümünde Rousseau aynen şöyle diyor: “Krallar gerçek bilginlere saraylarında şerefli mevkiler versinler, insanlara hikmeti öğretecek olan bu bilginler halkın mutluluğu için çalışmakla layık oldukları en güzel mükâfatı görmüş olsunlar; işte o zaman erdemin, bilimin ve iktidarın soylu bir yarışma hırsı ile gayrete gelerek, insanları mutlu etmek amacıyla birleşip anlaşarak neler yapabileceklerini görürüz. Ama iktidar bir yanda, bilgi ve hikmet bir yanda kaldıkça, bilginler büyük şeyleri pek az düşünecekler, krallar büyük işleri pek az başaracaklar ve halk yoksul, ahlaksız, mutsuz bir durumda yaşayıp gidecektir.” Rousseau’nun bu eserini gençliğimde okumuş ve çok etkilenmiştim. Şimdi, yeniden ve daha dikkatlice birkaç kez daha okudum. Çıkardığım sonuç şu oldu: Bilimlerin ve sanatların gelişimi, yöneten sınıfın elinde olduğu sürece, bireyin ve toplumun ahlaki gelişiminde hiçbir etkisi olmaz. Benim anladığım; bilimin ve sanatların, giderek teknolojinin gelişimi ve kullanımı halkın yararına olmadığı sürece, ahlâk başta olmak üzere hiçbir şeyin gelişemediğidir. Hemen anımsatmakta yarar var; Rousseau’nun yaşadığı çağda insanlar aç, yoksul ve sefildi. Krallar kalın duvarlı kalelerinde, seçkin sınıfından soylular ise şatolarda gününü gün ediyorlardı. Bu gün bile öyle değil mi? Topları, tüfekleri, savaş uçaklarını daha ötesi atom bombalarını üreten yine bilim değil mi? Halk yararına üretilmeyen bilimin ahlâk anlayışı kime göre şekillenecek? Dünyayı sömürmeye niyetli güçlerin acı, ölüm, yoksulluk getirdiğine göre, bu durumda ahlaktan söz edilebilir mi? Bilim bu amaçla kullanıldığı zaman bu söylem geçerlidir, diyenleri duyar gibiyim. Ancak, J.J.Rousseau’nun kendi çağındaki bir soruya verdiği öznel durumdan söz ediyoruz. Halk bilincinin uyanmadığı, yoksulluk ve sefalet içinde yaşamış 18. Yüzyıl Avrupa’sında böyle bir soruya “hayır” yanıtını veriyor. Bir kez daha yinelemekte fayda var, bilimin ahlaksızlık getireceği gibi bir düşüncesi yok. Bilim ve sanata da düşmanlığı yok. Rousseau’yu bilim ve sanat düşmanı görenler, o günün şartlarını ve onun bu konuda ne düşündüğünü göz önüne almalı. Rousseau, bilimler ve sanatların gelişmişlik ölçüsünü; yani ne kadar bilim o kadar sömürü gibi algıladığı için, bu açıdan bakıldığında ilkel insanın bu yönüyle daha az sömürüleceği fikrini öne sürüyor. Yoksa, bir insan ne kadar ilkelse o kadar iyidir; ne kadar bilim ve sanattan haberdarsa o kadar kötüdür demiyor. Dediği, ilkel insanların ilkel yaşayış biçimlerini asla geri dönülüp tekrarlanmayacak bir mükemmellik seviyesinde olduğudur. Rousseau’nun anlayışına göre yorumlayacak olursak; bir ülkede üretilen bilim ve sanat sömürü aracı olarak kullanırlarsa, ilkel durumda kalınması ile bu etki azalır. Çünkü yöneten sınıf da böyle bir güçten uzak kalmış olacaktır. Unutulmaması gereken; ünlü düşünürün yanıtlaması gereken soru, bilim ve sanatların uygarlığın gelişmesinde ne derece etkilidir sorusu değildir. Rousseau, bilimler ve sanatların gelişiminde ahlak anlayışının etkisinin olmadığı yönünde görüş bildirirken, ama AMAÇ İLKELLİĞİ KUTSAMAK DEĞİL cı ilkelliği kutsamak değildi. Sınıfsız ilkel toplumlarda mülkiyetin belirginleşmesi ile sınıflı toplumlara geçiş sağlanacağını ve bu geçişte yönetimin elinde bulunan bilim ve sanatın asıl onların amacına hizmet edeceğini vurgulamaya çalışıyordu. İlkel toplumlarda mülkiyet ayrımının sadece basit araçlardan öteye gitmeyen yapısı ile zaten böyle bir yönetici sınıf oluşmayacağına göre, böyle bir sömürünün de oluşamayacağını vurgulamak istiyordu. Günümüz değerlendirilmesinde de bu ahlak ve erdem savunuculuğunun esası budur, diye anlamak gerekecektir. Çünkü bu anlatımlarını o çağın anlayışına göre şekillendirmesi gerekiyordu. Böyle bir anlatımda bulunduğu için ilkelliği yüceltiyor imasında bulunmak ne derece anlamlı, bilemiyorum. İlkelleri suçlayıp sömürenleri aklamanın bana göre doğru bir mantıksal düşüncesi yok. Sömürücü ülkeler sömürdü ama hiç olmazsa uygarlık götürdü mü diyeceğiz? Çünkü ABD emperyalizmi Irak’ı işgal ederken, onlara uygarlık götüreceğini vaat etmişti. Ama ülkelerini parçaladı ve çok uluslu şirketlere petrolleri paylaştırıldı. Onların bu yaptığı ilkellikten uzak ve çok uygar ve ne kadar temiz duygu mu diyeceğiz? Thomas Hubbes, John Locke ve Rousseau, ideal devlet olgusunu ortaya koymaya çalıştılar. Özellikle J. J. Rousseau’nun yaşadığı çağa damgasını vurduğu kesindir. Daha başka düşünürlerin de ihtilalin düşünsel nedenleri hakkında atılımları görülüyor. Rousseau, insanların doğuştan eşit olduğuna inanmakta ve çoğunluk iradesinin (halk egemenliği) siyasal egemen olması gerektiğini vurgulamaktaydı. ‘Toplum Sözleşmesi” (Du contrat social ou Principes du droit politigue)’ bildirgesinde ileri sürdükleri şunlardı: İnsan doğal durumunda iyiydi. Düşünmeden, sadece doğal ihtiyaçlarını giderecek kadar çalışıyordu ve doğanın bağrında yaşıyordu. Toplumsal ve uygar duruma geçince başka insanlarla ilişkileri arttı, mülkiyeti yaratarak bozulmayı yaşamaya başladı. Hırsa, eşitsizliğe ve kötülüklere yöneldi. Bilimleri ve sanatları oluşturdu. Bunlar onun bozulmasını artırdı. Ancak insanlar bu ilkel yaşayış biçimlerine dönemeyecektir. Yani, gelişen uygarlığın önüne geçemeyecektir. Ancak doğal yaşam düzeni kurmak gerekir. Bunun için insanlar toplum sözleşmesiyle birbirlerine bağlanmalıdır. Bu sayede, insanlar toplum yararına bazı özgürlüklerinden vazgeçecek ve ortak bir yaşamda birleşecektir. Yaşadığı çağdan günümüze ve hatta geleceğe doğru haykıran J.J Rousseau, her zaman en iyi biçimde anlaşılmalı ve geçmişten geleceğe doğru bu sese çok iyi kulak verilmeli. Yoksa egemen güçlerin elinde şekillenen bilim ve sanatları, günümüzde giderek gelişen teknolojileri kendi çıkarları için kullanırken, halk yararına gelişmesini beklediğimiz ahlakın iyi yönde düzelmesini daha çok bekleriz. CBT 1337/ 19 2 Kasım 2012 alanlar da lisanüstü düzeye çekilmeli. Lisanüstü düzeye çekilmesini önerdiğim programların öğrenci kaynağı, temel ve uygulamalı bilimler fakültesidir. Bu fakülte, mevcut fenedebiyat fakültelerinin bölümleriyle iktisadi ve idari ilimler fakültelerindeki iktisat, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümlerinden oluşmalı. Temel ve uygulamalı bilimler fakültesinde eğitim, iki yıllık çekirdek genel eğitim ve anadalyandal veya çift anadal olmak üzere iki kademeden oluşmalı. Çekirdek genel eğitim programını tamamlayan öğrenciler, istedikleri takdirde önlisans derecesi alarak iş hayatına atılabilme ve bir süre çalıştıktan sonra, lisans tamamlamak üzere geri dönebilmeli. Üniversitenin, mühendislik ve tıp gibi diğer fakültelerindeki öğrencilerin de çekirdek genel eğitim programından dersler almaları özendirilmeli, gerekirse zorunlu hale getirilmeli. Temel ve uygulamalı bilimler fakültesine kayıtlı öğrencilere de çekirdek genel eğitim programını tamamladıktan sonra üniversitenin diğer fakültelerindeki lisans programlarına dikey geçiş yapma imkânları sağlanmalı. Küresel bilgi ekonomisinin işgücünün dünyanın her köşesinde iş görebilecek şekilde ve dar alanlardan çok, geniş bilimsel tabanlı eğitimle yetiştirilmeleri gerekmekte. Bunun için MÜHENDİSLİK VE TIP ÖĞRENCİLERİ lisans programlarımızı mümkün olduğu kadar temel bilimlere dayalı olarak genişletmeli, disiplinlerarası niteliğini artırmalı ve uzmanlaşmayı lisans sonrası ve lisansüstü düzeylere çekmeliyiz. Sosyal ve insani bilimlerden bihaber bir mühendis veya teknolojiye aşina olmayan bir hukukçuyu düşünmek artık mümkün değil. Kendi dili yanında en az bir yabancı dilde yazılı ve sözlü iletişim yetenekleri, küresel dünyayı coğrafi ve kültürel olarak iyi anlamak artık istihdamın önşartları arasındadır. Bunları gerçekleştirmek için, üniversitelerimizde fakülteler, hatta fakültelerin bölümleri arasında halen mevcut olan kalın duvarları yıkmak zorundayız.