22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Bedenimiz uygarlaşma süreci boyunca tepeden tırnağa değişti Günümüzün Batılı yaşam biçimi yalnızca bel çevremizi değiştirmekle kalmayıp, boy, kaslar, kemikler, kan damarları ve hormonlarda da değişimlere neden oluyor. Bu değişimlerin bir bölümü genetik kökenli olsa da, ötekilerin yaşamlarımız boyunca biçimlendirilen ve bir Taş Devri ortamına dönülmesi durumunda yok olup gidecek geçici değişimler oldukları düşünülüyor. ürih Üniversitesi’nin bodrum katı, metal raflar Bel omurları üzerine özenle yerleştirilmiş dizi dizi karton kutularla dolu. Üzerlerine muz ihraç eden bir şirketin logosu olan bu kutuların içinde meyveden çok, dehşet uyandırıcı şeyler var. Kutuların bir bölümünde Mısır’dan iki mumyanın başları ve bataklıklara gömülerek bir tür mumyalaşma sürecinden geçen eski çağlardan kalma beden parçaları bulunuyor. Daha yeni kalıntılar arasında ise bir Ortaçağ gömütlüğünde Koksijeal omurlar bulunan kemiklerin yanı sıra, 20. yüzyılın Kuyruk sokumu kemiğinin gerektiği gi başlarında yaşamlarını yitiren sviçreli vatanbi oluşamamasından kaynaklanan ve daşların kemikleri yer çoğu zaman dış belirtiler sergilemeyen bu durum kimi zaman sırt ağrıları alıyor. Beden parçalarının na yol açabilir bir bölümünde garip Gizli bozukluk ya da şiddet içeren birDünya nüfusunun yaklaşık beşte birinde spi takım törensel uygulana bifida occulta adıyla bilinen bozukluk ol maların izlerine tanık makla birlikte, çoğu durumun bilincine varolunuyor. Örneğin, mıyor. mumyalardan birinin göz çevrelerinde altın varak izlerine rastlanıyor. Kimilerinde de kökleri çoktan kurutulmuş hastalıkların yol açtığı olumsuz etkilere tanık olunuyor. Bu penceresiz yalın odada, tümü de eksiksiz durumda olan, 2000 kişinin beden kalıntıları bulunuyor. Anatomi uzmanı Frank Rühli bu kalıntıları biraraya getirerek bir zamanlar ait oldukları kişileri yeniden oluşturmaya çalışıyor. Uygarlığın insan bedenine nasıl yeniden biçim verdiğini kavramaya çalışan Rühli, bedenlerimizin son birkaç bin yıl içinde uğradığı değişikliklerin izini sürüyor. Günümüzün batılı yaşam biçemi yalnızca bel çevremizi değiştirmekle kalmayıp, boy, kaslar, kemikler, kan damarları ve hormonlarda da değişimlere neden oluyor. Bu değişimlerin bir bölümü genetik kökenli olsa da, ötekilerin yaşamlarımız boyunca biçimlendirilen ve bir Taş Devri ortamına dönülmesi durumunda yok olup gidecek geçici değişimler oldukları düşünülüyor. Doğa ile beslenme arasındaki karmaşık etkileşimin gizini çözmek 10 B N YILLIK HOMO C V CUS SÜREC doğum kontrol hapları ve hormon yenileme terapisi de östrojen düzeylerini arttırıyor. Günümüzde kadınların böylesine büyük miktarlarda östrojenle karşı karşıya kalmaları her 8 kadından 1 tanesinin meme kanserine yakalanmasının başlıca nedenlerinden birini oluşturuyor. Meme dokusunun fosilleşmesi söz konusu olmayabilir. Ancak, tarih boyunca hormon düzeylerini izlemenin başka bir yolu da var. Uzun süre östrojenin etkisinde kalmanın kafatasının içinde sertleşmeye yol açtığına inanılıyor. Kökenleri çok daha gizemli başka fiziksel değişimler de var. Görünüşe bakılırsa, zaman içinde kollarımıza orta atardamar adı verilen yeni bir damar eklendi. Gerçekte embriyo aşamasında var olan bu damar ders kitaplarına göre gebeliğin genellikle sekizinci haftasında küçülüp yok oluyor ve yerini ulnar ile radyal atardamarlar alıyor. 20. yüzyılın başlarında erişkinlerin %10’unda orta atardamara tanık olunurken, aynı yüzyılın sonunda bu oranın %30’a ulaştığı görülüyor. Bu süre içinde besleyici atardamarın bir bölümünün tiroid bezine kan sağlayan dallardan birini yitirdiği de görülüyor. Bu durum muhtemelen gebelikte annelerin beslenme ve yaşam biçemlerindeki değişikliklerden, ya da doğal seçilime olanak tanıyan güçlerin etkisini yitirmesinden kaynaklanıyor olabilir. Geçmişle ilgili yeterince bilgiye sahip olmadığımızdan evrimsel açıklamaların geçerli olup olmadığı konusunda kesin bir yargıya varmamız olanaksız. Ancak bu durum eğilimlerin zaman içindeki değişimlerini izlemenin yararsız olduğu anlamına gelmiyor. 20 yaşında bir insanın atardamarları ile 90 yaşındaki bir bireyin atardamarlarının farklı olması, bu kişilere uygulanması gereken tıbbi işlemleri etkileyebilir. En azından cerrahlar hastalarını güvenli bir biçimde ameliyat etmek için bunları bilmek zorundadırlar. Parmak izimiz bile zaman içinde değişime uğradı. Bu değişim önemsiz gibi görünse de, parmak iziyle ilgili araştırmalar ciddi bir hastalığın kökenlerine ışık tutabilir. Geçmişin izlerini sürmek kimi zaman gelecekte birtakım hastalıklara yakalanma olasılığını da açıklığa kavuşturabilir. Bunlardan biri, omurganın etkilenen bölgesinin ne denli yukarıda olduğuna bağlı olarak, farklı şiddetlerde felce neden olan spina bifida (bel açıklığı) adlı doğuştan kaynaklanan bozukluk. Spina bifida ana rahminde biçimlenen nöral tübün gerektiği gibi kapanmayıp, bir ya da iki omurda boşluk kalmasından kaynaklanıyor. Bebek bekleyen annelere uygulanan folik asit tüketimini arttırıcı önlemler sayesinde son dönemlerde Batılı ülkelerin çoğunda bu bozukluğa giderek daha az tanık olunuyor. Ne var ki, bu durum daha uzun süreli bir eğilimi ters yönde etkiliyor olabilir. Bu bozukluğun spina bifida occulta adıyla bilinen daha hafif ve yaygın bir biçimi ise yalnızca kuyruk sokumu kemiğinin çevresindeki omurları etkiler. Sırt ağrısı dışında pek bir dış belirtisi olmadığından, bu rahatsızlığı olan kişiler genellikle durumun ayırdına varmazlar. Elde edilen bir dizi bulgu şimdilerde spina bifida occulta’nın giderek yaygınlaştığını ortaya koyuyor. Bu değişimin ardında yatan nedenlerden biri uzun erimde iskeletin zayıflaması olabilir. Kol ve bacaklardaki uzun kemikleri denetleyen genlerdeki değişikliklerin omurga üzerinde ikincil etkiler yaratabileceğine de inanılıyor. Bir başka açıklama da yine doğal seçilimin insanlar üzerindeki baskılarının giderek azaldığı yönünde. Sıklıkla insan ırkını güçsüzleştireceği yönünde korkunç uyarıları da beraberinde getiren bu tür söylemler geçmişte soyarıtımı akınını başlattı. Ancak günümüzün evrimcileri gelecek konusunda umutlu görünüyorlar. Rühli seçilim baskısındaki azalmanın türlerin yaşamlarını sürdürmeleri açısından mutlaka kötü bir sonuç doğuracağı anlamına gelmediğine, bir topluluk üzerindeki çevresel baskı arttıkça değişkenliğin kısıtlandığına inanıyor. Günümüzde insan bedeninin içinde değişkenlik düzeyinin arttığına tanık olunuyor ve kimi uzmanlar bu artışın olumlu etkileri olabileceğine inanıyorlar. Rita Urgan, New Scientist, 19 Mart 2011 Hiçlik Konusunda Bilmediklerimiz... lik olduğu söylenebilir. Evrenin yaklaşık %74’ünü bir “hiçlik” ya da fizik uzmanlarının deyimiyle “karanlık enerji”, %22’sini de gözle göremediğimiz ve “karanlık madde” adıyla bilinen parçacıklar oluşturuyor. Evrenin yalnızca %4 kadarı “bir şey” olarak tanımladığımız baryonik maddeden oluşuyor. lik içeriyor. Atomlar büyük ölçüde boş alanlardan oluşuyorlar. Maddenin katılığı, atomun içindeki parçacıkların oluşturduğu elektrikli alanlardan kaynaklanan bir yanılsamadan ibaret. de artıyor. 1998 yılında evrendeki genişlemeyi ölçen gökbilimciler karanlık enerjinin evreni giderek artan bir hızla sürüklediğine tanık oldular. Hiçliğin ve onun evrenin yazgısını etkileme gücünün keşfi gökbilim dalında son on yılın en önemli buluşu olarak değerlendiriliyor. ranlık maddenin içindeki enerji minik bir kütleninkine eşit; yaklaşık 402,000 km. boyunca iki yana uzanan küp biçimindeki bir uzay boşluğunda yarım kilo kadar karanlık enerji vardır. Mekanik bir dalga olan ses boşlukta yol alamaz. Titreşim yaratacak bir madde olmadığında yalnızca sessizlik vardır. • Gerçekte bir şeyden çok daha fazla hiç YEN DAMAR GELD •Bir şey deyimi bile çoğu zaman bir hiç Z son derece güç olmakla birlikte, değişimlerin salt çapı ve derinliği, insan bedeninin kısa zaman dilimleri içinde yeni yaşam ortamlarına kolayca ayak uydurabildiğini ortaya koyuyor. Bu uyarlamaların insanları kimi hastalıklara karşı daha duyarlı kılarken kimilerine karşı neden daha az duyarlı duruma getirdiğinin açıklığa kavuşturulması, evrimsel, ya da Darwinci tıbbın önemli bir unsurunu oluşturmakta. Zürih Üniversitesi’nde geçen yıl açılan ve Rühli tarafından yönetilen Evrimsel Tıp Merkezi, çağdaş batılı yaşam biçimimizin uyum sağlamak üzere evrildiğimiz yaşam biçeminden çok daha farklı olmasından kaynaklanan birçok yaygın hastalığa ışık tutuyor. Çağdaş insanların yeryüzü sahnesine 200,000 yıl kadar önce çıktıkları ve, tarımın gelişmesiyle birlikte yerleşik düzene geçerek uygarlaşma yönünde ağır aksak ilerlemeye başladıkları, yaklaşık 10,000 yıl öncesine dek avcıtoplayıcı topluluklar halinde yaşadıklarına inanılıyor. Evrimin son birkaç bin yıl içinde meydana gelmiş olabileceği düşüncesi bugüne dek bizlere öğretilen doğal seçilimin milyonlarca yıllık bir süreci gerektirdiği yönündeki öğretiyle çelişse de, elde edilen son bulgular bunun tam tersini ortaya koyuyor. Örneğin, insanların sütü sindirmelerine olanak tanıyan bir genin binlerce yıl önce süt veren hayvanların yetiştirilmeye başlanmasıyla birlikte ortaya çıktığı ve geliştiği kısa bir süre önce kanıtlandı. Bununla ilgili genetik kanıtların kaynağını günümüzde yaşayan insanlardan alınan örnekler oluşturuyor. Gen diziliminin farklı insan toplulukları arasında ne tür farklılıklar sergilediğine bakarak bir genin ne kadar zaman önce ortaya çıktığını belirleyebilir, dünya üzerindeki Son 4000 yıl içinde kalça kemiğimiz giderek yayılımını izleyebiinceldi ve direncinde %15 oranında bir azalliriz. Rastlantı soma meydana geldi nucu ya da kasıtlı olarak korunmuş Çağdaş insan 1,9 milyon yıl önce eski insan kalıntılarından geçmişle ilgili bilgilere doğrudan ulaşabiliriz. Bu bilgileri günümüzde geçerli olan bilgilerle karşılaştırmak suretiyle uygarlığın insan bedeninde yarattığı farklılıkları gözler önüne serebiliriz. Bu farklılıklaKemiğin dış kabuk rın belki de en biligenişliği azalırken, neni, batılıların bol genel çapında da kalorili yiyecekler bir küçülme oluyor ve daha hareketsiz bir yaşam nedeniyle giderek şişmanladıklarıdır. Yiyecek bul •Yaşadığımız her saniye ile birlikte hiçlik Floransalı mimar Filippo Brunelleschi’nin ufuk noktasını hiçliğe doğru birleşen koşut çizgilerin varlığını algıladığı 15. yüzyıla dek, Ortaçağ sanatı çoğunlukla düz ve iki boyutluydu. Ufuk noktasının ayırdına varılması sanatta perspektifin gelişmesine olanak sağladı. “Doğa boşluktan nefret eder,” diyen Yunanlı düşün insanı Aristoteles boşluktan nefret ediyordu. Yüzyıllar boyunca düşün dünyasını etkileyen Aristoteles’in boşluk ve hiçlikleri sürekli reddetmesi Batı dünyasının sıfır kavramını gecikmeli olarak benimsemesine neden oldu. 13. yüzyılda talyan bankerler sıfırın mali işlemlerde olağanüstü yararlı olduğunun ayırdına vardılar. Boşluklar bir şeyleri içlerine çekip, soğurmazlar. Yalnızca çevredeki atmosferin maddeyi içine ittiği alanlar oluştururlar. • • HASTALIKLARIN KÖKENLER ESK DÖNEMLERDEN KALINTILAR mak için avcılık ve toplayıcılığa geri dönülmesi durumunda, bu değişim kuşkusuz tersine dönecek. Daha az bilinen bir eğilim de, insanların büyük bir olasılıkla kaslarını her geçen gün daha az kullanmalarından ötürü giderek kassızlaşmaları. Artık iri kasları desteklemedikleri için kemikler de giderek güçsüz duruma geldiklerinden, küçülen kas yapımızı da fosil kayıtlarından izleyebiliriz. Johns Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Christopher Ruff dünyayı gezerek 3 milyon yıl öncesine uzanan 100 kadar fosil bacak kemiğinin röntgenini çekti ve üç farklı topluluğa ait kemik örneklerini araştırdı. Ruff ve arkadaşları günümüzden 2 milyon ile 5000 yıl öncesine uzanan dönemde kemiklerin direncinde ortalama %15’lik bir düşüş meydana geldiğini ve o tarihten itibaren de eğilimin giderek ivme kazandığını belgelerle kanıtladılar. Ruff’a göre, kemiklerde kırılganlık düzeyi daha az fiziksel güç harcanmasına olanak tanıyan araç gereçlerle birlikte arttı ve insanların giderek hareketsiz bir yaşam sürdürmeleri nedeniyle güce duyulan gereksinim her geçen gün daha da azaldı. Bu sürecin ne kadarı genetik değişimlerden kaynaklanıyor ve bir Taş Devri ortamına geri dönülmesi durumunda ne kadarı tersine çevrilebilir? Ruff kemik yoğunluğunun hangi genler tarafından denetlendiği bilinmediğinden bu soruya kesin bir yanıt veremeyeceğine dikkat çekiyor. Bilinen şu ki, insan bedeni yaşamı boyunca güç harcamaya olağanüstü bir tepki verme yeteneğine sahip. Söz gelimi, profesyonel tenis oyuncularını ele alalım. Ruff bu kişilerin raketi tutan kollarındaki pazı kemiğinin öteki koldaki karşılığına kıyasla %40 daha güçlü olduğunu ortaya koydu. Bu bulgular insanların güçlü kemik yapılarını bedenlerini çalıştırdıkları sürece koruduklarını gösterdiğinden ötürü önem taşıyor. Uygarlık yalnızca fiziksel özelliklerimizi değiştirmekle kalmayıp, kadınlarda hormon düzeylerinin değişmesine neden olan ailenin boyutunu da değiştiriyor. Dişi avcıtoplayıcılar genelde altı yedi çocuk doğurup erişkin yaşamlarının büyük bir bölümünü gebe olarak ya da çocuklarını emzirerek geçirirlerdi ve bu durum östrojen salgılama düzeyinde bir azalma anlamına gelirdi. Batılı toplumlarda aileler artık çok daha küçük ve annelerin emzirmeyle geçirdikleri süre birkaç ayı geçmiyor. Obezlik, hareketsizlik, •Ancak hiçliğin bile bir ağırlığı var. Ka • KEM K D RENC YÜZDE 15 DÜŞTÜ •Uzayda çığlık atsanız kimseler duymaz. •Işık boşlukta yol alabilse de, kırılmasını •Kara delikler boşluk ya da delik değil •Creatio ex nihilo. Evrenin hiçten var • • olduğu düşüncesi söylence ve dinsel metinlerde en çok ele alınan konulardan birini oluşturuyor. sağlayacak hiçbir şey yoktur. Uzaylı romantiklere kötü bir haber: Yıldızlar uzayda göz kırpmazlar. dirler; evrenin bilinen en yoğun kütleleri olan kara delikler hiçliğin tam karşıtıdırlar. Güncel kuramlar evrenin bir boşluk enerjisi durumunda, yani boşlukta oluştuğu yönünde. Ancak bir fizikçi için hiçlik diye bir kavram söz konusu değildir. Bunun yerine, boş alanlar sanal parçacıklar adıyla bilinen parçacık ve karşıt parçacık çiftleriyle doludurlar. Sanal parçacıklar hızla oluşurlar ve enerjiyi koruma yasasına uygun olarak yaklaşık 1025 saniyede birbirlerini yok ederler. Öyle ki, Aristoteles başından beri haklıymış. sanal parçacıklar enerji üretirler. Nitekim, kuantum mekaniğine göre, dünyadaki tüm santralların ve nükleer silahların içerdiği enerji bile bu sözcüklerin aralarındaki boşlukların içerdiği kuramsal enerjiye eşit değildir. vi yazılarında görüldü. Babil halkı (söz gelimi 36 sayısını 306 ya da 360 sayısından ayırt etmek için) sıfırdan basamak belirleyici bir unsur olarak yararlanmaktaydı. Matematiksel bağlamda sıfır kavramı 5. yüzyılda Hindistan’da geliştirildi. dir, sıfır bile değildirler. Böyle bir eşitlik matematiksel açıdan olanaksızdır. •“Sıfır” ilk kez Ö 300 yılına ait Babil çi • •Sıfıra bölünen sayılar... hiçbir şey değil •Bir anda var olup, bir anda yok olan bu •Osmanlı padişahı II. KADINLIK HORMONU VE MEME KANSER CBT 1257/ 10 22 Nisan 2011 DARW NC TIP MERKEZI •Bir başka deyişle, her şey kuramının ardında yatan unsur hiçlik olabilir. Rita Urgan, Discover CBT 1257/ 11 22 Nisan 2011 Abdülhamit’in 1900’lerin başlarında H2O ibaresini kimya kitaplarından sildirdiği, çünkü bunu “II. Hamit bir sıfırdır” anlamını içeren bir simge olarak algıladığı söylenir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle