Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kültür Başkenti İstanbul “Bu şehirde mâzi erguvan renginde. Sokakların İstanbul’um çocukluğumu saklar. Pamuk şekerci, simitçi az ötemde Ama beni haylaz martılar paklar. Ben çocuk, onlara deli, divâne.” Yard. Doç. Dr. Hacer Gülşen (İstanbul Kültür Üniversitesi) kaklarımızı tozsuz ve çamursuz görmek saadeti bize de işte böyle nasip olur ! Bir sabah gözlerinizi açtığınız zaman etrafınızı bembeyaz, tertemiz görürsünüz. Bu azîm (büyük) işi yapan tabiate karşı mı, yoksa gayrı mes’ul (sorumlu olmayan) olan şehremânetine mi teşekkür etmeniz icâp edeceğinde (gerekeceğine) tereddüt etmekle beraber meserretinizi (sevincinizi) gizleyemezsiniz… Buna rağmen kış mevsiminin eğlenceli bir tarafı da var. “Şairler, kışı elinde buzdan asâsıyla (değneğiyle) bahara âşık olan beyaz saçlı bir seyyaha (gezgine) teşbih ederlerdi (benzetirlerdi). Her sene kapımızı çalar, bize rahat uykular, eğlenceli, sohbetli geceler getirirdi. İstanbul’da kış hayatının kendisine mahsus (özgü) bir neşesi vardı. Büyük konaklarda çay ziyafetleri, musiki müsâmereleri (eğlenceleri) verilir, aile oyunları icât edilirdi. Pencereleri sıcaktan buğulanan, lambaları alevden islenen basık mahalle evlerinde ise mangal başlarında masallar söylenir, şarkın nefis tütünleri savrularak kahveler içilirdi. Zengin ile fakir arasında yalnız zînet (süs) ve ihtişam farkı vardı. “Biz, karnını doyurmak için mücadele etmeyi hayvanlara has (özgü) addederdik (sayardık). Bazen dar sokaklar içinde kahvehaneler gözüme ilişirdi ki, ateşten kıpkırmızı olmuş, üstü kumlu saç sobalar etrafına keyif ile koşanlar toplanırdı. Camların kenarlarına dizilen portakallar için tahta bir masa üstünde kirli kâğıtlarla altı kol iskambil oynayanların kahkahaları evlerinden işitilirdi. Sokakta sımsıkı giydirilmiş gürbüz çocuklar kartoplarını damdan dama fırlatarak koşuşurdu. “İşte biz kışı, şehrimize rahat uykular, yeni eğlenceler getiren baharın bu ihtiyar aşkını böyle beklerdik. Şimdi yine kış geldi. Fakat o, güler yüzüyle değil; omzunda hayatı biçmeye mahsus keskin bir evrâk tutan kefenli bir kadid (iskelet) halinde…Kapımızı dehşetle çaldı; bize açlık, soğuk, hastalık, ölüm getirdi. Dışarıya çıktığım zaman, İ stanbul, bizim şehrimiz. Bazılarının dostu dosta hasret bırakır dediği bu şehir, bizim şehrimiz. Ne kadar tozlu, çamurlu olsa da bütün sokakları bizim. Erguvan renkli akşamların şehri. Kimimizin çocukluğu, kimimizin gençliği onda saklı. Şirketi Hayriye vapurlarının, tramvayların alıp götürdüğü, yüreği çiçek kokan şehrimizin buna rağmen eksiklikleri var, yok değil. Geçen gün elime böyle bir yazı geçti. Nezihe Rikkat’in Şair Mecmuası’nda 1918 yılında yayımlanan bu yazısı, savaş ve yokluk yılları devam ederken bir yandan da kış mevsiminin getirdiği sıkıntıları dile getirmekte. Yağacak karı derin ürpermelerle bekleyen yazarımız şunları söylüyor: “Şark (Doğu) ile garp (Batı) arasındaki fark, tahmin edilen dereceden fazladır. Biz yalnız mizâcımızla değil; aklımızla, tedbirimizle de garpten ayrılırız. Hatta devlet teşkilâtı itibârıyla senelerden beri aynı ünvânı taşıyan dâirelerimiz işlerinin teshîli (kolaylaştırma) hususunda (maddesinde) öyle tedbirler icât etmişlerdir ki buna garp, akıl erdiremez. Meselâ : Bizde, şehremâneti (Belediye), gayet feylesofâne (bir filozofa yakışacak şekilde) bir düşünceyle, kendisine âit olan vazifeleri tabiate gördürmenin çâresini bulmuştur. Dar yollarımızı yangın genişletir; harap evlerimizi fırtına yıkar; yağmur, tozu; güneş, çamuru; kar her ikisini de temizler. Senede birkaç defa so soğuktan, gıdasızlıktan zayıflayıp sararan, ölen insanları gördükçe hayattan ürküyorum. Bazen çıplak ayaklı biçâre (zavallı) vâlidelere (annelere) rast geliyorum. Sert göğüsleri üstünde bir muşmula kadar buruşuk yüzlü, sarı bir nevi küçük mahluklar gezdiriyorlar. Bunların insan yavrusu olduğunu, hatta konuştuğunu görünce dehşetten feryat etmek istiyorum. Meğer hayat, ne müthiş bir şey imiş!” Bir millet olarak geçirdiğimiz sıkıntılı yıllar, savaş yıllarının acılı günleri kış mevsiminin şiddetiyle birleşince daha büyük sıkıntılara neden oluyor. Gerçekten de ne büyük sıkıntılardan geçmişiz. Yazarımız şunları söylüyor: “Beş seneden beri kanlı, azîm (büyük) mücadeleler geçirdik. Fakat asıl korkunç olan muharebe (savaş) değildi. Nasıl olsa harp (savaş), bir sulh (barış) ile nihayetlenecekti. Ayağımıza sefâletin ağır zincirini takarak bizi efendilikten köleliğe sürükleyecek olan şey, hayatın mücâdelesidir. Acaba zamanın icâp ettiği (gerektirdiği) serî’(hızlı) tekâmülü (gelişmeyi) gösterebilecek miyiz? Düşününüz ki tarihimiz beş sene zarfında on dördüncü asırdan yirminci asra intikal (geçti) etti. Mâzi (geçmiş) ile hâl (şimdiki zaman) arasında bir mukayese (karşılaştırma) yapacak olsak, bulacağımız fark akıllara hayret verir. Kendimizi efsânevî adamlar addedebiliriz (sayabiliriz).” 1 Geçmişi unutmadan, eksiklerimizi görerek ve tamamlayarak, 21. yüzyılın gereklerinin hakkını veren efsanevî adamlar olmak, bizim gibi acılardan geçen bir millet için zor değil. Bugün en büyük savaşımız, dünya milletleri arasında ilerlemiş bir millet olarak yer alma savaşı olmalıdır. Ülkemiz birlik ve beraberlik içinde ilerlesin yeter ki, bunu yürekten isteyelim ve İstanbul gerçek bir kültür başkenti olsun, bu sözde kalmasın. “En tatlı rüyaları sende gördük İstanbul. En güzel günlerimiz sende geçti. Yorgun dilimde şimdi, yalnız senin adın.” 2 Nezihe Rikkat, “Kış İçin”, Şair Mecmuası, S. 2, 17 Kanunı evvel 1918, s.17,18 1 Nezihe Rikkat, “Kış İçin”, Şair Mecmuası, S. 2, 17 Kanunı evvel 1918, s.17,18 Türkiye’nin ilk ‘Doğa Bilimleri Merkezi’ açıldı Fransız Saint Joseph Lisesi 140. yıl kutlamaları kapsamında Türkiye’nin ilk ‘Doğa Bilimleri Merkezi’ni 9 Ekim’de açtı. arşivleme çalışması yapan SaintJoseph Lisesi yetkilileri, doğa bilimleri uzmanları ve restoratörlerinin desteğiyle dört yıl süren çalışmalar sonucu merkezi bugünkü görüntüsüne kavuşturdu. Merkez hem doğa meraklıları hem de öğrenciler için eşsiz bir pedagojik değer taşıyor. Laurent ve Yaprak Chapdelaine’in yürüttüğü projede, koleksiyonların restorasyonunu Xavier Filoreau üstlenmiş. On binlerce hayvan çeşidinin farklı tekniklerle korunup, doldurulup sergilendiği merkezde, günümüzde Anadolu’da ve dünyada tamamıyla soyu tükenmiş türlerin var olması da dikkat çekiyor. Sualtı dünyası canlılarının, memelilerin, kuşların, eklembacaklıların ve binlerce farklı kayaç türünün bulunduğu tematik sergi salonları, ülkemizdeki zengin biyoçeşitliliğe dikkat çekerken, aynı zamanda bu çeşitliliğin ne kadar hassas ve insan etkinliklerine karşı ne denli savunmasız olduğuna da sessizce tanıklık ediyor. F ransa’nın Türkiye Büyükelçisi Bernard Emie’nin açılışını yaptığı merkez, Türkiye’nin bu çaptaki ilk doğa bilimleri merkezi olma niteliğini taşıyor. Türkiye’nin en geniş doğa bilimleri koleksiyonunu içeren ‘Doğa Bilimleri Merkezi’ 140 yıllık uzun bir çalışmanın ürünü. Bir asırdan fazla bir süre önce dönemin İstanbul SaintJoseph Lisesi’nde çalışmakta olan frerlerin çabalarıyla tüm Türkiye topraklarından örnekler toplanarak bir araya getirilmiş. Türkiye’nin bu en zengin fauna koleksiyonu, Osmanlı sultanlarının özel fermanlarıyla verdikleri “Anadolu’da yaşayan her hayvan türünden 2’şer tane avlama” izni ile yaşam bulmuş. 19. yüzyıldan başlayarak bugünlere dek zengin ve titiz bir CBT 1230 / 14 15 Ekim 2010