02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI Hayrettin Ökçesiz Sovyet Bilimler Akademisine siyasi müdahale Sinan Özeren, [email protected] [email protected] http://okcesizhayrettin.blogspot.com Bir Yargıtay yargıcı, Celal Çelik, “yargının bu günlerde çok derin sıkıntılar yaşadığını”, hatta “bittiğini” söylüyor. “Biat, bedelli ikbal beklentileri, blok oy uygulamaları, koltuk ve yaranma hesaplarının varlığı midelerimizi kaldırmıştır” diyerek görevinden ayrılıyor (Cumhuriyet,27.9.2011). E CBT 1281/ 19 7 Ekim 2011 fsanevi fizikçi Andr ey Sakharov Sovyet Bilimler Akademisi’ne 1953’de seçildiğinde 32 yaşındaydı, bu tarihten beşaltı sene evvel ilk Sovet atom bombasının tasarlandığı yıllarda bu iş için gereken önemli teorik hesaplara Kurçatov ve Tamm’ın çömezi olarak ciddi katkılarda bulunduğu için, Stalin’in Sakharov’un akademiye seçilmesinde etkili olduğu söylenir. Aynı Sakharov daha sonraki yıllarda Sovyetler’deki en önemli rejim muhaliflerinden biri olmuştur ama biz şimdilik bu konuyu bir kenara bırakıp Stalinli yıllarda olanlara bakalım. Stalin, Sakharov’un akademi üyeliğini hızlandırdığında politik bir girişimde bulunduğu kabul edilebilir; ama desteklediği bilimci, bir şarlatan veya bilim yapıyormuş gibi görünmeye çalışan bir şakşakçı değil, bilahare yirminci yüzyılın en büyük fizikçileri arasında adı anılacak olan koskoca Sakharov’du. Tabii bu, Stalin’in akademiyi bir çok kez feci yöntemlerle etkilemeye çalışmadığı anlamına gelmiyor. Stalin yirmili yılların sonlarından itibaren akademiyi kendi boyunduruğu altına almaya başladı, yüzlerce akademi üyesinin hayatını kararttı hatta ölümüne neden oldu ve savunulacak bir tarafı yoktur. Fakat Stalin’in amacı bile akademiyi bilimle uğraşan bir kurum olmaktan çıkartıp tamamen politik bir organizasyon haline getirmek olmadı. Stalin’in derdi bu organizasyonu kendisine tamamen boyun eğen, sadık ve rejimi savunan bir makina haline getirmek ve aynı zamanda da Sovyet bilimini ve teknolojisini dünyada bir numara yapmaktır. Stalin, bu yapmaya çalıştığının kendi içinde çeliştiğini görmediveya görmek istemedi. Desteklediği meczub Trofim Lysenko, Mendel kuramını (dolayısıyla genetiği) reddedip zırva teorilerle Sovyet biyolojisine onlarca yıl kaybettirmiş, Nikolai Vavilov gibi büyük biyologların çalışma kamplarında ölümüne neden olmuştur. Ama öte yandan Lysenko bile, kariyerinin ilk yıllarında özellikle tarım alanında pratik yönden önem arzeden biyolojik çalışmalar yaptıve bilimle uzaktan yakından ilgisi olmadan oturduğu yerden çay içip maaş almaktan ve futbol ve para tartışmaktan başka hiç bir şey yapmayan yüzlerce (belki de binlerce) Türk profesörle karşılaştırıldığında yine de benim terazimde daha iyi bir yerde oturmaktadır. Kaldı ki demokratik bir ülke olmayan Sovyetler Birliği’nde bile Stalin’in ölü münden sonra bütün akademik camia başta Bilimler Akademisi olmak üzere topyekün bir özeleştiri sürecine girdi ve Lysenko gibilerin bütün itibarını elinden aldı. Başka bir deyişle Stalin bile akademiye kendi ölümünden sonra çıkaramayacağı bir politik elbise giydirmeyi başaramadı. Türkiye gibi akademik faaliyetin merak kaynaklı olmadığı bir ülkede gerçek bilimden ya da bilimler akademisinden bahsetmek ne kadar mantıklıdır, bu zaten başlı başına tartışılması gereken bir konu. Sovyet Bilimler Akademisi Stalin’in en hunhar ve politik baskının en ağır olduğu dönemlerinde bile, özellikle temel bilimlerde, mühendislikte ve matematikte inanılmaz atılımlar yaptı, bilimcileri destekledi. Durum ne Stalin zamanında, ne ondan önce, ne de ondan sonra Türkiye ile mukayese edilemez, hem de hiçbir yönden edilemez. Son günlerde Türkiye’de TÜBA’nın iktidar tarafından ele geçirilmeye çalışılması tartışılıyor. Acaba iktidar TÜBA’yı Stalin’in yaptığı gibi sadık bir kulu haline getirip dünyayı ele geçirme planları mı yapmaktadır (komik bir soru sorduğumun farkındayım)? Samimi olarak söyleyeyim, eğer amaçları buysa ben daha az üzülürüm. Korkarım ki amaç bu değil. Kendisi de bilime inanmayan iktidar bu yolla Türkiye’de bilim (daha doğrusu bilim de demeyelim, teknoloji diyelim) varmış gibi gösterip içi boş laflarla gemisini götürmeye çalışacak. Şimdi ilginç bir benzerliğe parmak basacağım ve sanırım ne demeye çalıştığımı daha iyi anlayacaksınız. İktidar Bilimler Akademisi’ni ele geçirmeye çalışıyor. Eskrimci olduğum için biliyorum ki iktidar Eskrim Federasyonu’nu da ele geçirmeye çalışıyor. İktidarın tamamen alakasız bu iki (ve daha bir çok) kurum üzerindeki hakimiyet kurma çabası temel olarak aynı çarpık ve kötü niyetli mentalitenin sonucu: İktidar bilime önem veriyor mu ? Hayır. İktidar eskrime önem veriyor mu ? Hayır. Türkiye bilimde başarılı mı ? Hayır. Türkiye eskrimde başarılı mı ? Hayır. Halk bilime önem veriyor mu? Hayır. Halk eskrime önem veriyor mu ? Hayır. Peki o zaman iktidar neden bunlarla uğraşıyor? Çünkü iktidar kayıtsız şartsız her şeye (değer versin ya da vermesin) egemen olup bu ülkeyi bir cehenneme çevirmeye çalışıyor. Bilgisizlik, kültürsüzlük, kötü niyet ve dolayısıyla vizyonsuzluk nedeniyle onlar da dahil içinde hepimizin kavrulacağı bir cehennem. Eski Barolar Birliği yönetim kurulu üyesi Avukat Şahin Mengü, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın Ocak 2010’da ABD Büyükelçisine giderek, siyasi parti davaları, askerlerin sivil mahkemede yargılanmaları gibi konularda verdiği kararlar hakkında bilgi arz ettiğini, bunun Wikileaks belgelerinde yer aldığını yazıyor (Gazeteport.com 27.9.2011). Her bir olan bitenin, yolunu açtığı genel bir yargıya bir başka yargıç, Faruk Özsu, varıyor: “yargı, taşranın kültürel kodlarına hapsolmuş, güce tapan, toplum ve birey düşmanı, antientelektüel, ahlakçı, asosyal bir cemaattir. Yargının asıl problemi, ilkel bir yargı kültürüne sahip olmasıdır” diyor (Radikal 2,25.9.2011). Berlin Özgür Üniversitesi’nde E. Ernst Hirş’in kurduğu “Hukuksal Olgular Araştırma Enstitüsü”nün başkanı değerli dostum Hubert Rottleuthner’in aşağıdaki çözümlemesini bunlarla birlikte okuduğumuzda, yargıyla oynanan oyunun hatları daha da keskinleşecektir. “Tebliğimde yargı mensuplarının norm konformitesiyle, (…) yargı mensuplarının, dönemin siyasal iktidar sahiplerine genel olarak bağlılığını ifade eden konformiteyi birbirinden ayırdım. Bu, yasayla bağlılıktan anlaşılanın çok daha ötesine varmaktadır. Bu ayrımı önemli buluyorum, çünkü bu yüzyılda Almanya’da yaşanan bazı deneyimleri anlamak ve açıklamak ancak bu şekilde mümkündür. (…) 19181919’da, sonra 1933’de, sonra tekrar 19451949 döneminde ve daha sonra, örneğin Almanya’nın doğusuna ilişkin olarak 199O’da… Şimdi, her bir dönemin siyasal iktidar sahiplerinin eski yargı mensuplarıyla ne yaptıklarını incelemek hukuk sosyolojisi bakımından çok ilginçtir. Yeni siyasal iktidar sahipleri, yargıçların yasayla bağlılık yükümlülüklerine uygun davranacak olmalarına tek başına güvenemeyeceklerini, bunun yanında yeni siyasal sisteme karşı belli bir sadakatin de gerekli olduğunu görmekteydiler. 1933’de Naziler, siyasal olarak gözden düşen yargıç, savcı veya avukatları görevden almakla kurnazlık ettiler. Görünen o ki, bunun için görevden alınması gereken oran, yargıçların %1015’idir. Makyavelist bir yaklaşımla söyleyecek olursak, geriye kalanla siyasal iktidar sahibi olarak gayet iyi çalışmak mümkündür. Yani sadece iktidar tekniği ile ilgilenenler için tavsiyemiz, yargıçların %1015’inin görevden alınmasının yeterli olacağıdır (…)” (HFSA/3, İstanbul 1996, s.284 vd.). Ülkemizde bu sözleri doğrularcasına bir tasfiye sürecinin tamamlanmak üzere olduğunu; bir karşı devrim makinesinin sessizce değil, gürültüyle, kıra döke tam güçle çalıştırıldığını; muhaliflerine, göremediklerini yok saydıran bir göz boyama kurnazlığının başarıyla tezgahlandığını; görenlerin, kodeslere tıkarak, görünmez, işitilmez kılındığını; dışarıdakilerin içerdekilerden daha ketum, sersemlemiş bir halde ortalıkta dolaştığını, artık kim göremez, kim daha fazla gizleyebilir, şirin gösterebilir; Bunların aksinin gerçek olduğuna kim hâlâ inanabilir; bu teröre kim daha fazla dayanabilir! Yeni bir Müdafaai Hukuk bu yeniyetme kadıların, kulların işi, kaygısı elbette olmayacaktır. O yeniden, ancak yurttaşın bilincinde, duyuncunda, eyleminde hayat bulacaktır. İnsancıl, özgürlükçü ve insaflı bir hukuka yurttaşın ödünsüz, cesur ve kararlı istenciyle ulaşılacaktır. Bu ülkenin kurtuluşu, kökten bir “hukuk devleti savaşımı” vermekte yatıyor. Yargıç da ancak bununla, hukuk devleti hukukunun “fikri ve irfanı hür” bir bilgini olabilecektir. Yargıçların bu donanıma ulaşabilmelerinin tüm yollarını açmak zorundayız. Hukuk devleti’yle temel iktisadisosyal sorunlar, çelişkiler elbette bir çırpıda çözülemeyecek, ama gerçek ve hakkaniyetli çözümlerin etkili süreçleri bununla başlatılabilecek; gözden düşürülmüş, gözden çıkarılmış kamu yararı ilkesi yeniden pozitif hukukun ve devletin temeline yerleştirilebilecek; toplumsal, siyasal çelişkilerini çözebilecek bir insan’ın bir kişi, bir birey, etkin ve özerk bir özne olarak tüm temel haklarında ve özgürlüklerinde etkili korunması ancak bu devlet felsefesiyle sağlanabilecektir. Bundan daha iyi bir başka çaremiz yok. Bu savaşım bugün tek ve son çaredir. Küresel sömürü ve zulüm fırtınaları karşısında tüm yurttaşları bu uzun soluklu, uygar savaşıma katılmaya çağırıyorum! Bu, insana onur, ulusa egemenlik savaşımıdır. Tek ve Son Çare!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle