17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
hafta sonu 924 ŞUBAT 2019 PAZAR VİETNAM’I Tanımak... Tarihi direniş dolu TARİHİNENBÜYÜK KEDİ KÖPEK KATLİAMI İnsanlığın büyük utancı Bir ülke birkaç günlük ziyaret süresince ne kadar tanınabilir? İlk izlenimlerimizi o ülkenin insanlarıyla karşılaşmalarımızdan, onların giyim kuşamlarından, davranışlarından ve ayak bastığımız ilk yerleşim yerlerinde gördüklerimizden ediniriz. Sadece bunlarla yetinerek yazılacak bir gezi yazısı kuşkusuz yüzeysel kalacaktır. Bu izlenimleri merakımız ölçüsünde edindiğimiz bilgilerle karşılaştırıp bir kez daha gözden geçirdikten sonra yazıya döktüğümüzde sanırım daha sağlıklı bir sonuç elde edilecektir. İdollerimizden Ho Chi Minh’in ülkesi Vietnam’ın haritadaki yerini, itiraf ederim ki doğru dürüst bilmiyordum... Uçak dergisindeki haritada Çinhindi (Hindiçin) yarımadasına; batıda boydan boya Kamboçya ve Laos’un, kuzeyde Çin Halk Cumhuriyeti’nin sınırdaşı, doğuda Büyük Okyanus boyunca (kuzeyde genişlese de) ince bir şerit gibi uzanan Vietnam’a gözümü ayırmadan bakıyorum. Tarihinin son birkaç yüzyılında Fransa, Çin, Japonya, Amerika gibi devlere boyun eğmeyip sömürgelik kaderini alt eden bu kahraman ülkenin haritada tuttuğu yerin bunca küçük, gösterişsiz, alçakgönüllü olmasına şaşırmamak elde değil... Günlük yaşama ilk adımlar Hanoi’de kentin günlük yaşamına katılmaya başlarken bir yandan da hızla okumalara ve okuduklarımı irdelemeye koyuldum... Yüzölçümü Türkiye’nin yarısı kadar, nüfusu bizimkiyle başa baş olduğuna göre, büyük şehirlerde büyük yığılmalar olmalı. Fakat hem rakamlar bunu göstermiyor, hem de Hanoi bir metropol görümünde değil. Günlük yaşamın akışı motosiklet ordusu dışında bizim herhangi bir Orta Anadolu şehrindekinden farksız. Küçük dükkânlar. Sokağa taşmış bir yaşam. Fakat sıkıntı vermeyen bir kalabalık. Evler genellikle iki katlı ve ol dukça eski, fakat hiçbiri gecekondu görümünde değil. Bir önceki yazıda sözünü ettiğim eski Hanoi’nin dışında kalan, burjuva denebilecek kesiminin yaşadığı konuk olduğumuz devlet otelinin bulunduğu bölgelerdeki yaşam erken denecek saatte sona eriyor. Gece on bir sonrasında gezindiğim caddelerde açık bir kafeye rastlamadım. Vietnamlı konuşmayı pek sevmiyor. Fakat genç yaşlı, kadın erkek, kibar ve yardımsever, gülümsemeyi bilen insanlar... Sokakta Vietnamca dışında bir başka dil bilen birine rastlamak hemen hemen olanaksız. Vietnamca ÇinTibet dil ailesinden, tek heceli ve ek almayan sözcüklerden oluşan bir dil... Konuşma sırasında Çincede de olduğu gibi zaman zaman ağız dalaşındakine benzer sesler çıkması, bu tek heceli sözcüklerin vurgulamayla farklı anlamlar kazanıyor olmalarının sonucu ol sa gerek... Motosiklet orduları Hanoi sokaklarında, alışık olmadığımız ve bu ölçüde hiçbir yerde karşılaşmadığım şey, motosiklet orduları oldu... İlk başta belki tam farkına varılmıyor; fakat giderek kendinizi bir motosiklet yarış pistinin kenarındaymış gibi hissediyor; küçümsemek için değil fakat göz önüne getirilebilsin diye söylüyorum, kısa aralıklarla dalga dalga gelen bir sinek ya da çekirge sürüsünün hücumuna uğramışlık duygusuna kapılıyorsunuz... Bu motosiklet ordularının sempatik bir yanı olduğu da kuşkusuz. Gözünüzün önünden tek tek kişilerin yanı sıra aileler, şıpıdık terliklerini parmak arasında havalandırarak motosikletin arka koltuğunda oturmakta olan hanımlarla ev içleri de geçiyor. Trafik yavaşladığında yan yana giden motosikletlilerin sohbetleri de oluyor kuşkusuz. Başlı başına bir âlem bu. Fakat bence aşılması gereken bir süreç. Neyle çalıştıklarını bilmiyorum, fakat her durumda hem araç yakıtı hem insan emeği bakımından olağan dışı bir enerji tüketimi... Trafiğe motosikletle çıkmak baharda pek sorun oluşurmuyor belki... Fakat yağmurda, karda, ya da aşırı sıcaklarda böyle bir ulaşım mantıklı görünmüyor. Sosyalist Vietnam’da toplu taşımacılığın gelişmemiş olmasına, Hanoi’de (Saygon’da var mıdır bilmiyorum) hâlâ bir metro bulunmayışına şaşırdığımı söy lemeliyim. Vietnam’ın dünya ölçüsünde büyük bir pirinç ve kahve üreticisi ülke olduğunu bilmiyordum. Pirinç tamam, fakat kahve deyince akla hemen Güney Amerika, Brezilya vb. geldiğinden şaşırdım biraz. Genellikle Ekonomi Önemli maden ve petrol rezervlerine sahip olduğuna, Vietnam ekonomisinin hem tarım hem sanayi alanında hızla geliştiğine ilişkin haberler, yazılar okudum. 1 Amerikan Doları 20’den biraz fazla Vietnam Dong’u ediyorBuradaki para biriminde yüzlü binli haneler geçerli olduğu için kafanızın karıştığı da oluyor. Örneğin, üzerinde 2000 yazan banknotu 20 lira karşılığı olduğunu düşünerek satıcıya uzattığınızda, satıcı eliyle geri çevirip 20.000’lik banknotu işaret ettiğinde azıcık mahcup da oluyorsunuz... Vietnam’da asgari ücreti, ücret düzeyini, dağılımını ve alım gücünü bilmiyorum. Günlük yaşam gereksinimi ürünleri (örneğin meyve vb.) bana pek de ucuz görünmedi. Buna karşılık evsiz barksız görünümlü, yoksul, dilenen kimseye de rastlamadım. Bir sonraki ve son yazıda Vietnam’a geliş nedenim olan şiir festivalinden, Vietnam’ın incisi Ha Long Koyu’ndan (Ha Long Bay), fakat daha da çok Vietnam mucizesinin baş mimarı, kendisi de bir mucize olan Ho Chi Minh’den söz edeceğim... SÜRECEK Dekoratör Victor Hugo Victor Hugo’nun 15 yıllık sürgün hayatını geçirdiği ve her bir detayını kendi tasarladığı evi restore edildi. Hugo, bu evde, büyük eserleri “Sefiller” ile “Deniz İşçileri”ni kaleme almıştı. CEREN ÇIPLAK DRİLLAT Victor Hugo’nun, “Sefiller”, “Deniz İşçileri” gibi şaheserlerini kaleme aldığı, İngiliz adası Guernesey’deki evi restore edildi. Victor Hugo, 1870’e kadar uzanan 15 yıllık sürgün döneminde, “Hauteville House” adlı bu evde yaşıyor. Ve, “Hauteville House”, Hugo’nun, III. Napolyon’a karşı taviz vermeyen siyasi tavrına, halkların özgürlüğü ve idam cezasına karşı mücadelesine tanıklık ediyor. Edebiyat severlerin “tapınak” olarak tanımladığı bu evin özelliği sadece Hugo’nun büyük eserlerini yazdığı ve onun yaşamının 15 yılını ağırlaması değil. Bu ev, Hugo’nun dekoratör yanını da belgeliyor. Hugo, küçük bir İngiliz adasında satın aldığı evin her bir parçasını tasarlıyor ve süslüyor; “Hauteville House”, tamamen Hugo’nun tasarladığı, dekore ettiği bir ev... Bu yüzden, Hugo’nun Hugo, Hauteville’deki evinin önünde. bir diğer olağanüstü şiiri deniliyor. Bu ev, dekoratör Victor Hugo’yu sunuyor bize. İşte bu evin hikâyesi, yazarın, Paris’teki evine konuk oldu! Victor Hugo’nun iç dekorasyon çizimleri, ailesiyle birlikte bahçede, terasta yer aldığı fotoğraflar, tablolar ve kimi eşyalar “Bir Evin Portresi: Victor Hugo, Hauteville Evi, Guernsey” başlıklı sergi kapsamında, yazarın, 18321848 tarihleri arasında yaşadığı, Paris’te Place des Vosges’de bulunan müze evinin ikinci katında, geçici sergi salonunda yer alıyor. Sergide, ayrıca, evin 2017’de başlayan restorasyonunun çeşitli aşamalarını gösteren fotoğraflar da izleyiciye sunuluyor. 15 Nisan’a dek açık kalacak sergi sonrası “Hauteville House” ziyarete açılacak. Victor Hugo gibi büyük yazarların düşünce dünyasına girme arzusu bütün edebiyat severler için kaçınılmaz bir duygudur. İşte bu yüzden, “Hauteville House” bunun için bir kapı olabiliyor. Çünkü, Hugo’nun ellerinden çıkan her detay, ona dair bir referans sunuyor. Hugo’nun nasıl bir yaşam alanına sahip olduğunu görüyorsunuz; dekore ettiği şöminelerin eskizleri ve fotoğrafları, çatıya yaptırdığı camlı seyir odasının fotoğrafları, seçtiği halılar, kumaşlar, tablolar, yazı masası, kütüphanesinin fotoğrafı, el yazma Hugo’nun dekore ettiği şöminelerin eskizleri ve fotoğrafları... sı metinleri... Bir kapı; masaya, sandığa, büfeye veya oturma bankına, iplik makaraları; mumluklara dönüşmüş... Hugo’nun Paris’teki evindeki, “Çin stili salon” da Hugo tarafından tasarlanıyor. Gotik esintili mobilyalara, duvarları kaplayan Çin tarzı paneller ile rafları süsleyen porselenler eşlik ediyor. Ve, bu yolculuğumuz hüzünlü bitiyor. Son kapı, onun hayata veda ettiği yatak odasına açılıyor... Ancak Hugo, bu evde hayata gözlerini yummuyor. Hugo, 22 Mayıs 1885’te Paris’teki diğer evi, Avenue Victor Hugo’da hayata veda ediyor. Ancak torunları, yatak odasını, müzeye dönüştürülen bu eve bağışlıyor. l PARİS MUSTAFA K. ERDEMOL Birkaç gün önce yaşamını yitiren dünyaca ünlü Alman modacı Karl Lagerfeld’in çok sevdiği kedisine miras olarak 3 milyon Avro bıraktığı haberini duydunuz elbette. Herhalde çok kişi abartılı bir tutum olarak değerlendirmiştir modacının tavrını. Hele, onca yoksulluk varken o kadar parayı bir hayır kurumuna vermez mi insan diye düşünen de olmuştur. Tabii, kediye para bırakmanın, kediye para bırakmak olmadığını, söz konusu paranın hayvan hakları için mücadele eden kurumlara ya da hayvan sağlığı ile ilgilenen derneklere verileceğini biliyoruz. Lagerfeld’in tavrı rastlanmadık bir tavır değil. Çok sevdikleri kedilerinin üstüne malını mülkünü geçiren nice insan vardır. Benim bildiklerimden biri Londra’daki Whittington Hospital’dır. Kâğıt üzerindeki sahibi bir kedidir bu hastanenin. Kedinin sahibi böyle olmasını istemiş. Şanslı hayvanlar tabii bu kediler. Sevenleri çok. Edebiyata meraklı olanların adını bildikleri Patricia Highsmith bunların en tuhaflarındandı. Yemeğe çağırdığı misafirlerine etini kedilerine verdiği yemeklerin sadece kemiklerini ikram etmiştir örneğin. Böyle bir kedi sevgisi, vardı yani. Doğru mudur bilmem ama birçok kaynakta rastladığım bir bilgidir; bazı kaynaklar kahve tohumunun Afrika’da yaşayan bir kedi türü olan Zibet’in dışkılığından alındığını belirtir. Kahve çekirdeklerini yiyen bu kedinin dışkılığından “dünyanın en pahalı kahvesi” çıkar deniliyor. Tatmadığım için bilemiyorum tabii lezzetli olup olmadığını. Ama kedi en olmadık yerlerde “parçamız” olmuş güzel bir hayvan görüldüğü gibi. Taylor’dan kedisine mektup Ünlü Holywood yıldızı Elizabeth Taylor tüm hayvanları severdi ama kedilere ayrı bir düş Ünlü modacı Karl Lagerfeld, çok sevdiği kedisine miras olarak 3 milyon Avro bıraktı künlüğü vardı derler. Yine çok ünlü (genç yaşta ölmüş olan) bir başka Holywood yıldızı James Dean’e hediye ettiği yavru kedi kaybolunca karalar bağlamıştır. Sonu “lütfen geri dön” çığlığıyla biten bir mektup yazmıştır ki kedisine yürek sızlatır cinsten. Bizim de yakından bildiğimiz ünlü hemşire Florence Nightingale çok yalnız bir insandı, belki de kedi düşkünlüğünün nedeni budur. Ömrü boyunca çok sayıda kedisi olduğu bilinir. Ernest Hemingway de bir kedi delisiydi. Bir denizci dostunun ona hediye ettiği altı parmaklı bir kedisi vardı, Florida’daki Hemingway Müzesi’nde bu kedinin soyundan gelen kediler bulunuyor. Cambridge’deki odasında çalışırken içeriye girmeye çalışan kedinin sesinden rahatsız olmasaydı kapılara bir “kedi kapısı” açmayı akıl etmeyecekti büyük bilgin İsaac Newton. Bronte kardeşler de kedileri çok severlerdi. Emily Bronte kedilerin insanlardan daha dürüst olduğunu bile yazmıştır birkaç kez. Edgar Alan Poe da kedi tutkunuydu, bu sevgisini bilenler onu “sevgi dolu bir kedi babası” olarak tanımlarlar. Bazı veteriner klinikleri, sahipleri tarafından kendilerine getirilen hayvanları ‘insancıl’ yöntemlerle öldürmeyi vaat ediyordu. Gelelim kedi köpek katliamlarına... Bunlar iyi, güzel de her zaman bu kadar şanslı olmadılar bu sevimli hayvanlar. Ne yazık ki Avrupa’da büyük ama çok büyük kıyımlara kurban gittiler. En bilineni, malum, 1730’lu yıllarda Paris’te, bir grup matbaa çalışanın başını çektiği kedi katliamıydı. Sapkın bir tarikatın mensubu olan söz konusu işçilerin bir ritüel olarak başlattıkları katliamda kediler akıl almaz işkenceler sonucu öldürülmüşlerdi. 18. yüzyıl Fransası’nın yüz karası bir vahşettir bu. Hadi bu on sekizinci yüzyılda oldu, ya “modern zaman”da, yani 1939’da İngilizlerin kedi köpek katliamına ne demeli? Tarihin en büyük “evcil hayvan soykırımı”dır bu. (Şöyle bir kitap var, İngilizcesi olanlara öneririm “The British Cat and Dog Massacre: The Real Story of World War Two’s Unknown Tragedy”). Savaş kıtlık getirecek diyerek aç kalma korkusundan ya da öleceklerse kendi ellerimle öldüreyim diye düşündüklerinden binlerce İngiliz evcil hayvanla rını katletti. Sayının 750 bin olduğu söylenir. Savaşın ilan edildiği ilk hafta boyunca sadece Londra’da 400.000 ile 600 bin arasında evcil hayvanın öldürüldüğü tahmin ediliyor. Bu evcil hayvan soykırımına direnen, hayvanları ölümden kurtarmak için çırpınan kişiler, kurumlar da vardı elbette. Veteriner hekimlerin çoğu bu katliamı durdurmaya çalıştı; başta Battersea Kedi ve Köpek Barınağı ya da Wood Green Hayvan Barınağı gibi kurumlar ellerinden gelen çabayı esirgemediler. 140 binden fazla hayvanı ölümden kurtarabildiler. Hayvan sevgisi konusunda çok iddialı olan İngilizlerin tarihinin en tuhaf (kuşkusuz korkunç ve çok acı) sayfasıdır bu. İnsanoğlu / kızının nasıl aklını yitirip, delice vahşilikler yapabildiğinin örneklerindendir de. Bu yüzden Lagerfeld gibilerin çok abartılı görünen (kediye miras bırakmak türü) tavırları bana hiç de abartılı ya da tuhaf gelmez. İnsanoğu / kızının bu güzel dostlarımıza çektirdikleri acının yanında bu kadarcık paranın da lafı olmaz ayrıca. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle