26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SON ARAŞTIRMALAR HER BEBEK KENDİ DİLİNDE AĞLIYOR Ağlama seslerinin özellikle melodisi ve ritmi birbirinden farklı. Bunun nedeni bebeklerin anne karnındayken annelerinin dilini benimsiyor olmaları. Würzburg Üniversitesi bilim kadını Kathleen Wermke’nin Current Biology dergisindeki araştırma yazısına göre, yenidoğanlar anadilleri için tipik olan melodi motiflerini kullanıyor. Alman araştırmacı Almanya ve Fransa’da doğan ve yaşları 35 gün arasında değişen 60 bebeğin ağlama sesini karşılaştırmış. Sesler bilgisayara aktarıldıktan sonra, frekans tayfı, melodi ve maksimum ses yüksekliği hesaplanmış. Bu şekilde Alman bebeklerin baştan sona doğru azalan melodi motifleri, Fransız bebeklerin ise sona doğru yükselen melodi motifleriyle ağladıkları ortaya çıkmış. Fransa’da çocuklar mesela “papa” (baba) diye seslenirken kelimenin sonundaki a harfini, Alman bebekler baştaki a harfini uzatıyor. Bebeğin anne karnındayken anne babasının sesini tanımaya başladığı aslında bilinen bir gerçekti. Ancak Wermke’nin amacı, çocuklardaki dil yetisinin, insan dışındaki primatlardan farklı olarak ağlama sesindeki melodilerle başladığını kanıtlamaktı. Bebekler ağlama seslerini değiştirerek anne karnında duyduklarına göre çevirebiliyorlar. Yenidoğanlar annelerinin ilgisini çekmek ve onunla yakınlaşmak için taklit ediyorlar. Wermke, müzik ve dilin evrim süresince birlikte gelişerek, en başından beri var olan bir iletişim sistemini yaratmış olabileceğini düşünüyor. ler kısa bir süreliğine annelerinden ayrı tutulmuş. Bu kısa ayrılık bile farelerin stresli durumlara çok zor uyum sağlamalarına yol açmış, üstelik bu durum ömür boyu devam etmiş. Nitekim beyinlerinde aşırı derecede vasopressin protein molekülü üretildiği için bellekleri, dürtüleri ve duyguları bozulmuştu. Bilim insanları aşırı vasopressin salgısının sonucunu araştırınca farelerin kalıtımında bir metil grubunun eksik olduğunu saptamışlar. Oysa bu metil grubu sağlıklı hayvanlarda aşırı üretimi durduruyor. Metil grupları DNA dizilerine tıpkı işaret bayrakları gibi yerleşiyor ve bu şekilde bir genin kaç kez okunacağını belirliyorlar. Araştırmacılar, bu epigenetik kodlamayı aydınlatabilirlerse yeni tedavi yöntemleri geliştirebilecekler. duğunu ve yaz aylarının çok sıcak geçmesi yüzünden dağın üzerindeki buz kütlelerinin eridiğini söylüyorlar. Bununla birlikte bu erimenin küresel iklim değişimiyle ilgili olup olmadığı bilinmiyor. Nitekim dağın 2007 yılındaki yüksekliği sadece 4.808 idi yani günümüzden dört metre daha alçaktı. Bilim insanları ölçümler sırasında diğer ilginç bir fenomen daha gözlemlemişler. Verilere göre Montblanc’ın zirvesi iki yıl öncesine göre 26 m doğuya yani İtalya’ya doğru kaymış. Eylül ayında gerçekleştirilen ölçümler için küresel uydu konumlama sisteminden (GPS) yararlanılmış. Montblanc ilk kez 2001 yılında bu sistemle ölçülmüştü. BAĞIŞIKLIK BELLEĞİ BİR PROTEİNE BAĞLI Avustralyalı ve İngiliz bilim insanları, bağışıklık belleği için önemli bir rol oynayan bir gen saptadı. Bu gen hatalı olduğunda bir enfeksiyon ya da aşı sonrasında uzun vadeli bir bağışıklık gelişmiyor. Nature Immunology dergisindeki makaleye göre, bu gen bir proteini kodlayarak, bağışıklık sistemindeki Bhücrelerinin, yardımcı Thücrelerine yapışmasını ve antikor üreticileri ve bellek hücreleri olarak etkinleşmelerini sağlamakta. Bağışıklık sistemimiz, bedenimizi çeşitli hastalık etkenlerinden korumak için farklı savunma hücrelerinden yararlanmakta. Thücreleri daha çok “katil hücreler” gibi etkinken, Bhücreleri gerekli antikorları üretir. Ayrıca “bellek hücreleri” olarak da hastalık etkenlerinin yapı planını depolayarak bir dahaki “saldırı” için uygun antikorları hazır bulundururlar. Bu şekilde zaman kazanan beden, enfeksiyonları henüz başlangıç aşamasında MONTBLANC DAĞI ALÇALIYOR Alplerin en yüksek dağı olan Montblanc alçaldı. Fransa’nın doğusunda yer alan dağda yapılan son ölçümlere göre Montblanc artık 4.810 m ve 45 cm yüksekliğinde. Bir yıl içinde 45 cm alçalan dağın 2007 yılındaki yüksekliği 4.811 m idi. Bilim insanları yüksekliğin iklime bağlı ol yok ediyor. Bu bağışıklık belleği birçok aşının da temelini oluşturmakta. Avustralya Ulusal Üniversitesi’nden Chris Goodnow ve Oxford Üniversitesi’nden Richard Cornall, şimdi bu belleğin ne şekilde oluştuğunu ve bazen niçin işlemediğini araştırdı. Bu amaçla bir veya daha fazla geni devre dışı bırakılan fareler üretilmiş. Bu fareler arasında bağışıklık sistemleri normal reaksiyon göstermeyenler aranırken, iki varyant bulunmuş. Bu varyantlarda gerçi hızlı antikor reaksiyonu söz konusuydu ama uzun vadeli bağışıklık oluşmuyordu. Araştırmacılar genetik analizler sonucunda bu bozukluktan sorumlu bir gen saptamışlar. Dock8 olarak adlandırılan gen normalde Bhücrelerine diğer bağışıklık hücreleriyle birlikte sağlam yapılar oluşturmasını sağlayan bir proteini kodlamakta. Bu bağışıklık yapılarındaki bağışıklık hücreleri, Bhücrelerinin etkili antikor üretmelerini sağlıyor ve bağışıklık hücrelerine dönüştürüyor. Sonucun ilginç yanı Dock8 geninin insanda da bulunması. Son araştırmalar bu genin zayıf bağışıklık sistemi hastalıklarıyla ilişkili olabileceğini göstermişti. Farelerle yapılan son araştırmayla bu tahmin kanıtlanmış oldu. Hazırlayan: Nilgün Özbaşaran Dede Araştırma ÇOCUKLUKTA YAŞANAN STRES, GEN ETKİNLİĞİNİ DEĞİŞTİREBİLİYOR Çocuklukta yaşanan travmatik deneyimler veya yoğun stres, gen etkinliğini kalıcı olarak değiştirerek, kişiyi depresyona ve korku hastalıklarına karşı çok daha duyarlı hale getirmekte. İlginç sonuç Münih MaxPlanck Psikiyatri Enstitüsü bilim insanlarınca kanıtlandı. Nature Neuroscience dergisindeki araştırma yazısına göre, bu değişimler örneğin daha fazla stres hormonunun salgılanmasına yol açabilmekte. Farelerle gerçekleştirilen deneylerde, yeni doğan yavru fare ‘ZAYIF’ GEN BEDEN YAĞINI AYARLIYOR Alman bilim insanları “Schlank”/”Zayıf” olarak isimlendirilen genin, sirkesineğinde yağ metabolizmasını ayarladığını buldular. Bozuk gene sahip olan larvalar tüm yağ rezervini kaybediyorlar. Memelilerde bu gene benzeyen bir grup genin de benzer işlevi olduğu tahmin edilmekte. “The EMBO Journal” dergisindeki makaleye göre yeni bilgiler şişmanlığı önleyen yeni ilaçların üretiminde yardımcı olacak. Söz konusu gende bozukluk olmadığı zaman larvalar yağ rezervini besleyebiliyorlar, yani bu durumda şişmanlıyorlar. “Zayıf” gende bozukluk olduğu zaman ise larvalar zayıf kalıyor ve bozukluk ender durumlarda ölüme bile yol açabiliyor diyor Bonn Üniversitesi profesörü Michael Hoch. Profesörün araştırmasına göre “Zayıf” gen seramid sentazının yapı planını taşımakta. Seramidler bedendeki bazı hücrelerin etrafını saran ince zarların hammaddesidir. “Zayıf” geni bir yandan yağ sentezini teşvik ederken diğer yandan da yağ rezervindeki yağ hareketliliğini engelleyerek ayarlayıcı bir görevi üstleniyor. Bu durum sadece sirkesineği için geçerli değildir. Nitekim insan bedeninde de seramid sentezleri üretilir, ancak sirkesineğinde bir tane insan bedeninde ise altı farklı seramid sentezi vardır. Ayrıca insanda Lass olarak adlandırılan genler de bulunur. Seramid sentezleri hayvanlar için son derece önemlidir. Bu genlerdeki mutasyonlar ağır metabolizma bozuklukları ve organ sistemlerinde hatalara neden olmakta. İnsanın Lass genleri şaşırtıcı bir şekilde sirke sineğinin “Zayıf” genine benzemekte. Bilim insanları araştırma sırasında farenin Lass genini sirkesineği larvasına aşılayınca, larvanın bedeninde yeniden beden yağı üretilmeye başlanmış ve larvalar bir sonraki gelişim evresine kadar hayatta kalmış. Memelilerdeki Lass genleri bugüne kadar yağ metabolizmasının ayarlanmasıyla ilişkilendirilmemişti. Eğer gerçekten ilişkiliyse o zaman şişmanlığa karşı etkili ilaçlar geliştirebiliriz diyor araştırmacılar. CBT 1183/ 4 20 Kasım 2009
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle