Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Harf Devrimi ve dilsiz toplum iddiası Harf ve Dil devrimlerinin Türk toplumunun hafızasını kaybetmesine neden olduğunu ileri sürenler ne yazık ki vardır. “Bir dairenin mesaha’i sathiyesi nısfı kutur murabbaının pi adedi ile zarbına müsâvidir” biçimindeki ağdalı tümceyi bugün hiç anlayamadığımız doğrudur. Oysa, Yunus Emre’nin “Gâh eserim yeller gibi / Gâh tozarım yollar gibi / Gâh akarım seller gibi / Gel gör beni aşk neyledi” gibisinden deyişleri aradan yüzyıllar geçse de bugün söylenmiş gibi tazeliğini korumaktadır. Dr. H. Suat Tuncel, suatuncel@isnet.net.tr Psikopatoloji açısından siyasal ve sosyal tutumlar Dr. Coşkun Özdemir, coskunoz@superonline.com P Y ukarıda verdiğimiz halis bir “Osmanlıca” tümcedir. “Latin harfleriyle” de yazsak, “eski yazı (Osmanlıca)” ile de yazsak bugünün Türk yurttaşı bu tümceyi anlayamaz. Tümü Arapça sözcüklerden oluşan bu tümceyi doğmabüyüme Arap, anadili Arapça olan bir sınıf arkadaşıma sorduğumda o da anlayamadı. Gözlerinde soru işaretleriyle yüzüme bakakaldı. Kulağına Arapça taklidi bazı sözcükler çalınmış, ama bir anlam çıkaramamıştı. Yukarıdaki gibi Osmanlıca sözleri çocukluğumda aile büyüklerinden genellikle de ‘istihzalı’ olarak arada sırada duyardım. Osmanlı ordusunda bir subay olan dedem 1862 doğumlu idi. Dedem, Osmanlı’nın Mektebi Harbiye’sinde Riyaziye (matematik) hocasıydı. İnci gibi yazısıyla tuttuğu siyah kaplı küçük bir defteri vardı. Günlük olduğunu sandığım o defterinde neler yazmış olduğunu öğrenmeyi çocukluğumdan beri hep arzulamıştım. Merakım sonunda galip geldi ve 8 yıl önce Osmanlıcayı (eski yazıyı) öğrenmeye karar verdim. Böylece, hem evde bulunan bazı eski kitapları, defterleri okuyabilecek, hem de “Şu Harf Devrimi, geçmişimizle aramızdaki bağların kopmasına acaba yol açmış mı?” sorusunun cevabını verebilecektim. Bunun için haftada 2 akşam, mesai sonrasında Yıldız Sarayı’nda Osmanlıca dersi aldım. Osmanlıcayı öğrenmiş olmakla, bilmediğim bir konu hakkında fikir yürütme hatasına da düşmemiş olacaktım. Ben Osmanlıca (eski yazı) öğrenirken, meslektaşım olan eşim de İstanbul’un gecekondu bölgelerinde okuma yazması olmayan kadınlara gönüllü (Türkçe) okuma yazma kursu veriyordu. Osmanlıcayı biraz söktükten sonra Osmanlıcanın ve Türkçenin öğretilme metodolojileri üzerinde eşimle birlikte vardığımız kanaat şu oldu: 1927’de %11 olan okuryazarlık oranı bugünlere sekiz kat artarak (%89 oranla)(1) ulaşabildiyse bunda “Harf Devrimi’nin” okuryazarlığı kolaylaştırıcı etkisi birincil önemde olmuştur. Çünkü, iki ay kurs sonunda benim Osmanlıca okur yazarlığımda varabildiğim seviye, eşimin öğrencilerinin okur yazarlık seviyelerine kıyasla pek gerilerde kalmıştı. Osmanlıca kurslarından şunları öğrendim; Osmanlıca ArapçaFarsça, biraz da Türkçe karışımı bir dildir; Türkçe, sözcüklerin diziliş yapısına ancak belli oranda hâkimdir. Eski yazının elifbası, Farsçaya ve Türkçeye uyarlanmış Arapçadır. Arapça, şüphesiz ki köklü bir dildir. Elifbası, ancak kökeni Arapça olan, gırtlaktan seslendirilen sözcükleri kâğıda geçirmeye uygundur. Türkçemizde ise, Arapçada olduğu gibi gırtlaktan seslendirilen sözcükler hiç yoktur. “Harf Devrimi’ni”, “Dil Devrimi’nden” ayrı düşünürsek iki devrimin de değerini kavramakta güçlük çekeriz. Rahmetli annemin ilkokul matematik dersinde tuttuğu defteri bulup okuyabildim geçenlerde. Defter, “Bir dairenin mesahai sathiyesi nısfı kutur murabbaının pi adedi ile zarbına müsâvidir” ve bunun benzerleri olan tanımlar ile doluydu. Baştan aşağı Arapça sözcüklerden oluşan yukarıdaki tümce günümüz Türkçesinde “Bir dairenin yüzey alanı, yarıçap karesinin pi sayısı ile çarpımına eşittir” anlamına geliyordu. Annem de, babam da Harf Devrimi’yle yeni yazıya geçildiğinde eğitimlerinin ne kadar kolaylaşmış olduğunu, bunu bizzat yaşamış kişiler olarak, hep vurgulamışlardı. Okur yazar ve hepsinden önemlisi “anlar” olmuşlardı. Hele 1889 doğumlu anneannem, 40 yaşında yeni yazıyı nasıl hevesle öğrenmişti. Onlar, Cumhuriyet’le ivmelenen aydınlanmayı bizzat yaşamış o insanlar, Harf Devrimi’ni de, Dil Devrimi’ni de daima minnetle takdir ederlerdi. Trakya’da bir ilimizin valisi geçen ay Harf Devrimi’nden yakınarak Türk toplumunun hafızasını kaybettiğini ileri sürebilmiştir(2). Bu valinin 1928 öncesiyle kopukluk yaşandığını ima etmesi ne büyük bir talihsizliktir. Yunus Emre’nin 700 yıl önce kullandığı dil günümüzde de anlaşılırlığını korumaktadır. Ozanımızın “Gâh eserim yeller gibi / Gâh tozarım yollar gibi / Gâh akarım seller gibi / Gel gör beni aşk neyledi” gibisinden deyişleri, aradan yüzyıllar geçse de bugün söylenmiş gibi tazeliğini korumaktadır(3). 1928’de terk edilen, halktan kopuk olan dil olmuştur. Osmanlıcayı bilim dünyamızın yok sayması kuşkusuz olanaklı değildir. Sayıları 102’yi bulan devlet üniversitemizde buna 52 adet de vakıf üniversitemizi de eklediğimizde toplam 154 üniversitede(4) , Tarih, Türk Dili ve Edebiyatı ile Kütüphanecilik bölümlerinde Osmanlıca öğretilmektedir. Dolayısıyla, Osmanlı döneminin eser niteliğindeki kitaplarını ya da arşivlenmiş yazılı metinlerini günümüz “bilim insanlarının” okuyup anlamasında bir kopukluk yaşandığı iddiasında bulunmak haksızlıktır. 1928 öncesinde matbaada basılmış edebi eserlerinse tümüne yakını günümüz Türkçesine çevrilmiştir. Matbaanın çok geç Avrupa’dan ancak 300 yıl sonra girebildiği Osmanlı dünyasında okuryazarlık oranı %10’u bulamamıştı. Harf ve Dil Devrimi, “çağdaşlaşma yarışına” geç başlamış bu tarım toplumuna yaşamsal önemde bir mesafe kazandırmıştır. 1927’de %11 olan okuryazarlık oranı (Harf Devrimi’nden 7 yıl sonra) 1935’te % 20.4’e, 1950’de % 33.6’ya, 1960’ta ise %39.5’e bu sayede çıkmıştır (bu rakamlar Milli Eğitim Bakanlığı güncel web sitesinden alınmıştır(5,6)). Türkçemizi bugün edebiyattan teknolojiye; tıptan bilişime kadar her alanda yeterlilikle kullanabiliyoruz. Bugünlere kavuşmamız, büyük Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen “Harf ve Dil Devrimleri” sayesinde olmuştur. Kaynaklar: Cumhuriyet, 20 Ağustos 2010: Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin TÜİK 2008 yılı Hane halkı Anketi verilerinden derlediği araştırma notu (www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=9938f4bf145ceb9b64d1e c02434ae17c&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c09 10.html Hürriyet, 26 Haziran 2010: Abant Platformu’nda konuşan Kırklareli Valisi Cengiz Aydoğdu, “Merkeziyetçilik aracı olarak idari vesayet” başlıklı konuşmasında, harf devrimini işaret ederek, “Türkiye 1920’li yıllarda hafızasını kaybetti, Merzifonlu Karamustafa Paşa’nın başkente gönderdiği raporu aranızda kaç kişi okuyabilir, anlayabilir” diye konuştu. (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/15142807.asp) http://www.yunusemre.net/siirler/10GelGorBeniAskNeyledi.html http://www.yok.gov.tr/content/view/527/222 MEB (http://cygm.meb.gov.tr/hem/okumaprog/oran.htm) MEB (http://cygm.meb.gov.tr/halkegtim/okumayazmakurslr.html) sikopatoloji yalnız ruh (akıl) hastalıkları ile değil, normal saydığımız insanların davranışları ile de ilgilenir ve onları analiz etmeye çalışır. Çünkü ruh hastalıklarında görülen belirtiler, çok defa normal insanlarda akli vetirelerin (süreç) mübalağalı görüntüsü olarak kabul edilebilir niteliktedir. Histerik manifestasyonlar, kompleksler paranoid kuşku ve düşünceler, projeksiyon ve rasyonalizasyon, normallerde ender olmayarak rastladığımız mekanizmalardır. Psikopatolojide rol oynayan süreçlerden biri de dissosiasyondur. Düşüncelerimizde normalde bir yarılma yoktur, bir süreklilik ve bütünlük içinde akıp giden bir bilinçlilik hali söz konusudur.. Patolojik durumlarda bilinç bir ayrışma gösterebilir. Bunu dissosiasyon olarak isimlendiriyoruz. Ruh hastalarında böyle bir süreç sıklıkla klinik tabloya egemen olabilir ve süreklilik kazanır. Şizofreni dissosiyatif sendrom olarak anılır. Böyle bir ayrışma normal insanlarda da çeşitli etkiler altında büyük yorgunluklar, stres, zorlayıcı ve çözümsüz durumlar, çatışmalar içine düştükleri kompleksler, aşağılık duygusu gibi etkiler sonucu ortaya çıkabilir. İyi okuryazar ve birikimli bazı insanların şaşırtıcı davranış ve ifadelerini ancak psikopatolojiye başvurarak açıklayabiliriz (Cep kitabı okuyacak kadar Fransızca bilirdi, Evren paşadan çok farklı değildi benzeri Atatürk değerlendirmelerini, değişimci entelektüellerimizi düşünün).. Bu durumda o kişi kendi yargılarının, haksız ve yersiz davranışlarının bilincinde değildir. Boarderline (sınır) vakalarında buna daha sık rastlanır. Bilincin bir bölümü geri kalandan ayrılmış ve kontrolü kaybetmiştir. Bu olay politikacılarda ve kayıtsız şartsız taraf tutanlarda, fanatik kulüp yandaşlarında sıkça görülür. Onlar konumlarını ve iddialarını savunabilmek için bilincin bir bölümünü ignore (ihmal) etmek zorundadırlar. Orada artık mantık geçmez, kompartmanlar oluşmuştur. Politikacıları izleyenler ender olmayarak şaşırtıcı buldukları bu durumlara tanık olurlar. Namaz kılıp oruç tutan bir insanın satışta tartı hilekârlığı yapması bir dissosiasyonla açıklanabilir (Paydos Cevat Fehmi Başkut) Ülkemizde entelektüel birikimlere sahip bir grubun dincilerle dayanışmasında değişim adı verdikleri rasyonalizasyonu, ayrışmanın bir belirtisi olarak da düşünebiliriz. Yetmez ama evet’çi, birikimli sol geçmişe sahip entellektüellerin büyük çoğunlukla böyle bir dissosiasyon durumuna düştüklerini sanırım. Tabii bu ayrışma (dissosiasyon) köktendinciler için fazlası ile geçerlidir. Oradaki dissosiasyon çok defa bir süreklilik kazanmıştır. Güçlü ve sorgusuz sualsiz inançlar akılda mantık geçmez kompartmanlar yaratacak ve keskin değiştirilemez yargılar buradan kaynaklanacaktır. 60 yıldan beri politikacilarınTürkiye’ye çok pahalıya mal olan yanlışlık ve yanılgılarına sıklıkla tanık olduk. Bugünkü iktidarın ağır topları bir yandan politikacılığın öte yandan güçlü dini inançların yol açtığı bilinç ayrışması ile toplum için doğru olanları bulmakta zorluk çekiyorlar. Bir bakıma onların toplumu bölen, kutuplaştıran, din ağırlıklı muhafazakârlaştıran kendi doğruları (gerçeklikleri) bu bilinç ayrışmasına dayanıyor. Tophane ve benzeri olaylardaki, yargı, halk egemenliği, basın özgürlüğü konularındaki açıkça taraflı, mantıkla bağdaştıramadığımız yargıları bu bilinç ayrışmasının yol açtığı sonuçlardır. Bu yazıda elbette psikopatoloji açısından bir irdeleme yapmaya çalıştım. Toplumsal olaylarda, insan davranışlarında rol oynayan çok çeşitli etmenlerin varlığı tartışma götürmez. CBT 1230/ 19 15 Ekim 2010