Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
HUKUK POLİTİKASI Hayrettin Ökçesiz hayret@akdeniz.edu.tr Kültür Çağdaş Kültür Üzerine Gözlemler Türkiye kitap piyasasında Çince ya da Rusçadan çevrilmiş bir çağdaş kültür kitabı var mıdır? Varsa bile ben hiç görmedim. Doğan Kuban Kamusal alanda iki talep türü görüyoruz: Siyasal ve hukuksal talepler… Bunların birbirlerinin adıyla nitelendikleri de oluyor. Hukuksal gibi gösterilen siyasal; siyasal gibi görünen hukuksal talepler… 1984 Açılıma Ölçü Bu bağlamda siyasaldan maksat, hukukun dışına düşen çıplak iktidar savaşlarının yöneldikleri hedeflerdir. Hukukla değil güçle kurulan veya ulaşılmak istenen üstünlükleri siyasal talepler olarak niteliyorum. Hukuka dönüşmüş, hukukla kurulmuş bir iktidar ilişkisinin içerdiği talepleri hukuksal talepler olarak alıyorum. Buna göre siyasal talepler hukuk öncesi, hukuk dışı, hukuk üstü olarak karşımıza çıkıyor. Buradaki hukuk ilk önce pozitif hukuktur. Doğal dediğimiz hukuka doğru uzandığımızda siyasalın hukuksala, hukuksalın siyasala karıştığı o noktalara geliyoruz. Tüm hukukun önce siyasal olduğunu; hukukun siyasal tercihlerin içini doldurduğu bir kurallar düzeni olduğunu; bu üstün gelen tercihlerin hukuksal düşüncenin biçimsel tesviyesinden geçirilerek düzene dönüştürüldüğünü biliyoruz. Hukuksal talepler ilkönce bu düzenin algıladığı, tanıdığı taleplerdir. Ayrıca siyasal olarak nitelenmelerine gerek yoktur. Şu halde, siyasal talep, bir hukuk düzeninin kendine tehdit olarak algıladığı bir savaşım ereği biçiminde değerlendirilecektir. Yukarıdaki siyasal talepler karşısında bir devlet kendi(nce) meşru güçleriyle savaş verecektir. Bu savaşın hukukun (doğal hukukun da) içerisinde kalması talebi ama tam bir hukuksal talep olarak ileri sürülecektir. Yani devlet bu durumda dahi bir Cumhurbaşkanının dediğinin aksine kendi hukukunun dışına, “rutin dışına çıka”maz. Bekası uğruna cinayet işleyemez. Siyasal gibi görünen hukuksal taleplerin doğası daha çok “Doğal Hukuk”çadır. “Müdafaai hukuk” hareketi buna bir örnektir. İşgal güçlerinin padişah fermanıyla Anadolu’yu işgal etmeleri de hukuksal gibi görünen siyasal taleplere örnektir. Şu halde pozitif hukuk üstü taleplerin hâlâ hukuksal talepler olarak algılanabilmesi için bunların kamu vicdanında etik meşruluklarının onaylanması gerekecektir. Hukuksal olarak görünenler veya ileri sürülenlerle birlikte her siyasal talebin gizil bir etik meşruluk sorununun bulunduğunu söylemeliyiz. Bu anlamda, hiçbir etik meşruluk açıklamasına dayanamayan Çıplak Siyasal Talep daima bir tahakküm ve sömürü talebidir. Bir biçimde pozitif hukukla giydirilmiş olması bu çirkinliğinin görülmemesini sağlayamaz. Kamusal bir talep karşısında bunun niteliğinin hangisi olduğuna kimin karar vereceği, onun niteliğinin ne olduğunu belirleyecektir. Bu karar vericiler talebin başında ve sonunda bir ve aynı kalmayacakları için, nihai karar vericinin yargısını beklemek gerekecektir. Bu karar vericiler, Rawls’un, bir İlk Durum’da “bilisizlik peçesi” takarak bir adil sözleşmenin ilkelerini belirlemeye yetkili ve görevli kılınmış katılımcıları gibi, gelecekten bu taleplere bakacak ve bu taleplerde bir çıkarlarının bulunmadığı kimseler olacaktır. Onlar bu taleplerin tahakküm ve sömürü talepleri olup olmadığını bu çıkarsızlık ilgisiyle daha iyi göreceklerdir. Bugünden görebileceğimiz şey, geçmişi yargılayanlar olarak, bizim bugüne yansıyan görüntüleri bu değerlendirmede görmezlikten gelmememizdir. Bugüne ancak bu gözle bakabildiğimizde yanlış yapma olasılığımızı azaltmış oluruz. Ancak çıkarsızlık ilgisiyle bakabildiğimiz en yakın geleceğe bakarak bugüne bir şeyler söyleyebiliriz. Bu, birkaç bin yıldan daha berisi olamaz. Bu mesafeden bakabildiğimizde günümüzün doğa ve insan sömürüsünü; aşağılanmayı, alçalmayı görebiliyoruz. Hukuk aynı zamanda evrensel bir kültür birikimi olarak temel ilkelerinde bu yargıcın kullanacağı içeriksel ve biçimsel temel ölçütleri içerecektir. Taleplerin niteliğini ortaya çıkarırken bu hukukun olanaklarını kullanmak konuya yeterli zaman mesafesinden bakmayı kolaylaştıracaktır. Konan hangi yasanın tahakküm ve sömürü aracı olduğunu bilmek bu hukukla daha kolay olacaktır. Bir talebin yukarıdaki anlamda salt siyasal veya hukuksal olup olmadığını bu kez bir ‘kültür olarak hukuk’la açığa çıkartabileceğiz. Grotius’un, meşru savaşın ölçütü olarak bir hukuk ihlalinin varlığını önkoşarken dayandığı hukuk bu hukuktu. Atatürk’ün cinayet dediği savaş bu hukuka dayanmayan savaştı. Devletin yalnızca hukuksal talepleri karşılamakla yükümlü bulunduğunu; hukuktan kaynaklanmayan ve hukuka dönüşemeyecek taleplerin taraflarının ancak bir tahakkümün ve sömürünün taşeronluğunu yapıyor olacaklarını söylemeliyim. ’te Justin Wintle tarafından editörlüğü yapılmış ve 200 civarında yazar tarafından yazılmış bir kitap yayınlanmıştı (Dictionary of Modern Culture, Ark paperbacks, London, Boston). Bu Ça da Kültürün Yap c lar adlı daha önceki bir kitabın ikinci baskısıydı. 20. yüzyılda çağdaş dünya kültürünü yönlendiren ya da ona katkıda bulunan filozof, edebiyatçı, bilim adamı, politikacı, sanatçı, müzisyen üç yüzden fazla insan arasında tahmin edilebileceği gibi hiç Türk yoktu. Bir Çinli, bir Hintli politikacı, bir Japon yazar ve geçmişten referans verilen tek bir Çinli vardı, Konfüçyüs. Türkiye’nin bugünkü idarecileri açısından çağdaş kültür bir Hıristiyan ve Yahudi ürünüdür. Bu kültür panoramasında dünya toplumlarının nüfuslarıyla oranlı bir performansları yok. Bir buçuk milyar Müslüman var. Kitapta hiçbir Müslüman yok. Dünyada yaşayanların 3/5’i bu kültür panoramanın dışında, çünkü ölçüt çağdaş kültürü yönlendirme ve ona katkı. Bu da, ister beğen, ister beğenme, Batılı. Bu ülkenin çok bilmişleri bu durumdan kendilerine bir ders çıkarırlar mı, yoksa 12. ya da 16. yüzyıla referans vererek avunurlar mı? Peki, bir buçuk milyar Müslüman’ı yönlendiren Tanrı buyruğu ve Hazreti Peygamber’in çağdaş kültürdeki yerini nasıl tanımlamalı? Eğer Müslüman dünyası ve Türkiye çağdaş kültürü hiç etkilememişse, acaba 1984’ten sonra bu katkı payı değişti mi? Biz adam başına düşen ulusal geliri arttırıp bu gelirin yarısını her yıl borç olarak Hıristiyan dünyaya verdiğimize göre, bizde de dünya kültürüne katkısı olan birkaç ekonomist yetişmiş olmalı. Ne var ki 2/10 orta öğretim performansı ile dünya bilimine öncü katkıda bulunmamız olanaksız. Çağdaşlığa gâvurluk olarak bakan toplum liderlerimiz, kültür ansiklopedilerinin yazdıklarıyla Türkiye’nin durumu arasında bir ilişki kurarlar mı? Bu her iyi niyetli aydının merak ettiği bir şey olmalı! Türkiye’nin sadece Osmanlı döneminde değil, ondan sonra da neden dünya kültür tarihinde bir yeri olmadığını merak ediyor muyuz? Çevrenizde burunları yere düşse almayacak allameler, profesörler, yazarlar ve sürüsüne bereket politikacı (nasıl yetişiyorsa) var. Her birinin geleceğin Türkiye’si için öngörüleri olmalı. En azından eğitim ve öğretimin evrensel konumu; din ve devlet ilişkisi; bilim ve teknoloji; dünya kültür yaşamına felsefe, sanat ve edebiyat olarak katılım ve Türkiye’nin evrensel kültür statüsü; enerjinin geleceği üzerinde bir düşünce geliştirmiş olmalılar. Emin olun, Sayın okuyucular, bu sorulara açık yanıtı olmayanlar konuştukları zaman sadece bilgi ve düşünce kirliliği yaratıyorlar. nıtsız kaldıkça, toplum her sömürüye açıktır. Üniversiteye giriş sınavlarındaki %20’lik başarı ortalaması (buna 2/10 orta öğretim diyebiliriz) çağdaş kültür üretenler listesine girmemize olanak veremez. ‘Türkiye’nin gündemini saptayanlar böyle adamları nasıl yetiştireceğiz diye mi düşünüyorlar, yoksa ne yapsak da yetişmese diye mi?’ soran çıkabilir. 500 y l boyunca medreselerinde bir tek dünya çap nda matematikçi, fizikçi yeti tirmemi olan Türk eğitimi dünyanın enerji ve iklim buhranına girdiği ve bilgi toplumu aşamasına geldiği bir dönemde adı profesör olan kimi zevat tarafından imam hatip mezunlarından matematikçi, fizikçi (haşa), biyolog (haşa haşa), kimyager (pardon simyacı) yetiştirme yöntemini keşfetmişe (!) benziyor. Montessori’den bu yana çocukların bütün matematiksel, bilimsel yeteneklerini ana mektebinden sonra sergilediklerini öğrenmiştik. Böyle bir dünyada medrese üzerine bilim adamı yetiştirme programı düşünen, ya da üniversitelerde Türkçe yerine İngilizce öğretim öngören öneriler geliştiren kuşaklar yetiştirdik. Çin’de ya da Amerika’da aynı olan matematik bilim programlarına bizde hacı ve hocalar tarafından 6 yıllık bir giriş hazırlığı ile girecek, ve İnşallahı Teala çağdaş kültür sıralamasında birinci olacağız. O zamana kadar aç ve susuz kalmazsak. Bu kadar kargaşadan insan aklıyla kurtulamayız. Allah’ın hidayet yollarını göstermesini beklemekten başka çare yok. Türkiye’de görülen sahneler bazı filmlerin hızla geriye sarılmasına benziyor. Eugenio Montale’nin şiir mitosunda doğaya uygun olanlar ve uygun olmayanlardan (kişi bağlamında) söz edilir. Ben Müslümanların ya da Türklerin uygun olmayanlar grubunda olduğuna inanmam. Gerçi babamın kuşağı toplumdaki cehaleti vurgulamak için ‘millet ve illet’ sözcüklerini sık sık yan yana kullanırdı. Fakat Mustafa Kemal ve arkadaşlarının halkı eğitmek için eski deyimiyle ‘cansiperane’ savaş verdiklerini kendi yaşamımda gördüm. İlk cumhuriyetin öğretmenlerini biliyorum. Dünyada eşi olmayan Köy Enstitüleri denemesini biliyorum. Mütegallibe ve II. Dünya Savaşı galipleri tarafından bu denemeler sonlandırıldı. Ve nasıl otomobili bol, fakat doğru dürüst kullanıcısı az bir toplum olduysak, okulu bol öğretimi yüzeysel bir toplum olmakta da başarı gösterdik. Çığırından çıkmış bir cehalet fırtınası var. Bu toplum sayı saymayı bilmediği için, istatistik yapamıyor ama, her şeyi çok sayıda üretiyor. Tayfun Akgül FAK RL K VE ÜRET M Bu soruların olumsuz yanıtlarının arkasında fakirlik var. Çağdaş kültür üreten toplum ne zaman olacağız? Dünyanın en fakirleri arasındaki Müslüman dünyanın ortalama gelirinin Batılılar kadar olmasa bile, diyelim onun 1/10’u kadar olması için ne kadar zaman gerekiyor? Müslümanlar çağdaş dünya kültürüne hangi bilgi ve performansla katkıda bulunacaklar? Bunlar ya CBT 1171/2 28 Ağustos 2009