Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
• KÜLTÜR • DOĞAN KUBAN Cehalet Osmanlı Mirasıdır İletişimin birleştirdiği dünyada her şeyin standardını dünya ile karşılaştırarak anlıyor ve değerlendiriyoruz. Avrupa ve Amerika ile karşılaştırınca bu yüzümüze çarpan bir geri kalmışlık testine dönüşüyor. Neden geri kalmışız? Devrim yapmış ve dini devletten ayırmış tek İslam ülkesi olarak neden hâlâ geri kalmışlar listesinde yer alıyoruz? B ize en yakın olan Rusya ile karşılaştırmalar yapmak galiba daha doğru. Hemen tümü cahil büyük halk kütlelerine ve geniş ülkelere egemen otokratlar ve kullar. Rusya’nın bize benzeyen birçok özellikleri var. Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında tarih, insanlar ve kendilerini dünyayı idare ediyor sananlar üzerinde, ilginç gözlemlerini okurken aynı günlerde televizyonda Rus balesi ve 19. yüzyıl Rus bestecilerinin yapıtları üzerinde kapsamlı programlar izliyordum. Aynı günlerde bizde Türkiye’de üniversite’nin içeriği konusunda bir tartışma oldu. İçi boş üniversiteden söz edildi. Aslında Varlık ile Öz (Existence ve Essence) arasındaki fark. Bir şeyin varlığı o şeyin özü, yani sahip olduğu niteliklerle aynı şey değildir. Sorun hep kurumların kurumlaşamaması. İlber Ortaylı’nın sözünü bu bağlamda anlamak gerek. Bir üniversitenin yüzlerce üyesinin seçtiği bir rektörü dışlayan bir eğitim sistemi özgür olamaz. Üniversiteyi karşısına alan bir politika, bilimi vesayet altına alan yani yok eden skolastik bir ortaçağ düzeni olmak zorundadır. Ya bütün dünya gibi olur, ya olmaz. Bilimde arası yok. BİLGİ KITLIĞI VE ÖRGÜTLEŞME Fakat bu performanslar toplumun bilime, klasik musikiye, baleye, resme, heykele, kendi tarihini öğrenmeye, fiziksel çevre estetiğine, tarihi çevreyi kurtarmaya ilgi duyduğunu göstermiyor. Biz bilimsel araştırmanın kişisel değil, kurumsal bir olgu olduğunu anlayamadık. Bu parayı ve araçları bilim kuruluşları ve devletler sağlıyor. Partiler değil. Başından yarım yamalak kurulmuş politik içerikli her örgütlenme hatta üniversite asıl işlevini göremiyor. Boş bir ad oluyor. Ortaylı, üniversiteler için bunu demiş olmalı. Almandı. Onu izleyen I. Aleksander döneminde (18011825) Rusya’da altı üniversite olmuştu. Oysa İstanbul’da iki tane üniversite binası yapılmasına karşın, 1895’de açılabilen üniversite 1909’da kapandı. Bu Rusya’ya göre 150 yıllık bir gecikmedir. Bu gecikmeler İmparatorluğun sadece kültür durumunu değil, genel politik durumunu da yansıtır. 18. yüzyıl sonunda Rus donanmasının Osmanlılarla anlaşarak Boğazdan geçişi ve Adriyatik’de yaptıklarını tarihlerden okuyabilirsiniz. Askeri okullarla başlayan Osmanlı öğretimin yenileşmesi tarihi Rusya öğretim tarihi ile, bir paralellik gösterir. Fakat Rusya’daki başarıyı bizde bulamıyoruz. EN BÜYÜK UYGARLAŞMA OLGUSU Öğretim reformu özellikle 18 ve 19. yüzyılların bilim ve teknolojinin gelişmesine paralel, en büyük uygarlaşma olgusudur. Türkiye 1819. yüzyılda Rusya karşısında olduğu gibi şimdi de İslam dışında bütün gelişen ülkelerin gerisinde ileri geri sallanıyor. Orta öğretim öğretmeni, programı ve yetiştirdiği öğrencilerle üniversiteye aday yetiştirmekte zorlanıyor. İletişim devriminden bu yana, tarihte yazılanlardan farklı bir dünyada yaşıyoruz. Toplumun geleceğini tehlikeye sokan en kötü durum, dünya ile yeterli uyum kurabilmek için gerekli bilginin devreye girememesidir. Türkiye’nin hastalığı budur. Bu bağlamda son günlerde üniversite ile ilgili açıklamalar bu konunun Türkiye’de neredeyse piyango idaresi gibi idare edildiği havası veriyor. Bir profesör yeni kurulan üniversiteler için bunlar üniversite değil derse, bu zarfın üstü yazılmış ama, içine mektup koymayı unutmuşlar anlamına gelir. Yeni açılan her kurum için biraz doğrudur. Ama eğer eczane açar gibi üniversite açarsanız başarı şansı azdır. Bilim sahibi olmadan doktor, doçent ve profesör olanları üniversite yaftalı bir binaya doldurup ‘işte profesör işte bilim!, demek, oyuncak askerle savaş etmek anlamına gelir. Rusya’da öğretimin sekularizmin artmasıyla paralel geliştiğini Vernadsky söyler. Avrupa bilim tarihi de bunu gösterir. Türkiye’de otokrasinin bilim örgütlenmesi açısından en tehlikeli gösterisi 80’deki askeri darbecilerin yarattığı YÖK’tür. YÖK, eğitim ve öğretim felsefesine bütün içeriğine aykırı bir politik fetva örgütüdür. Bir üniversitenin yüzlerce üyesinin seçtiği bir rektörü dışlayan bir eğitim sistemi özgür olamaz. Dünyada bilim, kilise baskısını aşabildiği oranda gelişmiştir. 19. yüzyıl ortalarında Osmanlı İmparatorluğunun sınırları Moldovya’da idi. Bundan 30 yıl sonra Ruslar Yeşilköy’e bir zafer anıtı diktiler. Üniversiteyi karşısına alan bir politika, bilimi vesayet altına alan yani yok eden skolastik bir ortaçağ düzeni olmak zorundadır. Ya bütün dünya gibi olur, ya olmaz. Bilimde arası yok. Türkiye’nin çağdaşlaşma sorununun temelinde bilgi kıtlığı ve örgütleşememe var: Dünya’nın bütün otomobil markaları var. Ulaşım düzeni yok. Megalopolis’ler var. Planlama yok. Tarihimizle övüyoruz. Fakat onu bilmiyoruz. Demokrasi var. Fakat özgürlük sorunlu. Bütün gelişmediği söylenen ülkeler sözde kurulmuş ama gelişmemiş kurumlarla yaşıyorlar. Tarih boyunca değişik gelişmişlik düzeylerinde sultanmış gibi sultanlar, devletmiş gibi devletler, demokrasiymiş gibi demokrasiler, profesörmüş gibi profesörler, hukukmuş gibi hukuk var. Doğrusu hiçbir zaman ne ideal kurum var, ne de ideal insan. Sadece toplumların yaşamlarını birbirleriyle karşılaştırılabilir standartları var. Zenginle fakir, hasta ile sağlıklı, gençle yaşlı gibi, güçlü ile güçsüz gibi. Türkiye Müslüman ülkelerin çok önünde. Türkiye’den çıktıkları zaman dünya çapında buluşlar yapan bilim adamlarımız var. Klasik Avrupa müziği konservatuarımız, eğitimimiz, bestecilerimiz, dünya çapında virtüozlarımız var. Bale okullarımız var. Yurtdışında isim yapmış sanatçılarımız var. RUSYA VE EĞİTİM Komşumuz ve aynı mahallede yetiştiğimiz Rusya’nın eğitim tarihi ile ilgili bir iki bilgiyi okuyuculara anımsatmak istiyorum: (Bunları Yale üniversitesinin ünlü Bizans ve Rus tarihi profesörlerinden George Vernadsky’nin ilk baskısı 1929 yayınlanmış ‘Rus Tarihi’ adlı kitabından aldım. Yale University Press, 1961) Rusya’da eğitim, Avrupa’da olduğu gibi, Rus kültürünün laikleşmesi ile paralel gelişmiştir. Orada da Büyük Petro döneminde eğitim reformları ordu ve donanmaya subay yetiştirme amacıyla başlamıştı. Büyük Petro 1700’de St. Petersburg’ta bir Matematik ve Denizcilik Okulu açmıştı. Bu 1715 de Denizcilik Akademisi oldu. Bu okulun mezunları eyaletlerde açılan matematik okullarında matematik hocalığı yapıyorlardı. Büyük Petro’nun son yıllarında Rusya’da bu okullardan 40 tane açılmıştı. Leibniz’in önerisi ile 1725’ de St. Petersburg’da Rus Bilimler Akademisi açıldı. Bu akademinin ilk üyeleri arasında Leonhard Euler gibi dahi bir matematikçi, Daniel Bernouilli (17001782) gibi bir matematikçi ve fizikçi bulunuyordu. Türkiye Bilimler Akademisi, 262 yıl sonra 1993’de açıldı. Bugün TÜBA’nın hâlâ bir binası yok. Türkiye’de bilime saygının sınırları böyle bir göstergede açıklığa kavuşuyor. Toplumun bilimle ilgisi de hükümetten ileri olamaz. 1755’de ilk Rus üniversitesi Moskova’da açılmıştı. Hocalar Kuşbilimci Şekercioğlu, Buckingham’da KuzeyDoğa Derneği’nin Kars, Iğdır ve Ardahan’da doğa koruma, çevre eğitimi, ekolojik araştırma, sulak alan restorasyonu ve köy tabanlı doğa turizmi faaliyetlerinde edindiği başarılar, İngiltere Kraliyet Ailesi’nden daveti de beraberinde getirdi. 2008 yılında Prenses Anne’nin elinden Whitley Gold çevre ödülünü alan Dernek Başkanı Prenses Anne Dr. Çağan ve Stanford Üniversitesi Biyoloji bölümü Öğretim Üyesi Dr. Çağan Hakkı Şekercioğlu, Şekercioğlu’na Whitley Whitley Vakfı’nın hamisi Prenses Anne’nin 60. doğum gününü kutlamak için 1 Gold ödülünü veriyor. Temmuz 2010’da İngiltere Buckingham Sarayı’nda gerçekleşecek olan Kraliyet Bahçe Partisi’ne davet edildi. Dr. Çağan Şekercioğlu, “Bu davet KuzeyDoğa ekibimize çok güzel bir sürpriz oldu. Doğu Anadolu’nun tanıtımı için de çok önemli. Ekibimizin Kars, Iğdır ve Ardahan bölgesinde 2003’den bu yana gerçekleştirdiği doğa koruma, çevre eğitimi, ekolojik araştırma, sulak alan restorasyonu ve köy tabanlı doğa turizmi faaliyetleri, tüm zorluklara ve kaynak sıkıntısına rağmen, sonuçlarını vermeye başladı. Özellikle de Whitley Vakfı’nın desteklediği Kuyucuk Gölü projesi, Ramsar ilanıyla çevre koruma, Türkiye’nin ilk doğa koruma amacıyla yapılan adasıyla ekolojik restorasyon ve Avrupa Seçkin Turizm Cenneti (EDEN) seçilmesiyle de doğa turizmi dalında 2009’da büyük başarılara imza atıldı. CBT 1198/2 5 Mart 2010 Tayfun Akgül