17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
12 24 ŞUBAT 2019 PAZAR Aşk ve iktidar ARKUN DEMİROĞLU Monako’da mimozaların zamanı... Şubat ayıyla birlikte açan mimozalar kendini her gün gösteren güneşin altında parlıyorlar. Çok erken gelen bahar, kış günlerinin yalancısı. Opera sezonunun büyük merakla beklenen olayı ise cuma akşamı gerçekleşen Handel’in “Ariodante” operasının galasıydı. Dört saat yirmi dakika süreceği belirtilen opera için bütün yerler aylar öncesinden satılmış. Londra’da Covent Garden’da 1735 yılında ilk kez sahnelenen opera, Monako tarihinde ilk kez bu cuma akşamı MonteCarlo Operası’nın görkemli salonu Palais Garnier’de seyircilerle buluştu. Monakoluların bu operaya olağanüstü ilgi göstermelerinin ilk sebebi dünyanın en ünlü ve en başarılı mezzosopranolarından Cecilia Bartoli’nin “Ariodante”yle yeniden sahneye çıkıyor olması. Bartoli sadece İtalya’nın değil, bütün opera dünyasının en çok sevdiği sopranoların başında geliyor. Monako Prensliği küçük bir yer olmasına rağmen opera dünyasının en büyük sanatçıları her sezon bu sahneye çıkmak için birbirleriyle yarışıyor ve prensliğin yolunu tutuyorlar. Cecilia Bartoli’nin Monako’yla gönül bağı ise diğer sanatçıların prenslikle ilişkilerinden bir adım daha ötede. Son yıllarda Cecilia Bartoli her sezon MonteCarlo Operası’nda sahneye çıkmaya başladı. Bununla da yetinmeyen sanatçı saray için özel oluşturduğu barok orkestra ‘Les Musiciens du Prince’ (Prensin Müzisyenleri) ile sadece Monako’da değil, dünyanın birçok ülkesinde konserler veriyor artık. 10 yıldır Carnegie Hall’da, 20 yıldır da Metropolitan Operası’nda sahneye çıkmayan Bartoli’yi New Yorklular da, İstanbullu opera severler de hasretle beklemeye devam ediyorlar. İlk kez 2017’de İtalyanlar ise biraz daha şanslı. Milano’da La Scala’da yeniden sahneye çıkmayı kabul eden mezzo soprano, efsane salonda üç yıl üç barok eserle sahne alacağını açıkladı geçtiğimiz günlerde. Monako’da cuma akşamı izlediğimiz “Ariodante” için İtalyan sanatseverler 2021 yılını beklemek zorundalar. Handel’in “Ariodante” operasıyla 2017 yılında ilk kez Salzburg Festivali’nde sahneye çıkan Cecilia Bartoli, eseri bu kez Opera sezonunun büyük merakla beklenen olayı ise cuma akşamı gerçekleşen Handel’in “Ariodante” operasının galasıydı. Dört saat yirmi dakika süreceği belirtilen opera için bütün yerler aylar öncesinden satılmıştı... MonteCarlo Operası’nda Prensin Müzisyenleri’yle sahneye taşıdı. Orkestranın yönetimi yine başarılı şef Gianluca Capuano’daydı. Bu akşam bir erkek rolünde sakallı bir Cecilia Bartoli, Ariodante rolünü canlandırmak için sahnedeydi. Bir kastrato için yazılan bu zor travesti rolünün altından başarıyla kalkan Bartoli’ye sahnede Kathryn Lewek, Christophe Dumaux, Norman Reinhardt, Peter Kalman, Kristofer Lundin’le günümüzün yükselen sopranolarından Sandrine Piau eşlik ettiler. Dalinda rolüyle izleme şansını bulduğumuz Piau geçen yıl “Chimere” albümüyle büyük bir başarı yakaladı ve albüm Classica ve Diapason dergileri tarafından yılın en iyi albümleri arasında gösterildi. Cecilia Bartoli’nin yıl sonu çıkan “Vivaldi” albümü de eleştirmenler tarafından son yılların en iyi Vivaldi yorumlarından biri olarak tanımlanmıştı. Dolayısıyla iki sopranonun aynı sahneyi paylaşması sanatseverler için güzel bir hediye. “Ariodante”, Georg Friedrich Handel’in en ünlü, ya da en çok sahnelenen operalarından biri değil. Üç perdelik opera zamanının ünlü dansçısı Marie Salle ve grubunun dans edebilmesi düşünülerek tasarlanmış. Opera sahnesinde her perde kapanmadan küçük birer dans gösterisi izliyoruz. Ortaçağ İskoçyası’nda geçen operada kralın kızı Ginevra, şöval ye Prens Ariodante’ye aşık oluyor. Kendisini platonik bir aşkla seven Polinesso’nun ihanetiyle sarsılan genç kadın ve sevgilisi Ariodante işte bu andan itibaren hayatlarını ve birbirlerini kaybetme tehlikesini yaşamaya başlıyorlar. Her şeyden önce kuvvet, iktidar, gurur ve ihtirası bütün çıplaklığıyla gözler önüne saran bu opera derinliği olan bir yapıt. Usta işi mizansen Cecilia Bartoli de bu operadaki karakterlerde bir derinlik olduğuna inanıyor ve “Ariodante”nin her şarkıcı için çok güzel aryalar sunan, zengin bir başyapıt olduğunu düşünüyor. Bartoli, Piau ve Kathryn Lewek bu aryaları o kadar güzel yorumluyorlar ki, her biri sahnede ayrı ayrı parlıyorlar. Lewek’in aşk acısı çektiği andan itibaren verdiği performans sırasında salonda çıt çıkmıyor. Müziğin güzelliği, sanatçıların başarılı yorumları ve Christof Loy’un usta işi mizanseniyle bu uzun operada zamanın nasıl geçtiğinin farkına varılmıyor. İkinci perdenin açılmasıyla yeniden sahneye çıkan ve Polinesso’yu canlandıran Christophe Dumaux’yu gören bir arka sıramdaki bir hanım, “Ah questo cattivo!” demekten kendini alamıyor. Kontrtenor Dumaux bu ‘kötü adam’ı o kadar güzel, o kadar lezzetli oynuyor, aryalarını o kadar güzel yorumluyor ki, seyirciler kendilerini her an oyunun bir parçası, tehlikelerin bir tarafı olarak gör meye başlıyorlar. Elli iki yaşındaki Cecilia Barto li sesinin o duru güzelliğiyle seyircileri bir kez daha mest ediyor. Oyunculuğu ve sempatik tavırlarıyla gönülleri fetheden Bartoli özellikle Ariodante’nin kalbinin kırıldığı anlarda seyircilerin de yüreklerini sızlatmayı başarıyor. Woolf’tan alıntı 1735 yılında yazılan bu operanın en başlangıcında duyduğumuz sözler büyük yazar Virginia Woolf’un 1928 yılı romanı “Orlando”dan alıntı... Cinsiyetini bir erkekten kadına çeviren bir şairin hikâyesini anlatan “Orlando” gibi “Ariodante”de de cinsiyet değişebiliyor. Dansçıları da izlediğimiz zaman hangilerinin kadın, hangilerinin erkek olduklarını ilk anda çıkartamayabiliyoruz. Özgürlüklerin dünyanın dört bir yanında kısıtlanmaya başladığı bu dünyada “Ariodante” operası, 2019 yılında önemli olanın hırsların, ihtirasların değil, sevgi ve aşkın olduğunu anlatıyor. Önemli olanın birbirini taşımak olduğunu görüyoruz sahnede; hem aryalarda, hem dans hareketlerinde birbirini taşımanın önemi, güzelliği seyircileri etkiliyor. 28 Şubat tarihine kadar MonteCarlo operasında sahnelenecek olan “Ariodante” sezonun olay operası ve cuma gecesi Monakoluların ayakta alkışladıkları opera kolay kolay unutulmayacak operalardan biri... hafta sonu Konyaaltı’ndaki Antalya Aquarium’da köpekbalıklarıyla dolu, 8 milyon litrelik cam tünelden geçen bisikletçilerin görüntüleri dünya basınında büyük ilgi uyandırdı. Akvaryumdan geçen bisiklet Dünya, 21 ülkeden 168 bisikletçinin yarıştığı Tour of Antalya’yı izledi SAMİ GÜREL Pergamon Kralı Attalos’un, ‘yeryüzündeki cennet’ olarak adlandırdığı Antalya’da, tarih binlerce yıl sonra yeniden canlandı. Bisiklet dünyasının en önemli isimlerini bir araya getiren ve bu yıl ikincisi düzenlenen Tour of Antalya powered by AKRA, 21 ülkeden 168 sporcuyu ağırlarken dünyanın gözü 4 gün boyunca Antalya’ya çevrildi. Birbirinden etkileyici etaplardan geçen ‘Pedalların Efendileri’ , izleyenleri geçmişten günümüze adeta bir zaman yolculuğuna çıkardı. Türkiye’nin en önemli doğa harikalarından olan Köprülü Kanyon’dan start alan yarışçılar, ilk çağın önemli ticaret kentlerinden Aspendos Antik kentinden geçerek asırlara meydan okuyan Aspendos Tiyatrosu’na ulaştı. İsmini dünyaya duyurmak için ‘2019 Aspendos Yılı’ ilan edilen Antalya’da yıldız bisikletçiler, Aspendos’un antik su kemerleri arasında pedal çevirerek nefesleri kesti. Antalya’dan Kemer’e uzanan 111 km’lik ikinci etabıyla Tour of Antalya, dünyada bir ilke imza atarak bisiklet yarışı tarihine adını yazdırdı. Konyaaltı’ndaki Antalya Aquarium’da köpekbalıklarıyla dolu, 8 milyon litrelik cam tünelden geçen bisikletçilerin görüntüleri dünya basınında büyük ilgi uyandırdı. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne aday olan, Pamfilya bölgesinin başkenti Perge Antik Kenti’nde başlayan 3. etapta, ‘pe dalların efendileri’ antik dönemin en büyük stadyumlarından birisi olan Perge Antik Stadyumu’nda turladı. Kurşunlu Şelalesi’nin etrafından geçerek Toroslara bağlı Güllük Dağı’nın 1050 metre yükseklikteki zirvesindeki Termessos Antik Kenti’nde finişi gören sporcular dünyada eşine rastlanmayan bir manzaraya tanıklık etti. ‘Tarihi’ podyum Tour of Antalya’yı benzersiz kılan bir başka özellik de finalde ön plana çıkacak. Tırmanma etabı ve Termessos Antik Kenti’nde sona erecek olan yarışın ödül töreni antik yapılar içerisinde düzenlenecek. Podyumun kurulmayacağı ödül töreni, tarihi kemerlerin altında gerçekleşecek ve 21 ülkeden Antalya’ya gelen bisikletçiler böylece iki bin yılın ötesine tarihe yolculuk edecek. İki kez dünya şampiyonluğu yaşayarak Avrupa’nın bisiklet sporundaki fenomen ismi olan Mathieu Van Der Poel, Tour of Antalya’nın kendisi için büyük bir deneyim olduğunu söyledi. Poel, 6 yaşından bu yana bisiklete bindiğini anlatırken “Bisiklete binmek adeta benim vücudumun bir parçası” dedi. Araç ehliyeti olmasına karşın normal hayatında da bisikleti tercih ettiğini belirten sporcu, “Kendimi bisiklette daha güvende hissediyorum” diye konuştu. Belçikalı Corendon Circua adına yarışan Poel, takımın 4 yıldır ana sponsorluğunu üstlenen Corendon Turizm Grubu’nun desteğiyle büyük başarılara imza atacaklarını da belirtti. 1 Haftanın ilk günü Onur Behramoğlu ile söyleştik. Beyaz yakalı olarak, o çevreyi gözlemek şaire iyi gelmiş bence. Şiirsiz toplumun kendini nasıl savunacağına dair akıl yürüttük. Artık sosyal medya, çoğu yalan yanlış dizelerle, her duyguyu sıradanlaştıran şiirlerle(!) dolu. Kendine şair diyen duygu esnafını kenara koyuyorum, bir de popüler kültürün yarattığı, ucuz başlıklara indirgenmiş yeni edebiyat(!) var. Kimi buna “sokak edebiyatı” diyor, bana kalırsa açık lümpenlik. Üstelik derinlemesine okumaya engel bu slogancı dergiler. Turgut Uyar, Cemal Süreya, Can Yücel fotoğraflarıyla kapak yapılıyor, iki satır yazıyla sunuluyor okura. Hevesli genç orada tanıtılan kişiyi gerçek sayıyor, öyle ki, internetten doğrudan alınan yanlış dizeler, bu yolla kitleselleşiyor. Bu dergiler yanlışı yaymakta öncü! Çok tuhaf. Artık elek yok, sağlıklı eleştiri çoktan yitti. Bir avuç edebiyat okuru kaldık birbirimize! Sosyal medyanın edebiyat düşmanlığı tehlikeli halde. Uzun tasvirlerle, garip sözcüklerle bezenmiş gazete metinleri paylaşım rekoru kırıyor. Ustalarımızın bize verdiği öğütlere ne oldu? Hoş o metinleri yazan da, okuyan da sanırım ustalardan habersiz... Tahsin Yücel’i yine andım. Bir söyleşimizde “Yalın yazmak güç olandır” demişti. Ömrünü yalın, sade yazabilen biri olmak için harcamıştı Tahsin Hoca! Gençlerin cep telefonuyla kurdukları ilişki, derinlemesine düşünmeyi engelliyor. Her şey hemen olup bitsin istiyorlar. Oysa edebiyat yavaşlık ister. Düşünmeye, haz duymaya zaman kalmalı... 2 ‘Ozan Arif’ öldü. Ülkücü camia hayli kederlendi. Ozan Arif kimdir? Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Hrant Dink’in ardından sövgüler düzen biri. Türkçü(!) Bence herhangi biri için bu dizeleri(!) yazan kimse, kendi ırkını da sevemez ya, neyse. Bu arada nasıl tehlikeli sınırlarda dolaştığımızı da gördük. Ülke tepeden aşağı nefret diliyle konuşuyor. Milliyetçilik, kaçınılmaz biçimde ırkçılığa doğru yol alıyor. O gelenekten yeşeren Ankara CHP adayı Mansur Yavaş hemen üzüntüsünü dile getirdi, sosyal medyadan paylaşım yaptı. Kabaca dedi ki: Ustalarımızın bize verdiği öğütlere ne oldu? Jack London yayıncılardan 650 ret mektubu almış... “Türk şiirinin büyük ozanı öldü.” Ozan Arif’in yazdıklarını kenara koysak bile ki imkânsız bu, şairliği için ne diyeceğiz peki? Onur Behramoğlu dayanamadı: “Türk şiirinde Ozan Arif diye bir şair yoktur” diye yazdı. Haklı Onur... Üzerine Kılıçdaroğlu, Pir Sultan’la Ozan Arif’i eşitleyerek tüy dikti. Anlaşılan o ki ülkede şiirsizlik ittifakı çoktan iktidar olmuş! Kılıçdaroğlu danışmanlarına sorsaydı; “Kime şair denir?” diye, mutlaka bilen çıkardı... Yavaş kazanınca Ankaralılar “Ozan Arif Günleri”ne hazır olsun, seneye anması var! Özhaseki kazanırsa da çaktırmadan “Şair Fetullah Gülen günleri” yaparsa şaşırmam ya, neyse... 3 Tüm hafta yollarda, otel odalarında geçiyor. Yazarların tuhaflıkları üstüne dü şünürüm sıkça. Yazarlık/okur luk üstüne kalem oynatmayı se viyorum. Severek okumadığım, me rakıma yenik düştüğüm için de elim den bırakamadığım “Sıradışı Yazar lar” kitabını bitirdim. Türlü türlü yön temleri var yazarların. Kimi karanlıkta, sadece sayfa sını aydınlatan loş ışıkta yazı yor; kimi ban yoda, küvette geçiriyor saat lerini; bazısı He mingway gibi ayakta yazmak tan hoşlanıyor. Bu arada Jack London’un eserlerini gönderdiği yayın Jack London cılardan 650 ret mektubu aldığını öğ rendim mesela. Şimdilerde yayın cı bulamayanlar, bastırıp parayı kitap yapıyorlar yazdıklarına. Oysa yayıne vi damgası bir tür onaydır. Eğer cid di yayın yönetmenleri varsa, editörler hassassa bu yazara güç verir. Şimdi yayın piyasası bu güçten uzak gerçi... Ferhan Şensoy’un “Oteller Kitabı” geldi aklıma. Bir ara tiyatro yapmak için uzun süre kaldığım Ankara’da otel odasında yaşar olmuştum. Dışardan bakınca konforlu, kolay yaşam gibi görünüyor ama bana göre değil. İnsanın evi olmalı. Hoş bu satırlar otel odasında yazılıyor, o ayrı... 4 Adana’da eczacılara konuşma yaptım ilk gün. Akşam kebap yemeye davet ettiler, yörenin güzel bir lokantasında ağırladılar. “Sıra Gecesi”ne ilk kez tanık oldum. Gürültülü müzik eşliğinde millet kendinden geçmiş garip beden hareketleriyle dans ediyordu. Sessiz köşeye geçtik, bir ara kulak misafiri oldum, davullu zurnalı “İzmir Marşı” çalmaya başladı. Ahali son derece mutlu, haykırarak marşı söyledi ve yine benzer hareketlerle oynamaya devam ettiler! Şaşırdım kaldım... Ertesi sabah bir video gördüm, bu kez “İzmir Marşı” İstanbul adayı Binali Yıldırım’a uyarlanmış biçimde mehter takımınca çalınıyor. Memleketi neresinden tutsak elinde kalıyor. “Mustafa Kemal Ticaretinde Bugün” diye köşe yapmak lazım gazetelerde, her gün bu durumu suiistimal edenler teşhir edilmeli... 5 Sabah gazetesi yazarı Salih Tuna iki gün köşesini bana ayırdı. Timur Selçuk eleştirimi eleştirmiş, bir de Sabah’a “kâğıt tomarı” dememe kızmış. Önce yanıt vermeyecektim, mecbur kaldım. Tuna ile Ka naltürk zamanı dört konuklu program yapıyorduk. Ümit Zileli, ROK, bir ara Taha Akyol’un oğlu, Tuna ve ben. Davutoğlu dışişleri bakanı olduğunda ben “Tarihin en kötü bakanı” dedim yayında. Salih reklam arasında “haklısın” dedi. Suriye meselesinde iktidarın yanlış yaptığını biliyordu da, açıktan söyleyemedi bir süre. Yalnız hakkını yemeyeyim, ilk günden FETÖ’nün farkındaydı. Hatta “AKP ayrı, Erdoğan ayrı” derdi. Ben fark nedir bilmiyorum ama “o halde tanıştır da anlayalım” demişim, öyle yazdı. Yalnız köşesinde öyle söyledi ki bunu, sanki ben RTE ile özel ilişki kurmak istermişim gibi... Telefon açtım söyledim. “Ben hak yemem, doğru söylüyorsun” dedi. Bir hak teslimi daha yaptı: Gezi zamanı yayına gelmişti ve orada yabancı basının kışkırtıcı rolünden söz ediyordu. Ben Gezi’nin tertemiz süreç olduğunu söyledim ve ekrandan, üstelik CNN TÜRK ekranından esas CNN’e sert sövmüştüm. “Hem antiemperyalist, hem antikapitalist olmak zorundayız” diyerek, tanığım, dedi Tuna! Uğur Dündar Yılmaz Özdil 6 Tuna üst üste yazınca, birbirimizi anlamak için iki kez telefonda konuştuk. Dedi ki: “Sen insanların Sabah’a söyleşi vermesine niye kızıyorsun, eskiden kutuplaşmaya karşıydın.” Dedim ki: “Sabah’a konuşan sola, sosyalistlere küfür ediyor. Bunu yapana saygı duymam!” Basın özgürlüğü meselesi uzun konu. “Yandaş”, “Havuz” kavramları du rup dururken mi çıktı? Ben Tuna’yı Halk TV’ye, yüz yüze konuşmaya davet ettim, yanıtını bekliyorum. Yazısının bir yerinde benim “Atatürk Tacirleri” tarifimden Yılmaz Özdil ve Uğur Dündar’ı kastettiğim sonucunu çıkarmış. Tuhaf, eğer birinden söz ediyorsam adını açıkça veririm. Özdil’in kitabı hakkında yazdım da. Her yapıt, yazar eleştiriye açık olmalıdır. Uğur Dündar hakkında bir cümle etmişliğim yok. Sordum: “Uğur Dündar’la beni niye karşı karşıya getirmek istiyorsun?” diye. Dedi ki: “Öyle bir niyetim yok, ironi yaptım.” Ben anlamamışım, eminim Uğur Dündar doğru anlamıştır... Yine de not koyayım... 7 Yoldaşlarla Adana’da kahve söyleşisine katıldım. Hafta içi olmasına karşın ka dınlı, erkekli dostlar toplan mış. Ardı ardına geniz yakan, buruk, lezzetli çayları yuvarladık, dert leştik. Yoksul, farklı inanç gruplarının yan yana ya şadığı, mahal le kültürünün, hukukunun ko runduğu semt te dinledim her birini. Hemen hepsi seçim güvenliğinden kaygılı. CHP’li olanların bazı sı “Bugünlerde partiyi yıprata Zeydan Karalar cak eleştiri ya pılmamalı” diyor. Belli ki Zeydan Ka ralar çok seviliyor ve seçimi alacağı na inanç tam. Yerel seçimlerde aday ların kimliği önemli. Geçen sefer yanlış tercihten kenti MHP’ye kaptırdıklarına vurgu yaptılar. İşsizlik büyük sorun. İktisadi açmaz keskin. Gericiliğe, keyfiyete isyan ha linde insanlar. Belli ki baskı düzeni bu rada yoğun hissediliyor. Gettolaşma nın ne denli derin sorunlar doğuracağını gördüm. Akşam “Nereden Nereye” için sahnedeydik, sabah Mersin yolu... C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle