24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

POLİTİK BİLİM Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;hagoker@ttmail.com OECD’nin ‘Biyoekonomi Raporu’ biyoteknolojiye bugünden çok yarına dönük olarak bakmamız gerektiğini hatırlatıyor. “2030’a Doğru Biyoekonomi”(3) OECD’nin ‘Biyoekonomi Raporu’na göz atmışken, değineceğim bir iki nokta daha var. Ülkemizde pek çok kesimde GDO ve ürünlerine karşı büyük bir tedirginlik duyulduğu biliniyor. Ben de bu durumu sık sık dile getiriyorum ve eğer bu tedirginlik giderilmek isteniyorsa, bunun yolunun bilimsel araştırmalardan geçtiğini vurguluyorum. Vurguladığım bir başka önemli nokta da, tedirginliğe yol açan belirsizlikleri giderecek yöndeki temel araştırmaların kamu eliyle yürütülmesi ve finansmanının kamu kaynaklarından sağlanmasıdır. Buradaki dayanağımsa, özellikle AB’nin hazırlattığı politika belgeleridir. Aslında bir kapitalist ekonomiler birliği olan AB’nin bu konudaki politika belgelerine ne ölçüde güvenilebileceği elbette sorgulanabilir. Ama bilim, teknoloji ve yenilik politikalarıyla ilgili belgeler genel olarak kapitalist sistemi ‘rasyonalize etmeye’ / akla uygun hale getirmeye yönelik belgelerdir. Bu bağlamdaki en önemli özellikleri de ‘sistemin’ yerleşik çıkarları yanında uzun vadeli olarak sürdürülebilirliğini de gözetmeleridir. Uzun vadeli sürdürülebilirlik, ister istemez, sonunda gelir dayanır, “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme imkânlarını yok etmeden karşılayabilme” noktasına; duyarlılığına... Siz bu cümleyi “kapitalist sistemin geleceğini yok etmemek” biçiminde de anlayabilirsiniz ama sonuç değişmez. Çünkü, hangi yönden bakarsanız bakın, sürdürülebilirlik için yapılması gerekenler aynıdır: “Verimli toprakların korunması; erozyonun önlenmesi; yağmur ormanlarının yok edilmemesi; iklim değişikliğine yol açılmaması; biyolojik çeşitliliğin korunması; denizlerinatmosferintoprağın kirletilmemesi; doğal kaynakların tüketilmemesi...” Ve bu liste uzar gider... ‘Sistem’ pratikte, bütünüyle o belgelerde öngörülenlere göre mi çalışıyor? Bu soruya, ne yazık ki evet demek pek mümkün değil; ama, günümüz toplumlarının ve insanlığın uzun vadeli çıkarlarını gözetenler siyasî iktidarlar üzerinde etkili olabildikleri ve bu yöndeki duyarlılıkları temsil edenleri iktidara taşıyabildikleri ölçüde, ileriye dönük, küçümsenemeyecek bazı adımların atılabildiğini de yadsımamak gerekir. Bu çerçevede tekrar AB’nin bilim ve teknoloji ile ilgili politika belgelerine dönersek, birliğe bağlı ülkelerin önemli bir bölümünde, firmalarının çıkarlarını kollamanın yanında, kamuoylarının duyarlılıklarının da ‘olabildiğince’ dikkate alındığı söylenebilir. En azından, diğer pek çok ülkeye bakarak bunun böyle olduğu görülebiliyor. Biyoteknoloji konusunda, bu belgelerin yansıttığı yaklaşım da bunun bir kanıtıdır: O belgeler bize, biyoteknoloji araştırmalarının sadece firmalara bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğunu bize söylüyor. Kamu, bilimsel araştırmalar alanındaki bu sorumluluğa sahip çıkabildiği ölçüde, kamuoyu için de güvenilir bir bilgi kaynağı olacaktır. Biyoteknolojiye karşı duran bizdeki çevrelerin de, konuyu, çok daha akılcı olduğunu sandığım bu yönüyle ele almalarında, toplumumuzun uzun vadeli çıkarları açısından yarar vardır. Değinmek istediğim bir başka noktaysa şu: Dikkat ediyorum, GDO ürünlerine karşı çıkanların ezici çoğunluğunun odaklandığı ürün kategorisi gıda maddeleridir. Acaba, çağımız biyoteknolojisinin, şu berbat ettiğimiz gezegenimizin temizlenmesi ya da sürdürülebilir yeni enerji kaynakları yaratılması gibi alanlarda kullanılabilmesi bir yana, örneğin, insan sağlığı açısından, çok önemli bir potansiyel taşıdığını niçin hep göz ardı ediyoruz? OECD’nin Biyoekonomi Raporu’nda bu potansiyel üzerinde çok duruluyor. Çünkü, çağımız biyoteknolojisinin sağlıkta önemli uygulama alanları var: Yeni ilaçlar (“monoklonal antibodiler ile protein, aminoasit, aşı, enzim ve hormonların rekombinant çeşitleri gibi büyük moleküllü terapötikleri içeren biyofarmasötikler”), yeni tedavi yöntemleri (“doku mühendisliği ve kök hücre araştırmalarına dayalı tedaviler ve gen tedavisi gibi henüz deneme aşamasında olan tedavi yöntemleri”), yeni tanı testleri geliştirilmesi; ayrıca farmakogenetik (“hastaların ilaçlara verdiği yanıtların oluşmasında rol oynayan genetik faktörleri inceleyen bilim dalı”) bunlardan bazıları... Biyoteknolojide doğruyu bulmaya çalışırken ufkumuzu geniş tutmanın sayısız yararları var... D vitamini ile ilgili önemli son gelişmeler “Güneş Işığı Vitamini” olarak da bilinen D vitamini, esas olarak kemik sağlığı ile ilişkilendirilip değerlendirilir. Son araştırmalar, bu vitaminle ilgili yeni bilgiler sağladı. Diabet, kanser, kalp hastalıkları, infeksiyonlar, otoimmün hastalıklar (bünyenin kendi hücrelerine düşmanlığı) gibi pek çok hastalık için önleyici rolü berraklaşmakta. Amerika’da NIH,WHO,FDA (*) gibi Toplum Hekimliği kuruluşları, D Vitamini ile ilgili olarak, hekimlere ve hastalara yönelik öğütleri güncelliyor. Dr.Burhan Topal, Pediatri Uzmanı Ankara, drbtopal@gmail.com nebilir ki sadece gıdalardan D vitamini gereksinimi karşılanması olası değildir. Örneğin 100 gram somon balığı yediğimizde 600 ünite, 240 cc zenginleştirilmiş süt içtiğimizde sadece 100 ünite D vitamini kazanabiliriz. Kanımızdaki “aktif D vitamini”, 25(OH) D (25 hidroksi vitamin D) olarak adlandırılır. Normal değeri 3040 nanogram/mililitre arasındadır. 30ng/mL’nin altı, yetersizlik olarak değerlendirilmeli. Bazı uzmanlar 4060 arasını normal olarak görüyor. Kemik kırılmasını engelleyici değer 40 ng/mL olarak kabul edilmekte. Araştırmalar, normal beslenen ve yeteri kadar güneşe çıkanlarda bile, kanda aktif D vitamin düzeylerinin düşük olduğunu gösteriyor. Yani D vitamini “nazlı” bir vitamin. Bu yüzden Amerika’daki toplum hekimliği kuruluşları, 1997’de önerdikleri ek D vitamini dozlarını güncelleyerek 23 katına yükselttiler. Emziren annelerin sütünde de D vitamini az olduğu için bebeklerine D vitamini önerisi sürüyor. Erişkinlere D vitamini önerisi günlük en az 800, en çok doz 2000 ünite olmalı. Erişkinlerde 2000 ünite/gün dozu aşılırsa, D vitamini toksisitesi ve böbrek taşı oluşma eğilimine dikkat edilmeli. Türkiye’de D vitamini uygulaması nasıl olmalı? D vitamini ile zenginleştirilmiş süt ülkemizde yok. Adı geçen balıklar var, ama geleneksel olarak diğer balık türlerine göre daha az tüketilirler. Geriye güneş ışığı kalmaktadır. Yeterli güneş ışığı almakta olduğumuzu düşünmek zordur. İklim değişiklikleri sonucu yıllık güneşli gün sayısı azalmış görünüyor. Özellikle kadınlarımızın örtülü giyinerek güneşin altında sokağa çıkmaları ve tesettür mayolarının kullanımlarının dini ve siyasi nedenlerle artması, diğer taraftan abartı derecesinde güneş kremi kullanımı sonucu toplumumuzda D vitamini eksikliğinin yüksek olduğunu kestirebiliriz. Ülkemizde erişkinler için yukarıdaki doz önerileri geçerli olmalı, çocuklar için ise halen uygulamadaki 400 ünite/gün olan doz arttırılmalı. Öte yandan deri kanserini önlemek için özellikle yaz aylarında saat 1116 arasında güneş banyosu yapılmamalı. Türkiye’de, topluma yönelik olarak bilimsel konularda izin ve öneriler verebilecek Amerika’daki FDA benzeri siyaset üstü, bağımsız ve bilimsel bir kuruluşa ihtiyaç var. 1.http://www.medscape.com/718671?src=mp&spon=9&ua c=90866MT 2. CBT, sayı 863; 4 Ekim 2003. (*) NIH: Ulusal sağlık Enstitüsü ; WHO: Dünya Sağlık Örgütü; FDA: Gıda ve İlaç Yönetim Örgütü D vitamininin sadece vitamin değil, aynı zamanda bir hormon gibi görev yaptığı bilinir. Eksikliği, kemik yoğunluğunda azalma, kemik erimesi, kas zayıflığı ve kırık riskinde artmaya yol açar. Vitaminin biyolojik etkinliği, insan vücudunda bulunan “Vitamin D reseptörleri (algılayıcıları)” ile ilişkilidir. Beyin, prostat, meme, kalın bağırsak ve bağışıklık sistem hücrelerinde Vitamin D reseptörleri saptandı. İmmünmodülatör (bağışıklık sistem düzenleyici) etkiye de sahip. Çalışmalar, ek D vitamini alanlarda multipl skleroz, tip1 diabet, Lupus, Romatoid Artrit gibi hastalıkların daha az oranda görüldüğüne işaret ediyor. Ayrıca, hücre çoğalmasını kontrol eden genleri etkileyerek, bazı kanser türlerinin oluşma riskini azaltıyor. Son araştırmalar, damar endoteli (en içteki tabaka), damar düz kasları ve kalp kasında da D vitamini reseptörlerinin bulunduğu yönünde. D vitamini eksikliği olanların, kalp ve kan damarlarının çeşitli tabakalarında kalınlaşmalar, kalbin sol karıncığında büyüme, kalp yetmezliği ve kronik (süregen) damar yangısına yol açıyor. Ayrıca, reninangiotensinaldosteron sisteminin (kan basıncı yüksekliğinin biyokimyasal oluş mekanizmalarından en önemlisi) aktivasyonu nedeni ile hipertansiyon riski artıyor. İKİ ÖNEMLİ KAYNAK Bu denli önemli vitaminin başlıca iki kaynağı var. Güneş ışığı ile derinin doğrudan teması ve bazı gıdalar. Güneş ışığı ile temas sonucu deri altındaki D vitamini öncül maddeleri, ultraviyole ışınlarının etkilemesiyle kanda “aktif D vitamini”ne dönüşür. Bunun için güneşin derimizi doğrudan görmesi gerekir (sun exposure). Hava kirliliği, bulut, sis, puslu hava, cam, gölge ve giysili güneşlenmek, D vitamini sentezini engeller. Daha önceden bu dergide (Ref no 2) aynı konu anlatıldı. Yeni bilgi, güneş kremi kullanımının D Vitamini sentezini yüzde 99 oranında azalttığı yönündedir. Son yıllarda cilt kanseri korkusu ile güneş kremi kullanımı abartılı hale geldi. D vitamini içeren gıdalar, somon, uskumru ve sardalya balığı ve D vitamininden zenginleştirilmiş süttür (fortified milk). Bazı bitkiler ve nişasta kökenli D vitamininin biyo yararlılığı çok azdır. Yoğurt ve peynir gibi süt ürünlerini D vitamini ile zenginleştirmek pratik olarak mümkün değil. Genel olarak de CBT 1209/ 6 21 Mayıs 2010
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle