02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OOOF OFF LINE Tanol Türkoğlu ([email protected]) Politik Teknoloji Teknoloji, kendi tarihsel evriminde ekonomik teknolojiden politik teknolojiye doğru mu ilerledi? Osman Bahadır [email protected] Bir futbol maçını stadyumda izlemekle TV’den izlemek arasında, veri enformasyon bilgi arasındaki ilişkiyi idrak etmeyi sağlayacak düzeyde bir fark vardır. TV’de oyuna dahil olan unsurların objektifliği kalitenin artmasında en büyük etken olarak öne çıkmaktadır. T Kaliteli Futbol ve Bilgi Çağı Bir futbol maçını TV’den izlemekle stadyumdan izlemek arasındaki fark nedir? Belki de veri ile enformasyon arasındaki farkı en güzel açıklayacak örneklerden birisidir bu. Hatta daha da ileri giderek veri, enformasyon ile bilgi arasında farkı. Maçı staddan izlemek bütünüyle verileri izlemektir. Maç ile ilgili tüm detaylar, bir kez olmak üzere yaşanır, izlenir. Pozisyon tekrarı yoktur. Daha da önemlisi, pozisyoları yorumlayan yorumcular, anlatıcılar da stadda yer almaz. Birey o müsabaka ile, o müsabakada yer alan hakemler, futbolcularla ilgili tüm değerlendirmeyi kendisi yapmak zorundadır. Yani enformasyonu ve bilgiyi üretmede birey (seyirci) bütünüyle kendi başınadır. Hakemin verdiği bir karar doğru mu? Kulübedeki teknik kadronun aldığı kararlar (taktik, oyuncu değişiklikleri vb.) doğru mu? Daha da önemlisi bir oyuncu ya da topyekun bir takım iyi bir futbol oynuyor mu? TV’de ise bu soruları cevaplamada imdadımıza başkaları yetişir. Aynı pozisyonu çeşitli açılardan çeken kameralar ve bunların tekrarı, spikerin maçı anlatışı, yanındaki yorumcunun maçla ilgili yorumları. Bu sayede TV karşısındaki izleyici maçla ilgili üreteceği enformasyon ya da bilginin çok büyük bir kısmını bu kolaylaştırıcı etkilere borçludur. Hâl böyle olunca futbol ile ilgili sahip olduğumuz tüm bilgilerin ve çıkarımların aslında ne kadarı bizim şahsi değerlendirmemiz ne kadarı bu yan etkilerin yönlendirmesidir iyi değerlendirmek gerekir. Ülkemizde futbolla ilgili yakaşık iki yıldır gündemde olan “kalite” olgusunu bu açıdan da değerlendirmek gerekir. Stadyumların seyirci kapasitesi on binler düzeyindedir. Oysa TV’nin kapasitesi milyonlarla ölçülür. Düzenli olarak maçları stadda izleyen onbinler her ne kadar kendi enformasyon ve bilgisini üretme imkânına sahipse de milyonlar için bu imkân yoktur. Hatta maçı stadda izleyenler de evlerine gittiklerinde o milyonların arasına karışır ve o etkileşimin bir parçası oluverir. Akla ilk gelecek soru bu tespitte ne gibi bir avantaj ya da dezavantaj olduğu ile ilgilidir. Eğer maçı staddan izleyen bireyin futbol bilgisi belli bir düzeydeyse ve futbolun içindeki unsurlar hatalı bir şey yapmıyorsa maçı staddan izlemekte bu eksiklik yoktur. Öte yandan TV’de maç ile ilgili yer alan figürler maçı objektif olarak anlatıyor, izlettiriyor, yorumluyorsa maçı TV’den izlemekte de bir sorun yoktur; tam tersine öğretici bir unsuru da vardır. Örneğin farklı açılardan izlenen bir pozisyon için daha sağlıklı karar verilir. Ya da yeterli bilgi sahibi olunmayan hususlarda bireyin bilgi düzeyi artar. Buradaki önemli bir unsur da izleyicinin objektifliğidir. “Vur, kır, parçala bu maçı kazan” mentalitesinde olan taraftar için objektivitenin bir anlamı yoktur. Fanatik denilen bu taraftar kitlesi için maçı TV’den izlemenin pek bir faydası olmayacaktır. Hatta maçı staddan izlemek daha faydalı bile olabilir. Böylece fanatik birey kendi takımının aleyhine olacak bilgileri almayı reddetmiş olur. Bilgi çağında futbol gibi kitlesel spor dallarının kalitesini artırmak için TV’den sunulan ve objektif bilgiyi yaymayı sağlayan imkânların stadyumlara da girmesini sağlamak gerekir. Stadyumları fanatiklere terk etmek sistemin kendi kendisini sabote etmesidir. Kalitenin neden artmadığına biraz da bu açıdan bakmak gerekir. ekerleği yapan mucit, ürettiği bu aletten politik faydalar sağlamayı hiçbir şekilde düşünmemişti. James Watt’ın da buhar makinesini üretime sokarken politik hedefler güttüğünü söyleyemeyiz. Ama her iki araç da önemli politik sonuçlar üretti. Her iki araç da ekonomik ve askeri etkilerinin toplu sonucu olarak politik güçlerin oluşumuna yol açtı. Bazı teknolojiler daha da kolay veya çabuk iktidar yaratır. Örneğin ateşli silahlar teknolojisi, geliştirilmesinden çok kısa bir süre sonra, iktidar savaşlarının en temel öğesi haline gelmiştir. Günümüzde teknolojinin politik güç yaratmasından çok, politikanın teknolojik güç yaratmasından söz etmemiz gerekir. Çeşitli yeni teknolojilerin büyük politik güçler yaratabileceğini anlayan Avrupa’nın büyük merkezi iktidarları ve ABD, 19. yüzyıl boyunca demiryolu, telgraf, telefon, elektrik, silah vb. teknolojilerine büyük yatırımlar yaptılar. Fakat teknolojinin politikleşmesi en yüksek düzeyine asıl olarak 20. yüzyılda Sovyetler Birliği’nde ulaştı. 193738’deki büyük “temizleme” harekâtından sonra Stalin’in gücü en yüksek noktasına çıkmıştı. Bu dönemdeki ekonomik bakış açısından da Stalin’in programının ana öğesi, bütünüyle merkezileşmiş bir ekonomik inşanın tamamlanmasıydı. 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği’nde en radikal sanayi hareketi, Stahanovculuk idi. (19301950 yıllarında uygulanan ve teknik yeniliklerle işçilerin maddi ve manevi rekabetleri sayesinde en yüksek verimin elde edilmesi esasına dayanan çalışma örgütlenmesi olan Stahanovculuk, 1935’ten itibaren teknik verimi arttırmak için yapılan büyük girişimin en önemli parçasını oluşturuyordu). Sovyet sanayileşmesi, seri üretim metotları ve kalabalık işgücüyle, büyük ölçekli teknoloji esasına dayanıyordu. Stalin’in 1935’te Stahanovculara “teknolojiden en büyük faydayı sağlayın” demesine rağmen, gerek üretim teknolojisinin genel düzeyi, gerekse yeni üretim metot ANA YÖNLENDİRİCİ, POLİTİKA ları ve araçları geliştirmek için gerekli ARGE çalışmalarının miktarı düşük kaldı. Stahanovculuğun arkasındaki ana yönlendirici kuvvet politikti ve Stalin döneminin tamamı boyunca da her büyük ekonomik ve teknolojik karar, çok büyük ölçüde ve birçok durumda da tamamen politikti. Bu politikada elbette Sovyetler Birliği’nin korunması ve savunulması hedefi her zaman en güçlü bir motif olarak ön plandaydı. Planlanmış olan üretim hedeflerinden herhangi bir sapma, sorumlularının yargılanması ve sürgünüyle sonlanabilirdi. Bu nedenle üretim yöneticilerinin “doğal olarak” ana politik hedefleri doğru yoldan sapmadan planın sayısal hedeflerine ulaşmaktı. Üretim süreciyle ilgili politik yargılama, fabrika içindeki ve dışındaki üretim etkinliğinin bir parçası haline gelmişti. Renault’nun “yaşamak tüketmektir” sloganını kullandığı 1930’lu yıllarda, Sovyet ekonomisi temel olarak tüketim yönelimli değil, fakat politik yönelimliydi. Daha sonra 1960’lı yıllardaki Sovyet uzay teknolojisi de tamamen politik teknolojinin bir örneğidir. Bu teknolojinin geliştirilmesinin ana itici gücü ise Sovyetler Birliği’nin teknolojik bakımdan ABD’den güçlü olduğunu göstererek insanların sisteme ve onun ideolojisine olan inancını ve güvenini perçinlemekti Tarihsel materyalizm öğretisinde, üretim faaliyetinin ve üretim teknolojisinin rolü ve önemi çok yüksektir. Sovyetler Birliği yöneticileri de bu öğretiye bağlı kalarak en yüksek ve en büyük ölçekli teknolojiyi kullanarak hızla yeni sistemlerini inşa etmek istedi. Fakat teknolojiye ve üretim artışına verdikleri önemi, demokrasiye ve bilimsel düşüncenin halk içinde yayılması gerekliliğine vermediler. Temel ve çiğnenemez insan haklarına gereken önemi ve titizliği göstermediler. Günümüzde politik teknoloji, giderek daha etkili olmaya başladı. Politik teknolojinin ekonomik teknolojiden daha verimli sonuçlar sağlayacağı alanlar olabilir. Ama halkın çıkarlarına, bilimin doğanın korunmasıyla ilgili öngörülerine ve demokrasinin gelişmesine aykırı olmaması şartıyla. Evliya Çelebi Evliya, bilgisizliğin karşısındadır. Bu gibi insanlarla ince ince alay etmekten çekinmez. Rasathanenin yıkılması için gelen hükmü, orada hiç kimsenin okuyamaması, bunu ancak kapıcının okuyabilmesi şaşırtıcıdır. Ulemanın, bu rasathanenin bulunduğu yerin düşmanın istilasına uğrayacağını söylemesini de pek hayra yormaz. Onların “yakalım mı, bakalım mı, tıkalım mı, sıkalım mı?” biçimlerinde okudukları, sözün aslı da yıkmak’tır. 1665 yılında Bitlis Hanı Abdal Han’ın terekesinden çıkan Şehname’nin başına gelenler karşısında, Evliya’nın tepkisi, onun ne kadar cahilliğe karşı olduğunu açıkça göstermektedir. Evliya’nın defterini tuttuğu bu terekenin içinde bulunan müecevherlere değil, fakat bunların saklandığı, son derece ince bir ustalıkla yapılmış çekmeceye büyük önem vermesi, onun ne kadar ince ruhlu biri olduğunu göstermektedir. Şehname’yi satın alan “mürai, mutaassıp, sabiperest Baştarafı 1011. sayfada CBT 1281/ 12 7 Ekim 2011 (çocuk düşkünü), herifi nazarif” Kadızade, çadırına girip “tasvir (resim) haramdır” diyerek bütün sayfalardaki resimleri berbat etti. Üstelik “Türk bıçağıyla” kazıyarak her yaprağı delik deşik etmekten de geri kalmadı. Evliya diyor ki bu paha biçilmez kitabın her yaprağını üstad bir ayda ancak üretebilirken “Böyle bir edepsiz bir anda ağız salyasıyla mülevves ediyor” (kirletiyor). Üstelik Kadızade’nin “Papaz yazısıdır, iyi ettim” demesi de hiç kimsenin hoşuna gitmedi. Hazır bulunanlar kendisine lanet okudular. Yediği dayak da yanına kâr kaldı. Bu olayın yer aldığı Seyahatname’nin 4. cildi basıldığı zaman dönemin aydınları bu hoşgörüsüzlüğe büyük bir tepki gösterdi. Özellikle bu hoşgörüsüzlüğü kınayan Yunus Nadi de bir yazı kaleme aldı. XVII. yüzyılda Batı dünyasında yolculuklar Anadolu’dan Asya’ya, Avrupa’dan Atlantik ötesine kadar çok geniş bir alana yayılmıştı. Pek çok seyahatname basılıyor ve gün ışığına çıkıyordu. Avrupa aydınlarının kafası bu seyahatnamelerle zenginleşiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise bir tek Evliya çıktı ama onun tanınması da ancak birkaç yüzyılı buldu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle