24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI Hayrettin Ökçesiz hayret@akdeniz.edu.tr Sağlık Pınar Selek’e Aşık Paşa, Karacaoğlan, Lamartine, Vaptsarov, Poe, Nerval, Verlaine, Alberti, Petrarca, Rilke, Musset, Maeterlinck, Zevahi, Cummings, Ahmatova, Hughes, Montale, Simonov, Ferruhzad, Bölükbaşı, Haşim, Tanpınar, Kısakürek, Siyavuşgil.. Aşk bir hastalık mı? Dr. Sabri Derman Mavi Güvercin ..Halim Şefik, Sılay, E.Batur, Voznesenski, Bayburtlu Zihni, Celan, Aragon, Lermentov, S.Teber, A.Birkiye, D.Binkert, O.Aruoba, Rilke, S.Eyuboğlu, Ö.Asaf, Nermi Uygur, S.M.Lynch, B.Coşkun, Fr.Bacon, Ahmet Cemal, Montaigne, H.Cibran, Alain, Osho, La Rochefoucauld, E.Fromm, Cicero, Seneca, SaintExupery, Hayyam, Shakespeare, Aşık Veysel, Sadi, Hölderlin, Puşkin, Pir Sultan Abdal, Nâzım Hikmet, O.S.Orhon, A.K.Tecer, C.Külebi, Sait Faik, B.R.Eyuboğlu, C.S.Tarancı, C.Irgat, B.Necatigil, A.Kadir, C.A.Kansu, A.Nesin, S.Birsel, E.Cansever, Ümit Yaşar, C.Süreya, N.Cumalı, M.Eloğlu, G.Akın, A.Bulut, A.Behramoğlu, Ü.Tamer, S.Berfe, Hasan Hüseyin, T.Fişekçi, Yunus Emre, Mevlana, Kul Himmet, M.C.Anday, O.Kutlar, Stendhal, S.Soysal, Kavafis, Lorca, Aragon, Baudelaire, Mayakovski, Tagore, Neruda, Brecht, Goethe, Apollinaire, Mallarme, T.Fikret, Y.K.Beyatlı, F.N. Çamlıbel, B.K.Çağlar, K.Kamu, A.M.Dıranas, R.Ilgaz, A.H.Çelebi, Z.O.Saba, İ.Berk, Orhan Veli, Dağlarca, A. Kadir, Akıncıoğlu, Altınel, A.Damar, H.Yavuz, Erhan, T.Uyar, A.İlhan, A.Arif, C.Yücel, G.Akın, C.Çapan, Machado, Simonov, Ady, Yesenin, İ.Selçuk, B.Shaw, A.Oktay, A.Einstein, H.Hesse, O.Akbal, P.J.Proudhon, Danilo Kiş, M.Dikerdem, Ritsos, Hristozov, Ernos Aryeos, Eluard, A.İnam, Z.Taşpınar, Elitis, H.M.Selekler, O.Rifat, V.Türkali, S.Taşer, B.Ecevit, Ş.Kurdakul, A.Yüce, F.Demirağ, K.Burkay, Ö.İnce, D.Sümer, S.Akın, R.Durbaş, T.S.Halman, A.Timuçin, E.Turgut, P.Baykal, M.Yaşin, H.Alemdar, İ.Uyaroğlu, A.Tüylüoğlu, H.Balkancı, E.Gökçe, M.I.Kesre, C.Dündar, M.Gökyayla, T.Uçarol, Ümran, Ö.Mert, S.Başçılar, A.Necdet, M.S.Kırımlı, G.Emre, H.Ergülen, H.Payza, Z.Sönmez, Hakan, H.Çetinkaya, İ.Mimaroğlu, S.Gümüş, Cem, H.Peker, Toprak, Arısoy, S.K.Aksal,T.Çıvgıner, E.Soyer, Vardar, C.Bektaş, K.İskender, A.İzgören, S.M.Erinç, Ada, Özger, E.Aydın, A.K.Ayçiçek, M.Temizyürek, G.Gönensin, S. K.Bayıldıran, D.Sezgin, A.Öner, O.Ulagay, A.Kaya, U.Aydoğdu, B.Özgün, N.Çimen, A.Telli, S.Erdoğan… “Mavi Güvercin” bu ustaları konuk etmiş “Barış”, “Dostluk”, “Hüzün” ve “Umut”u konu ettiği ilk sayılarına. Onların isimlerini burada bir arada yazmaktan sevinç duyuyorum. Sanki bir hatıra fotoğrafı gibi… Hepsini birlikte düşündükçe İnsanlığa, İnsana daha çok inanıyorum, güveniyorum! Mavi Güvercin (maviguvercin09@gmail.com) kendini bir “KültürEdebiyat Seçkisi” olarak niteliyor. Temmuz’dan beri Kuşadası’ndan dört kez uça gelmiş gidebildiği yerlere. Postkapitalist tüketim toplumunun basın yayın gerçekliğinde bu dergi belli ki, ancak kuşun kanadında okuruna ulaşabilecek. Ulusal dağıtım şirketlerinin Mavi Güvercin’le ilgilenebilmesi eşyanın tabiatına aykırı. Bu yüzdendir ya, devrim, eşyayı değiştirmektir ilk önce. “Eşya”dan kasıt elbette insanın siyasalekonomik varoluş koşullarıdır. Bu düzende sözlerimiz, para etmiyorlarsa, yayabilecek olanları hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Oysa para etsin diye söylemek sözü, yalnızca ve hep para edecek sözü söylemeye sürüklemez mi bizi! Böyle bir sözün az ya da çok bir ederi vardır amma, değeri de var mıdır acaba! Onun olası değeri söyleyeninkiyle birlikte gözümüzden düşmez mi? Sözün de fiyatı olmaz, olmamalı, özgürlük gibi! Mavi Güvercin’in kanadında, bunca ustadan barışa, dostluğa, hüzne ve umuda dair gelen bu sözler, istersek eğer bizi barışın, dostluğun, hüznün ve umudun ustası kılar. İstersek eğer yeryüzümüze barış dolar yedi iklim dört bucaktan. Mutluluktan uçarız kuşlar gibi. Ama önce bir, bedelini ödemeli, gerekliyse en ağırından. Var mıyız? Yoksak, zaten yoktuk. Mavi bir güvercinin kanadında gelen sözler uçar gider başka bir umuda. Umut kesilmez. A.Kadir, Eluard’ın “Asıl Adalet”ini çevirmiş (MG, sayı:1, s.17): “İnsanlarda tek sıcak kanun: / Üzümden şarap yapmaları, / Kömürden ateş yapmaları, / Öpücükten insan yapmalarıdır. // İnsanlarda tek zorlu kanun: / Savaşlara yoksulluğa karşı / kendilerini ayakta tutmaları, / ölüme karşı yaşamalarıdır. // İnsanlarda tek güzel kanun: / Suyu ışık yapmaları, / düşü gerçek yapmaları, / düşmanı kardeş yapmalarıdır. // Hep var olan kanunlardır bunlar, / bir çocukcağızın ta yüreğinden başlar, / yayılır, genişler, uzar gider / ta akla kadar.” Umut kesilmez adaletten. Bayramlar, doğum günleri ve yıldönümlerinden sonra modern pazarlama tekniklerinin yaşamımıza vazgeçilmez kutlamalar olarak soktukları günlerin bence en sevimlisi “Âşıklar Günü”, diğer adıyla St.Valentine günü. Nasıl evlilik yıldönümleri beraber geçmiş ve geçmemiş zamanların yeniden değerlendirilmesine, yılbaşları daha çok iş ve sosyal yaşamımızın gözden geçirilmesine, doğum günleri yaptıklarımızla yapmak istediklerimiz arasında perspektif ayarlamalarına vesile oluyor. Dr. Sabri Derman, Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi Uyku Hastalıkları Ünitesi Şefi Yazının devamını okumak istemeyenlere hemen son 45 senenin araştırmaları ışığında vardığım sonucu özetleyeyim: Hayır, romantik aşk bir hastalık değil! Aşıklar günü de, sevdiklerimizi ve sevemediklerimizi düşünmemize yol açıyor. Psikolojik anlamda bu özelleştirilmiş günler, bizim kendimiz ve yakın çevremizle ilgili farkındalıklarımızın keskinleşmesinde rol oynuyor. Sosyal farkındalığımızın artmasında, çiçekçikolatayemektiyatromumhafif müzik tütsü kırmızı iç çamaşırı gibi hoşlukların katkısı var. Ama “Âşıklar Günü”, bence varlığı ve yokluğu ruhumuzun balansını en derinden bozan öğe olan aşk hayatımızı yeniden irdelememizde çok yararlı bir rol oynuyor. Son yıllarda dinamik görüntüleme tekniklerinin yardımıyla sadece beyin yapılarının değil, işlevlerinin de renkli resimler ve kliplerle belirlenebilmesi, iki kulağımızın arasındaki 1350 gramlık doku parçasının fiziksel olduğu kadar bilinç ve davranışsal alanda da ne denli olağanüstü karmaşık bir yapıda olduğunu bir kere daha ortaya koydu. İnsanların cinsiyeti, yumurta ile spermin birleştiği anda, cinsel tercihinin de üçüncü hafta içinde belirlendiğine işaret eden güçlü araştırmalar var. Duygu ve davranışlarımızın belirlenmesi ise erken çocukluk döneminde başlıyor. İnsanların âşık olacakları ve/veya eş seçecekleri insan hakkında beyinlerinde taşıdıkları şablonların 3 ile 8 yaşlar arasında oluştuğuna işaret eden çalışmalar var. Bizim aşk şablonumuz, sadece yakınlarımızda olan anne, baba, kardeş, bakıcı, akraba, öğretmen, arkadaşlar tarafından değil, sinema, TV, dergi vb. kaynaklarda rastladığımız ve etkilendiğimiz “sanal kişilerle” ve davranışlarla da belirleniyor. Beynin derinliklerinde birçok farklı alanda depolanan bu sevgili/eş resmine uygun bir kişiye rastlayınca, şimdi romantik aşk dediğimiz bir “kimyasal heyelan” ortaya çıkıyor beyinde. Basit bir tetiklenme değil bu! İlk etkileri saniyeler, dakikalar içinde (yıldırım aşkı), daha karmaşık etkileri günler, haftalar içinde beliriyor ve beynimizde zorlama bir ayırım yaparsak birçok farklı duygusal ve bedensel zincirleme tepkileri harekete geçiriyor. Bunların en önemlileri, otonomik sistemimizi canlandıran dopamin ve noradrenalin salgılarının artması. Testosteron hormonunun artmasıyla artan seks dürtüsünden farklı olarak bunlar, bedensel ve duygusal bir “ödüle ulaşma” konusunda beynin ve vücudun hedefe kilitlenmesini ve ona erişebilmek için biyolojik anlamda “gaza basmasını” sağlıyor. Kalp atışları hızlanıyor, ateş basmaları, terlemeler oluyor, iştah azalıyor, sevgili dışında her şey ve herkes giderek önem ve acillik kaybediyor, sevgiliye odaklanma saplantıya varacak düzeylere çıkıyor, uyku kaçıyor. Âşık olunan kişi, dünyanın en akıllı, güzel, yakışıklı, sevimli, güçlü, bilgili/bilge, kültürlü, güzel huylu eşsiz bir hazine olarak algılanırken, olumsuz özellikler beyin tarafından filtreleniyor, çarpıtılıyor ve bastırılıyor. Aşkın sadece gözü kör değil, aynı zamanda sağır, mantıksız ve inatçı oluyor. Bu süreç içinde âşık olunana ulaşamama, sadece ulaşma dürtülerini daha da arttırmaya, yanmaya, tutuşmaya yol açıyor. Tahmin edileceği gibi, biyolojik bir sistemin yemeden, içmeden, uyumadan kısıp metabolizmasını ve beyin faaliyetlerini en üst düzeyde tek bir kişide yoğunlaştırması çok uzun süreli olamaz. Bu noktada iki olasılık var: Birincisi sevgiliye ulaşmak, birlikte olmak, birlikteliği sürdürmek ve bu mutlu sonun sonucu olarak “motorun turunu düşürmek”. İkincisi, ilgiyi hastalıklı bir saplantı haline getirmek, yıkıcı ve zarar verici fikirleri giderek arttırmak ve sonunda sevgiliye ve kişiye zarar verecek akıl hastalığı düzeyine vardırmak. Bazı kültürler bu tepkileri ödüllendirerek cinayet, intihar, yakma yıkmalar, kaçırmalar, tecavüzlerin kolayca ortaya çıktığı davranışları teşvik ederler. Bunlar şiddet kültürünü doğuran, çaresizliklerin olumlu yoldan çözümlenememesi halidir. Eğer sevgiliye ulaşılırsa beyinde farklı hormonlar, oksitosin ve vazopressin gibi kimyasallar, çiftin “aşkın ateşinden” çıkıp, zamanla “oda ısısında” bir sevgiye, güvene ulaşmalarına, karşılıklı saygı ve bağlılığa kavuşmuş bir çift olarak çok uzun yıllar beraber olmalarını sağlıyor. Bu çiftlerde aşk bitmiyor, derin bir sevgiyle yer değiştiriyor. Aşk konusundaki anlaşılmazlığın temelinde, sanırım, kavram kargaşası yatıyor. Seks, şehvet, arzulama, üreme dürtüsü, sosyal statü aracı olarak seks alma ve verme, toplumsal baskınlık için elde etme, elde tutma ve elden çıkartma gibi çok farklı duygusal durumlar için “aşk” kelimesi kullanılıyor. Cuma akşamından pazartesi sabahına “aşklar” yaşanıyor, yenisi bulunana kadar seviyeli beraberlikler kuruluyor ve bunların hiçbirisi “romantik aşkı” tarif etmiyor. Aşkın biyolojik önemi ve bence temel işlevi, evrim süreci içinde ortaya çıkan ve bizi akıllı maymunların çok ötesinde yaratıklar haline dönüştüren beyin gelişmesi ile ilgili. Bence romantik aşk olmasaydı insan neslinin sürmesi mümkün olmazdı. Bizi nesli tükenmiş maymunsu/insansı diğer primatlarda ayıran en kritik evrimsel sıçrama, üreme yaşına gelmiş insanlar arasında ortaya çıkan “mucizevi” aşk duygusu ve bağlılığıdır. Atalarımızın dört ayaktan vazgeçip ayağa kalkmasının bedeli olarak doğum kanalının küçülüp uzamasına yol açan sürecin, bir yandan beynin büyüyüp özelleşmesine olanak sağlarken tam gelişmiş büyüklükte bir beyni olan çocuğun normal yoldan doğumunun olanaksız hale gelmesi, nesil tüketecek bir sorun yarattı: Yazının devamı 19. sayfada CBT 1247/17 11 Şubat 2011
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle