18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SÖYLEŞİ [email protected] TASARIM: EMİNE BİLGET 10 ŞUBAT 2020 PAZARTESİ 9 NEDEN SEVİNÇ DOĞAN? Siyaset sosyolojisi çalışıyor. AKP’nin yerel örgütlenme dinamiklerini irdeleyen?“Mahalledeki AKP”?kitabıyla 2017 Yunus Nadi Sosyal Bilimler Ödülü’nü aldı. Siyasal partiler, siyasal katılım, yerelsözlü tarih üzerine araştırmaları var. “Otoriterliğin Gölgesi’nde Taraftarlık ve Muhaliflik Sınırları Değişirken” gibi makaleler ve kitap bölümleri yazdı. Seçmen gruplarının siyasal algılarına yönelik çalışmaları arasında; “İktidara Taraf Olmak:?Mitler, Komplolar ve Spekülasyonlar Gölgesinde Çizilen Sınırlar” ile?“CHP Seçmen Profili ve Taraflaşma Algıları” da bulunuyor. ‘Bizim oğlanın yaptığı küçük hatalar’ hasır altı ediliyor Deprem, uçak kazası, çığ felaketi... Türkiye’yi art arda sarsan felaketler, ihmali, vurdumduymazlığı gün ışığına çıkarıyor. Bilimsel düşüncenin yerini adam kayırmacılık aldıkça can kaybı artıyor. Sosyolog Sevinç Doğan’a göre, kadrolaşmalar ve tasfiyeler ihtiyaca ya da niteliğe göre değil, siyasetteki güç mücadelesine göre şekilleniyor. Kurumlardaki önceliği, hizipleşme, rekabet ya da ayak kaydırma gibi gündemler alıyor. Sürekli düşman üreten, içeridedışarıda düşman bulan devletler açısından, liyakatin kıymetli bir kriter olmadığını söyleyen Doğan, “Hangi görevi alacağınızı liyakatiniz değil, siyasette tuttuğunuz takım ve ne kadar fanatik olduğunuz belirliyor. Ne kadar büyük bedeller ödenirse ödensin, bunlar ‘bizim oğlan’ın yaptığı küçük hatalar olmaktan öteye gitmiyor ve hasır altı ediliyor” diyor. n Türkiye’de üst üste yaşanan felaketlerin önemli bir nedeni de liyakat yoksunluğudur diyebilir miyiz? Elbette deprem ya da uçak kazasını yaşayan tek ülke biz değiliz. Ama yaşanma ihtimali olan bu felaketler karşısında nasıl önlem alındığı ve yaşandıktan sonra nasıl hazırlıklar yapıldığı hayati bir sorun oluyor. Bizdeki handikap ise tam da bu hayati durumların bir türlü gündem olamaması. Deprem gibi talihsizlikler karşısında bireysel olarak yapacaklarımız çok sınırlı. Bunların kolektif bir sorun olarak görülmesi, bizzat devletin, kamu kurumlarının sorumluluğu üstlenmesi gerekir. Ancak devletin böyle bir sorumluluk aldığını görmüyoruz. Siyasetin çekirdeğini, büyük oranda iktidar savaşı ve kazanımların kaybedilmemesi çabası oluşturuyor. Kamu kurumları bu anlamıyla topluma karşı sorumlulukları olan işlevsel mekanizmalar olmaktan ziyade, güçler savaşının sahası olarak işliyor. Kadrolaşmalar ve tasfiyeler de ihtiyaca ya da niteliğe göre değil, siyasetteki güç mücadelesine göre şekilleniyor. Kurumlardaki önceliği, hizipleşme, rekabet ya da ayak kaydırma gibi gündemler alıyor. Toplumsal sorunlar ikincil önemde ve göstermelik kotarılıyor. Liyakate değil parti kimliğine bakılıyor n Liyakatin hangi tür toplumlarda pek kıymeti harbiyesi yoktur, bizdeki karşılığı ne? Bence toplumlarla ilgili olmaktan öte siyaset anlayışıyla ilgili. Sürekli düşman üreten, içeride ya da dışarıda düşman bulan devletler açısından liyakat, kıymeti olan bir kriter olmuyor. Çünkü liyakatiniz değil, siyasette, tuttuğunuz takım ve ne kadar fanatik olduğunuz belirliyor nereye geleceğinizi ya da hangi görevi alacağınızı. Bugün kamu kurumlarında en önemsiz şey bir işin ehli olup olmamanız. Ne kadar büyük bedeller ödenirse ödensin, bunlar “bizim oğlan”ın yaptığı küçük hatalar olmaktan öteye gitmiyor ve hasır altı ediliyor. Kurumsal işleyişler yerine kişiselleşmiş ilişkiler geçmiş durumda. Bir kişinin konumunu değiştirin, diğer bütün kadrolar ve dahası işleyiş biçimi değişiyor. Dene Doğan, “Yaptığımız araştırmada, liyakat sorununun sadece muhalif kesimleri değil, iktidarı destekleyen kesimleri de huzursuz ettiğini gördük” diyor. yimlerin, biriktirilen tecrübelerin bir önemi kalmıyor, her şey sil baştan tekrar ediyor. Böylesi bir siyaset anlayışı içinde liyakat kendine yer bulamıyor. KONDA ile 2017 yılında parti seçmenleri üzerine yaptığımız çalışmada da en fazla şikâyet edilen konulardan biri, adam kayırmacılık ve liyakat sorunu idi. n Konumuz tam da bu, ayrıntı verebilir misiniz? Ben burada AKP ve MHP seçmenlerinin görüşlerine bakmıştım. Ve liyakat sorununun sadece muhalif kesimleri değil, iktidarı destekleyen kesimleri de huzursuz ettiğini görmüştük. Kamuya ya da herhangi bir kuruma alımlarda, sistemin ciddi bir “taraflaşma” yaratarak işlediği algısı oldukça yaygın. Parti kimliğinin ya da lider fanatizminin iş bulmada, bir yerekoltuğa geçmede zımni bir kriter olduğu düşünülüyor. Yani liya kate değil de parti kimliğine, hatta sadakat düzeyine bakılması, yakınlığa bakılması ve belli hemşeri ilişkilerine dahil olmak gerektiği hoşnutsuzluk yaratıyor. Kolektif çözüm aramaktan uzağız n Biat kültürünün etkisi var mı, toplumsal çürüme liyakatin yerini sadakat alınca mı başlıyor? Toplumda böylesi bir kültür olduğunu pek düşünmüyorum açıkçası. Daha çok siyasetin işleyiş biçimiyle ilgili gibi geliyor ve bu da değiştirilebilir bir durum. Çürüme tam da, var olan statüko ne kadar işlevsiz olursa olsun, ne kadar eleştiri alırsa alsın, sadece kendi koltuklarını ve geleceklerini düşünen yönetimdeki kadroların pervasızca hareket etmesi nedeniyle oluyor. n Çığ kıyametinde sosyal medya paylaşımları en çok takvimi suçladı. “2020 iyi gelmedi” deniyordu örneğin. Genlerimizde bilimi, bilgiyi dışlamak mı var, kadercilikle normalleştirmek mi? Bilime ya da bilgiye olan inançtan ziyade, toplum olarak işlerin nasıl farklı yürüyeceğine dair çok fazla deneyimimiz yok. Başka türlüsünü pek tahayyül edemiyoruz. Seçimlerde propaganda değeri olmayan, yani “kâr” getirmeyecek işlerin yapılması alışkın olduğumuz bir durum değil. Genelde olan olduktan sonra, o da yamalı biçimde bir şeyler kotarılıyor. Dolayısıyla biz de ancak normalleştirerek, normal görerek devam ediyoruz. Maalesef, sorunlarımız karşısında kolektif olarak çözüm arama deneyiminden uzağız. Çünkü bunları etkimiz dışında bir gerçeklik olarak görüyoruz, kadere bağlıyoruz, ileri tarihlere atıyoruz ya da kurtarıcılar bekliyoruz. Normalleşme devam edebilmenin koşulu n Uçak düşüyor; kazazedeler kan revan içinde, yolcu otobüsüyle taşınıyor... “Koca İstanbul’da yaralıları taşıyacak ambulans yok mu” diye tweet’ler paylaşılıyor, ertesi gün unutuluveriyor. Niçin sorgulayamıyor, hesap soramıyoruz? Kolay bir ülkede yaşamıyoruz, çok az bir dikkatle o kadar çok olumsuz şey görebilirsiniz ki. Eğri büğrü, ağır aksak giden durumlar karşısında sürekli şikâyet ediyor olmak gerekiyor ki bu da zor bir durum. Normalleştirme bir yerde devam edebilmenin koşulu oluyor. Ancak dediğiniz gibi bir sınırı var. Kendimizi siyasetin birer öznesi olarak görmüyoruz. Kendimizi bir şeyleri değiştirebilecek potansiyelde görmüyoruz, daha doğrusu bunu sağlayacak kanalları nasıl yaratırız pek tartışmıyoruz. Oy vermek dışındaki diğer itiraz, eleştiri ya da muhalefet kanalları tamamen kapanmış durumda. Oy sonuçları dahi beklenildiği gibi değişimler yaratmaya yetmiyor. Sorgulayan ve hesap soran bir duruş ve dil karşısında, devletin nasıl refleksler gösterdiği de toplumsal hafızada duruyor. Dolayısıyla apolitik olmaktan öte, kendini korumaya çalışan ve biraz görünmez kılan bir duruş hali yaygın diyebiliriz. Haksızlık karşısında durmak ‘lüks’ n Otoriter sistemde ‘mutluluk’ tanımı ‘yetinmek’le mi, ‘görmezden gelmek’le mi, ‘mazur görmek’le mi yapılıyor?? İlginç bir örnek olarak Nazi Almanyası var. Ekonomik koşulların oldukça ağırlaştığı, işsizliğin patlama yaptığı, toplumsal hoşnutsuzluğun derinleştiği dönemlerde Naziler “Neşeyle Kuvvetlenme” (KdF) adında büyük bir organizasyon kurdular. Hayatından ve işinden rejimden keyif alan mutlu bir ulus imgesi öne çıkarıldı. Mutsuz olmak, rejimden hoşnutsuz olmak, şikâyetçi olmak demekti. Yaşadığımız dönemde ise mutluluk biraz daha farklı anlamlara sahip, artık örneğin şükretmek ile ilgili. Bir işiniz varsa, haksızlıklar karşısında bir duruş göstermek “lüks” görülüyor örneğin. Artık sınıfsal çelişkiler de yadsınmıyor. Oysa AKP döneminden önce, Refah Partisi söylemini zenginliğe ve israfa karşı kurmuştu. Bugün tam tersine bunların “normal” ve hayatın yara dılışı gereği olduğu vazediliyor. Dediğiniz gibi her şeye rağmen devam etme, görmezden gelme ve yetinme belirleyici bir ruh hali oluyor. n Bir yandan pek çok kişi de kendi pozitif düşüncesine gömülüyor. Tehlikesi var mı? Galiba şu dönem böyle bir pozitiflik çok yaygın değil. Ancak var olan duruma sürekli pozitif yaklaşmanın şöyle bir tehlikesi olabilir: Var olanları görmezden gelme ya da geleceği hesaptan çıkarma haliyle ilgili görülebilir. Sürekli pozitif düşünme ve totalitarizm arasında ilişki kuran düşünürler var. Örneğin Sara Ahmed, mevcut olana karşı “acı” ve “öfke” duymanın, memnuniyet ya da kabulden ziyade, politik olarak dönüştürücü potansiyel taşıdığını söylüyor. Fakat bu pozitif düşünme, her şeye rağmen deyip devam edebilme direnci göstermekle ve bunun verdiği enerjiyle tam aynı şey de değil. Tanıl Bora’nın dediği gibi galibimağlubu olmayan, mütevazı ve içkin bir sevince ihtiyacımız var. Kayıtsızlık ve kibir! n Bugün Türkiye’ye hâkim duygu korku mu, huzursuzluk mu, belirsizlik mi? Dediklerinize ek olarak, güvensizlik, inançsızlık ve kaygı bence. n Bunun nedeni hukuksuz ortam mı, liyakatsizlik mi? Kişisel keyfi yönetim; topluma, coğrafyaya, gelecek kuşaklara karşı herhangi bir sorumluluk duymama hali; dar kadro çıkarlarını öncelikli görme ve bu dünyayı hiçe sayan bir inanç biçimi, kayıtsızlık ve kibir. n Çare ne peki?? Cevabını birlikte üretebileceğimiz bir soru. Bugün hayatlarımızı ve geleceğimizi etkileyen siyaset alanında, gençler başta olmak üzere pek çok toplumsal kesimin dışlandığını görüyoruz. Geniş toplumsal kesimleri kapsayan (etnik azınlıklar, kadınlar, ötekiler) bir siyaset arayışı ve toplumun genel faydasını amaç edinen bir siyasal anlayış için mücadele etmenin anlamlı olacağını düşünüyorum. Değersizlikle gelen öfke Toplumsal hoşnutsuzlukların nasıl ifade bulduğu ve kanalize edildiği de oy tercihi kadar önemli. Son yerel seçimler, ülkenin işleyiş biçiminden duyulan rahatsızlığın genel bir ifadesi oldu. Bu anlamıyla yaşananların siyasal bir karşılığı olduğunu gördük. n Kan bağışladığı yardım kuruluşuna bile inanamayacak duruma getirilen bir toplumda güvensizlik duygusu ne gibi sonuçlar doğurur? Güvensizlik galiba bu dönemin en belirleyici kavramı. Orman kanunlarıyla işleyen, gücü olanın kendini her şeyi yapmaya kadir hissettiği bir ortamda bir sürü şeyin altı oyuluyor. İçe kapanma, huzursuzluk, değer yitimleri... Daha kötüsü, alternatifleri ortaya koyamadıkça ve onları savunamadıkça, diğer şeyler de solmaya, yitmeye başlıyor. Sadece kamu kurumlarına karşı olan güvensizlik değil, birbirimize karşı olan güvensizlikleri de düşünelim. Örneğin, Suriyeli bir kadın ya da çocuğun konumunu düşünün. Onların başına gelen her olumsuz muamele, aslında toplumda hangi değerlerin baskın geldiğini gösteriyor. Çünkü zayıf ve kırılgan olana karşı hiçbir bütünsel koruma mekanizmasının olmadığı yerde, biraz güçlü hissedenin nasıl davranabildiğini gösteren örnekler bunlar. Güvensizlik duygusu, inançsızlık ve değersizlikle birlikte öfkeyi de beraberinde getiriyor. Yazık ki bu öfkenin yöneldiği hedef yine toplumun kendisi, özellikle de dezavantajlı konumdakiler oluyor. n Yetkinliğin, denetimin, kuralın yerini adam kayırmacılık almış... Meclis’te AKP’li bir siyasetçi tüm bu şokların ardından çözüm yolunu bir dua önererek açıklıyor. Bu tür söylemlerin ikti dar seçmenindeki karşılığı nedir? Her zaman rasyonel seçimler yapmıyoruz oy verir ken. Belli siyasal çevrelerin ya da ağların içindeyseniz, genel toplum çıkarı yerine kendi dar grupsal çıkarlarınızı öne alabiliyorsunuz. İktidarı destekleyen seçmenler arasında başka bir alternatif olmadığını düşünenler de var. Yakın döneme kadar iktidarı destekleyen seçmenler görmezden gelmeyi ve mış gibi yapmayı tercih etti. Ya da sorumluluğu dış güçlere atmaya meyilli oldu. Ekonomik buhranın nedenleri yönetenlerin sorumluluğu olarak görülmedi, faturası Suriyelilere çıkarıldı, örneğin. Ancak geçen birkaç yılda iktidarın gerçek bir çözüm üretmemesi, ya da inandırıcı bir niyet ortaya koyamaması AKP tabanındaki hoşnutsuzlukları görünür kıldı. Bütünsel olarak olmasa da huzursuzluk duyanların daha sesli bir biçimde konuşabildiğini gördük son yerel seçimlerde. n Eleştirel bakış ve duruşun oy tercihini değiştirecek bir potansiyel haline gelmesi neye bağlı? Koşullara... Oy verme davranışının kendisinin sadece bir gösterge olduğunu unutmamak gerek. Oy tercihi sizin yaşam biçiminizle, nasıl bir siyasal kültüre sahip olduğunuzla, ailehemşeri gibi ağlar, pragmatik kaygılar ya da seçeneksizlikle de ilgili. n Uzmanlar uyarıyor ancak dinleyen yok. Şimdi de Kanal İstanbul tartışılıyor! Tüm bu olumsuz luk seçim sandığını nasıl etkileyecek? Havalimanı ya da Kanal İstanbul gibi projeler, bü tün olarak toplumun yararına olmasa da, birilerinin faydasına olabiliyor. Herkesin bildiği gibi sermaye grupları başta geliyor. Siyasal çevrelerin bu sermaye gruplarıyla yakın temasları var. Dolayısıyla üst düzey siyaset nezdindeki karşılığı bu tür dinamiklere bağlı. Toplumsal alanda ise bu tür büyük projeler eski cazibesini yitirmiş görünüyor. Çünkü yapılanların kimlerin yararına olduğu diğer örneklerde görüldü. Kalkınma, refah, icraat gibi söylemler ise artık eskisi gibi karşılık bulmuyor. Son seçimlerde gerçek sorunlara temas eden somut gündemler yerine, sürekli bir korkubölünme paranoyaları, komplocu söylemler baskın geldi. Çünkü toplumun çoğunluğunu ilgilendiren somut sorunlara karşı gerçek bir siyaset üretilmiyor. Hayat koşulları inanılmaz zorlaştı, istatistiklere yansıyan oranlar bunu açıkça gösteriyor. Sadece faturalar ya da gıda masrafları üzerinden düşünürseniz bile ortada umut vaat eden bir tablo yok, çok geniş bir genç nüfus geleceğe dair büyük bir belirsizlik duygusu yaşıyor. Dolayısıyla çılgın projeler kuru propagandadan öte tartışma gündemi yaratmıyor. Oy oranlarına yansıyacağı düşünülebilir elbette ki, yerel seçimler bu açıdan bariz bir örnek oldu, bütün büyük şehirlerin yönetimleri kaybedildi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle