22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Yirmi Birinci Yüzyılın Eğitim Paradigmaları Dünyadaki ve ülkemizdeki baş döndürücü değişimler eğitimin çağdaş insan modeli yetiştirmekteki toplumsal misyonunu yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyor. Yirmi birinci yüzyıla damgasını vuran iki büyük gelişme, genetik ve dijital teknolojideki ilerleme olarak tanımlanıyor. Prof. Dr. Tülay Bozkurt (İstanbul Kültür Üniversitesi) Bu bağlamda da öğrencinin öğrenme potansiyellerini ortaya çıkaracak psikoloji disiplininin ilgi alanına giren pek çok konu öğrenci merkezli eğitimde yer buluyor: Empatik sınıf iklimi, yaratıcı drama, etkileşimsel öğrenme, deneyerek öğrenme, çoklu zeka, yaratıcı öğrenme gibi kavramlar, yeni eğitim paradigmalarının düşün alanları ve uygulama yaklaşımları olarak önem kazanıyor. Bu uygulamaların temel amacı, eğitmenler olarak, öğrencinin potansiyelini en üst seviyeye çıkarmasını sağlayacak psikolojik ve fiziksel ortamın oluşmasında aktif rol ve en önemlisi sorumluluk alabilmek. Bu nedenle, öğrenciyi ve öğrencinin nasıl öğrendiğini anlayıp kavramak, neyin nasıl öğretildiğinin bilgisinden çok daha fazla mesleki duyarlılık gerektiriyor. Öğrenciyi anlamak, öğrencinin sahip olduğu birtakım özelliklerin geleneksel yöntemlere nazaran eğitim sürecinde kendine daha geniş bir yer ve ifade alanı bulması ile mümkün olabiliyor. Sahip olunan farklı özelliklerle birlikte, öğrenmenin nasıl oluştuğu ve hangi koşullarda engellenip hızlandırılabileceği gibi konuları, çağdaş eğitim hedefleri olan tüm eğitim kurumlarının dikkatle izlemesi gerekiyor. B azılarının devrim olarak nitelendirdiği bu gelişmeler, tüm kurumları ve kurumların içerisinde yer alan insan etkileşimlerini, daha önceki çağlardan farklı kılıyor. Dijital devrim teknolojiye bağımlılığı arttırıp, yaşam biçimlerini teknoloji ekseninde biçimlendirirken, genetik devrim, insan ufkunu açan, insandoğa ilişkilerini sorgulanabilir hale dönüştüren yeni perspektifler sunuyor. Öte yandan, küreselleşme ve iş dünyasındaki postfordist gelişmelerin ortaya çıkardığı esnek yapılanma ihtiyacı, çalışma ilişkilerinin de yeniden organizasyonunu gerektiriyor. Bazı meslek alanları yok olurken, yeni iş ve meslek alanları oluşuyor. Bu süreç içerisinde yer alacak insan gücünün de, doğal olarak, esnek yapılanmaya uyum sağlayacak özellikler taşıması gerekiyor. Bu dönem, aynı zamanda, uluslararası ekonomik rekabet ve küresel gelişmelerin sosyal refah devleti kavramını ciddi ölçüde erozyona uğrattığı tarihsel bir kesite de işaret ediyor. Dünya bir yandan artan işsizlik sorunu ile yüzleşmek durumunda kalırken bir yandan da nitelikli insan gücüne ihtiyaç artıyor. Bu çok değişkenli bilinmezlik ortamında, insan kaynağı yetiştirmenin ciddi sorumluluklar taşıdığı ve bu açıdan eğitimcilere büyük görevler düştüğü de bir gerçek. Başka bir deyişle modern toplumlarda teknolojiyi de içeren toplumsallaşma kanalları, bu gibi özellikler taşıyan benlik tasarımlarının gelişmesine zemin hazırlıyor. Bu özelliklerin hemen hepsi eğitim yolu ile kazanılabilen yetkinlikler. Eğitim bu yönü ile de bir insan mühendisliği… Hedef koymaksızın kullanılan en iyi yöntemlerin bile işe yaramadığı, iş dünyasında çok iyi bilinen bir gerçek. Ancak bu ilkeye eğitim gibi uzun soluklu bir süreçte ne ölçüde bağlı kalınabildiği kuşku götürür. Hele bu duruma, öğretmenlerin müfredat yetiştirmek gibi günlük yaşam kaygıları da eklenince eğitimin misyonu iyiden iyiye muğlaklaşıyor. Uygarlık ve çağdaşlık yolundaki yürüyüşlerine devam eden toplumların eğitim misyonları, belirli konularda “malumat” sahibi bireyler değil, bilgiyi, çevresini dönüştürebilme ve yaşam kalitesini yükseltme amacı için kullanabilen insan kaynağı yetiştirmek... Çağdaş insanı, yaşama karşı duruşu, tutum, davranış ve düşünce yöntemleri ile tanımlamak, “kime ve neye göre” kolaycılığında günümüzde pek mümkün görünmese de aslında, sosyoloji tarihi bağlamsal analiz yöntemleri ile bu tanımı, modern öncesi ve modern sonrası olarak yapıyor. Çağdaş ya da modern sonrası insanın, akıl ve bilimin önderliğinde gelişen, yaratıcı, kritik düşünce üretebilen, üretken, etik değerlere sahip, öz saygısı yüksek, kendini ve insanı sevebilen, bireyci ama toplumsal sorumluluğu olan, gerektiğinde atılgan ve öğrenmeye güdümlü olması bekleniyor. CBT 1283/14 21 Ekim 2011 HEDEF YOKSA, ŞE YARAMIYOR Böylesine karmaşık ve çok yönlü insan modeli yetiştirmekle ilgili arayışlar eğitim paradigmalarında da değişimler gerektiriyor. Bu tartışmaların odak noktasını öğrenci merkezli eğitim oluşturuyor. Öyleki eğitim ve eğitim politikaları ile ilgili hemen her şura ve seminerlerin ilgi noktasını ‘öğrenci merkezlilik oluşturuyor’. Yazık ki uygulamada çoğu kez eğitmenlerin vicdan ve kişilikleri ile sınırlı kalan bu tür eğitim modellerinin medya ve dijital ortamlarda çok sıklıkla tartışılması, onu, daha çok söylemcinin egosuna hitap eden ‘havalı ve içi boş bir kavram’ haline dönüştürebiliyor. Oysa öğrenci merkezli eğitim, ders planları ve sınıf yönetiminden başlayan ayrıntılı teknik ve hümanist felsefe yaklaşımlı açılımları olan ve bu açılardan da bilişsel ve maddesel dönüşümler gerektiren bir süreç. Genelde ÖME, öğrencinin birey olarak gizil potansiyellerinin farkına varacak ve öğrenme profiline uygun yollarla bilgi, beceri, tutum ve davranışları bizzat kazanmasına yardımcı olacak öğrenme iklimi oluşturulması sürecine işaret ediyor. Kavramın kuramsal zemininde yirminci yüzyılın başlarında popüler olan ve psikolojideki davranışçı ekon lün önderliğinde gelişen “ne, ne zaman, nasıl, kim” sorularına cevap verebilecek niteliklerle donatılmış, ‘öğrenciyi ezbere yönlendiren’ öğretim yöntemlerinin, yerini “hangi bilgiyi niçin öğreneceğini” sorgulayabilen öğrenci yetiştirmeyi hedef tutan paradigmalara bırakmakta olduğu tartışmaları bulunuyor. Peki tüm bu yeni arayışlar ülkemizde gerçek anlamda yaşama aktarılabiliyor mu? OECD ülkeleri arasında eğitime en fazla para aktaran ülke konumunda iken, eğitim kalitesi bakımından dünya sıralamasında 70. sırada olmamız, yüzleşmemiz gereken bir olgu. Disiplinli, yaratıcı, sentezleyici, sorumlu ve saygılı etik aklın oluşması, öğrenme metotları kadar eğitim felsefesini de irdelemeyi gerektiriyor. Eğitim felsefesi, makro düzeyde ulusal eğitim politikaları ile ilgiliyken, mikro düzeyde öğretenin öğrenene bakış açısı, tutum ve davranışlarına işaret ediyor. EĞ T M POL T KALARINDA DÖNÜŞÜM KAL TEDE 70. SIRA Örneğin, 21. yüzyılda tartışılmaya başlanan çoklu zekâyı öğrenme ve öğretme ilişkisinde çığır açan zihinsel devrim olarak tanımlayanlar, öğrencinin başat olan yeteneklerini (sözel, sayısal, bedensel, kişisel, mekânsal gibi) gözlemleyip, öğrenme sürecinde o yeteneklerini kullanmalarını sağlayarak en zor konuların bile öğretilebileceğini savunuyorlar. Bir kimya problemini ya da karmaşık bir tarihi konuyu sosyodrama ile öğretmek gibi... Şüphesiz bu gibi uygulamalarda eğitim sistemlerinin altyapı hazırlığı kadar (zaman, müfredat programı, teşvik ve değerlendirme sistemleri vs.) eğitmenlerin yaratıcı olabilmeleri de gerekiyor. Değişen eğitim paradigmalarında yerini alan bir diğer yaklaşım “öğrenmeyi öğrenme”. Öğrenmenin yaşam boyu sürekliliğine işaret eden bu yaklaşım bireye, mevcut bilgileri kullanarak yeni durumlar için gerekli bilgi, tutum ve davranışları nasıl üreteceğine ilişkin geniş ufuklar sunuyor. Eğitim kurumlarında öğrenmeyi öğrenme; öğrencinin öğrenme stillerinin anlaşılması (birey öğrenmeyi nasıl algılıyor ve öğrenme etkinliğini nasıl gerçekleştiriyor)ve öğrenme stratejilerinin içselleştirilmesi (öğrenmeyi kolaylaştıran teknikler) ile hayat buluyor. Sonuç olarak, eğitim ve öğretim paradigmalarının, didaktik bilgi aktarımından, yaşam boyu öğrenmeyi öğrenmeye doğru gelişen bir evrim izlediğini söyleyebilmek mümkün.. Nitekim, 17. yüzyılda Galileo “ nsana bir şey öğretebilmenin yolu, öğrenmeyi ancak kendi içinde bulabileceğini öğretmektir” deyişi ile bir anlamda bu evrimi de öngörmemiş miydi? ÇOKLU ZEKÂ KAVRAMI, YOL GÖSTER C
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle