19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Pazar 4 Mart 2018 12 yorum TASARIM: SERPİL ÜNAY ‘Affet beni oğlum, 18 bin liram yoktu!’ Acılı anne, tabuda sarılmış oğlundan özür diliyordu: “Affet beni oğlum, 18 bin liram yoktu. Affet oğlum!” Baştan söyleyeyim, bu ülkede her erkek çocuk eğer fakir bir ailede doğmuşsa, asker doğmuştur. Yirmi yaşına geldiğinde onu ailesi ve komşuları şenliklerle uğurlar ve hep birlikte bağırırlar: “En büyük asker bizim asker!” diye. İşte tam o anda, oğlu asker olan annenin yüreğine, bir ateş düşer. Ateş öyle yakıcıdır ki, anne oğluna sarılırken içinden bildiği bütün duaları defalarca okur, Rabbine yalvarır, oğlu sağ salim geri dönsün, diye. Sadece anneler mi, nişanlısını askere uğurlayan kızlar kimselere görünmeden gözyaşlarına boğulurlar. Çünkü bütün tantanaya, havalara kaldırıp omuzlarda taşınmaya rağmen, canlarını ölüme yolladıklarını ezbere bilirler. Yoksul semtlerde oturan Türkiye ahalisi mutlaka ya bir şehit ailesine taziyeye gitmiştir ya da kendi ailesinde bir şehit ya da kazayla ölmüş bir er bulunur. Bir zaman sonra, otogarda kalabalığın “en büyük bizim asker, başka büyük yok!” nidalarıyla uğurladığı birinin cenazesi gelir ve kalabalık gene bağırır. “Şehitler ölmez vatan bölünmez!” Anneler, babalar sessizce “vatan sağ olsun” der. Sormazlar, neden benim oğlum öldü? Neden başkalarının çocuğu 18 bin lira ödeyip bir gün bile askerlik yapmadan teskere aldı? Sormazlar, tıpkı madenlerde neden kaza olduğunu ve yüzlerce insanın öldüğünü sormadıkları gibi. Neden çocuklarının pahalı okullara gidemeyip anca imam hatibe mecbur kaldığını sormadıkları gibi. Yoksul bir Kürt’le yoksul bir Türk’ün daha doğuştan kaybedenler olduğunu sormadıkları gibi. Sabahtan akşama kadar öldürücü sıcakta meyve toplayıp neden 30 lira aldıklarını sormadıkları gibi. Neden evlerinin bir göz oda olduğunu sormadıkları gibi. 18 bin lirası olanların neden iki çocuktan fazla yapmadıklarını sormadıkları gibi. Neden evde sadece bulgur ve yoğurt yediklerini sormadıkları gibi. Onların adı yoksullardır ve ne yazık ki, öğrenilmiş bir çaresizlikle sadece tanrının bütün bu adaletsizliği göreceğini ve onları cennetiyle ödüllendireceğine inanırlar. Ama tanrı onları görmez. Tanrı zenginleri sever. Onların çocukları sınır boylarında ölmez! Onların çocukları şehit olmaz! Onların çocukları sokaklarda dilenmez! Onların çocukları sokak köşelerinde tiner koklamaz! Onların çocuklarının karanlık sinemalarda ırzına geçilmez! Karıları E 5 yolunda müşteri beklemeye çıkmaz! Kızları fahişe olmaz! Tanrı onlara iyi okullar sunar, tanrı onlara iyi kariyerler sunar, Tanrı onlara yatlar, katlar sunar. Tanrı onlara dünyada bir cennet sunar. Onlar öbür dünyayı beklemezler! Cennette ödüllendirileceklerini düşünenler, gerçeği söyleyenleri de pek sevmezler! “Bu HES’ler senin derelerini kurutacak” denildiğinde söyleyen kişiye şüpheyle bakarlar, “bize iş sahası açacaklar” derler. Sonunda dereler kurur ve “vay biz ne yaptık” diye dövünürler, ancak o zaman kendilerine gerçekleri söyleyenlere güvenmeye başlarlar. Ama çok geç olmuştur, ormanlar kesilmiş, dereler kurumuş ve termik santrallar çoluk çocuk çok can almıştır. Cennette ödüllendirileceklerini düşünenler, zenginlerin kestiği ama esaslı parçalarını kendilerine ayırdıkları kurbanın üç kuruşluk eti kendilerine düştüğünde bir sevinirler, bir sevinirler. Kurbanı kesene kurban olurlar. Mitinglerde dağıtılan üç kuruşluk yemeği nimetten sayarlar ve sahibine oylarını teslim ederler. Bir gün olsun şu soruyu sormazlar: “Neden ben böyle yoksulum?” Çünkü Tanrı’nın kendisini böyle yarattığına inanırlar. Birileri itiraz etse, “biz neden yoksuluz” diye, başkaldırsa, yanıtları hemen hazırdır bu nedenle: “Beş parmağın beşi bir olmaz” ve “Koç’un çok parası vardı ama istediğini yiyemiyordu” sözünü dillerine pelesenk etmişlerdir. Asgari ücretli işlerine sımsıkı yapışırlar, uğruna en yakın arkadaşlarını bile hiçe sayabilirler. Sendikacılar, solcular onlar için uzak durulması gereken tehlikeli tiplerdir. Tersanelerde, inşaatlarda ölen arkadaşları için üzülürler ama “kader” deyip geçerler. Ve bir şehit annesi “Oğlum beni affet. 18 bin liram yoktu” diyerek, oğlundan özür diler. Not: Bu yazıyı daha önce de yayımladım. Gelen sayısı doğru mudur bilmediğimiz şehit haberleri üstüne gene yayımlıyorum. 4 MART 2018 SAYI: 33751 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay Genel Yayın Yönetmeni MURAT SABUNCU Yazıişleri Müdürü Yazıişleri Müdürü (Sorumlu) Haber Koordinatörü Bülent Özdoğan Faruk Eren Aykut Küçükkaya Reklam Direktörü Deniz Tufan Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel l Görsel Yönetmen: Hakan Akarsu l Ekonomi: Olcay Büyüktaş l Dış Haberler: Mine Esen l Spor: Arif Kızılyalın l Gece: Ayça Bilgin Demir l Yurt Haberler: Selin Görgüner l Fotoğraf: Uğur Demir l Düzeltme: Mustafa Çolak Web Koordinatörü: Oğuz Güven [email protected] Ankara Temsilcisi: Erdem Gül Güvenevler Mah. Güneş Cad. No: 8/1 Çankaya 06690 Ankara Tel: (0312) 442 30 50 İzmir Reklam Tel: (0232) 441 12 20 0530 430 74 17 Okur Temsilcisi: Güray Öz [email protected] Yayın Kurulu: Orhan Erinç (Başkan), Güray Öz (Bşk. Yrd.), Ali Sirmen, Hikmet Çetinkaya, Emre Kongar, Şükran Soner, Hakan Kara. l Muhasebe Müdürü: Günseli Özaltay l Satış Dağıtım Müdürü: Tunca Çinkaya Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: [email protected] Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: [email protected] Yaygın süreli yayın Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul Cumhuriyet’te yer alan haber, yazı ve fotoğrafların yeniden yayım hakkı saklı tutulmuştur. İzin alınmadan ve kaynak göstermeksizin yayımlamak Basın Kanunu gereğince hukuki ve cezai yaptırıma tabidir. İstanbul Ankara İzmir İmsak 06:03 05:48 06:12 NAMAZ VAKİTLERİ Güneş Öğle İkindi 07:27 13:22 16:30 07:11 13:06 16:16 07:33 13:29 16:40 Akşam 19:05 18:50 19:14 Yatsı 20:23 20:07 20:29 Türkiye, her alanda yalana dayalı bir zaman dilimini yaşıyor. Sahtecilik, yargıdan eğitime, politikadan medyaya ve hatta edebiyata yayıldı; yalancı gazeteci, yalancı yazarlardan profesör unvanı taşıyan soytarılara kadar, toplumsal yaşamın her katmanını sardı.    Doğu kültürlerinde ortak bir kanı vardır: Kırk kez söylenen bir yalanın gerçekleşeceğine inanılır. Çünkü oral (sözlü) gelenekte yalan da, gerçek de nasılsa sözden ibarettir, sözün biri uçar, öteki konar… Türkiye’ye şaibeli seçimler ve mühürsüz oylarla el koyan zihniyet, işte bu uçucu geleneğe güvenerek tarihi de tahrif ediyor. Osmanlı’nın yenilgisini zafer, Türkiye Cumhuriyeti’nin zaferini yenilgi diye yutturmaya çalışıyor. Ve tabii çapsız, omurgasız son halifeleri; özellikle de Abdülhamit’i kahramanlaştırıyorlar.  Dine dayalı olduğunu iddia eden ve sonunda iktidar olan siyasal zihniyetin Erbakan’dan beri süren Abdülhamit hayranlığının bir açıklaması var. Abdülhamit, bu zihniyetin sadece fikir babası değil. Aşağıdaki gerçek tarihi okuyunca, yasakçılığından yolsuzluğuna, tüccarlığından ticaniliğine günümüz muktedirlerini bire bir temsil ettiğini göreceksiniz.  Abdül, kul demek. Hamit de şükreden.  Suyun başını tutup hep bana, hep bize ilahileriyle nemalananlar elbette abdüller, elbette hamitler… Ama tarihi, ancak yarattıkları ve besledikleri cühelaya pazarlayacak kadar cahiller. Ötesine geçemez, dünyayı ikna edemezlar. Çünkü akla dayalı toplumlar, sözlü değil yazılı gelenekten geliyor. El oğlunun arşivleri var, kanıta dayalı yazıyor tarihi. Tarihi TV dizilerinden öğrenenleri de dış politikadan savaş alanlarına, suya götürüp susuz getiriyor, tabii…   Robert Mantran yönetiminde bir grup tarihçinin hazırlayıp yayımladığı Osmanlı Tarihi * kitabında, bakın Abdülhamit nasıl anlatılıyor:                                      ***                                         Abdüller ve hamitleri Abdülhamit, Kadiri tarikatındandı. Saltanat biçimini ‘Tanzimat’ anlayışından ayıran en önemli özellik, İslam dininin devlet politikasının merkezine oturtulması oldu. Kızıl Sultan’ın tahta geçişiyle saraya ‘seyyid’, ‘hoca’ ve ‘molla’lar dolduruldu. Daha çok cami yapımına hız verildi, okul programlarındaki din dersleri arttırıldı. Osmanlı’nın gücünü İslamiyet çerçevesinde pekiştirmek isteyen Abdülhamit; Cezayir, Mısır, Hindistan ve Çin Müslümanlarına özel elçiler gönderdi. Bu elçileri özellikle Rifai ve Kadiri tarikat müritleri arasından seçti.  Saraydaki tarikatçıların en önemlisi de zaten, Suriye asıllı “Osmanlı Rasputin’i”, Rifai tarikatından Şeyh Ebülhüda idi. Sade bir yaşam sürer gibi görünen Abdülhamit, sultanlığı sırasında görkemli bir servet toplamıştı. Bu serveti, Osmanlı topraklarında bırakmak istemedi, saltanatının başında “paralanma” dersleri aldığı Galatalı banker ve sarraf Agop Zarifi aracılı ğıyla Avrupa’daki bankalara yatırdı.  Abdülhamit’in topladığı servet öylesine muaz zamdı ki, ölümünden sonra paylaşımı için iki yabancı finans şirketinin yıllarca çalışması gerekti! Peki Abdülhamit zenginleşirken yurt ekonomisi ne durumdaydı dersiniz? Okuyalım: Kızıl Sultan, Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını yapılandırmak için ‘Düyunu Umumiye’yi kurarak, imparatorluğun Mısır ya da Tunus gibi ‘ödeyemez’ duruma; dolayısıyla Avrupa’nın pençesine düşmemesini amaçlıyordu. Ancak kazın ayağı, pençeye karşı koyamadı ve Düyunu Umumiye, bir süre sonra devlet içinde devlet haline geldi. Ülke sathında 750 şubesi vardı, maliye bakanlığından çok daha fazla personel, tam olarak 5500 kişi çalıştırıyor ve devlet gelirinin yüzde 30’una el koyuyordu.  Abdülhamit sayesinde Osmanlı İmparatorluğu, yirminci yüzyıla “yarı sömürge” olarak girdi.  Dini bütün Ulu Hakan devletin dizginlerini yabancılara öylesine kaptırmıştı ki; 1907 yılında Japonya, Osmanlı mülkünde büyükelçilik açmak için İngilizler, Fransızlar, Almanlar gibi ‘kapitülasyon’ ayrıcalıkları talep ediyordu!* HHH Ekleyin bu saptamalara Abdülhamit’in baskıcılığını, sansürcülüğünü ve gaddarlığını.  Günümüz muktedirlerinin kendisine beslediği muhabbetin nedeni ve giriştikleri yıkımda mülkü bekleyen son, apaçık değil mi? * Robert Mantran, Histoire de l’Empire Ottoman/Fayard, 1989 ‘H erkes Osmanlıca öğrenecek!’ buyurdu. saAvcraılıdğaı”“vEerg“eBnOwteawPnkawoh.emanhş[email protected] başkanlığı” ile devam “Mevhum” ile “mefhum”u etti. Bu arada bu kav karıştıran bakanları var. ramları kullanarak “li “İkametgâh”ın ilk “a”sını, beral aydın” avcılığı bile kâğıdın “kâ” hecesiyle yanlış yaptı. telaffuz eden başbakan yar “Alnı secde görmüş dımcılarına hadi kulak tıkadık ler” ile kendisinin ve diyelim. devletin “alın yazısı Ya vekilleri? (Vekil demişken sorsak: Barış sürecinde İmralı’ya nispet için, “Benim Başlıksız yazı... nı” birleştirdi: “Gökten ne yağmış da yer kabul etmemiş?!” diyerek birçok ‘75 tane’ Kürt vekilim var” yerli, milli ve dini kavramı demişti. Devlet Bey’i kız kör eder!” denir. Kulağı da iyi aç gündeme soktu. Sonra dırmaktan da korkulmuyorsa, şu mak gerek. bin pişman olsa da, en tehlikeli şer andaki “rezerv” kaç? “Mefhum” sözcüğü “fehim”den, ittifakını derinleştirip yüceltti. So Ninelerin esamisi zaten yok, anlamı “kavram” demek.. nunda yanıldı, ama yamulmadı. dedelerinin  mezar taşından sınava  “Mevhum” ise “vehim” kökün Fıtratındaki her şarta uyum yete çekilse Damat Bey dahil, vekille den, “kuruntu” demek. neği tartışılmaz. rinden kaçı geçer? AKP lideri, tek harflik farkı hem “PKK ile diyalog” ve “Barış süre Oysa biraz mezar taşı okuma iyi biliyor hem de keyfini çıkarıyor. ci” uğruna TC ve Türk kavramları ya teşvik için, biraz da “soysop “Mefhum”dan “mefhumiyet”e, yani ile arasına mesafe koydu. “Eşim tutkunu” Devlet Bey’e kıyak olsun “kavramcılık”a (conseptulisme) Arap, ben de Gürcüyüm!” gibi diye, “edevlet”e, 80 milyonun geçip kendi çapında bir münevver “konseptler”e  bile sarıldı. yedi ceddi yüklendi. 150200 yıl etkinliğine yöneliyor. “Diktatör”e kızıyor. Çok haklı. öncesinin kayıtlarına ulaşıldı. Beşaltı topu havaya atıp hiçbiri Bir defa yerli ve milli bir laf değil. Bir de sadece 40 yıl geriye gidil ni düşürmeden oynayan, Türkçesi İlla Frenkçe olacaksa kafiyeli, hem se ve şu “diploma kaydı” da çıkar olmayan “jonklör”ler gibi kavram çok daha anlamlı, hem de adap Spartaküs’ün öcü... Spartaküs Trakyalı bir gladyatör. Bir özgürlük savaşçısı. Köleliğe karşı duran, efendilere boyun eğmeyen bir kahraman. İnsanların yüzyıllarca örnek alacağı, anlatacağı, destansı bir isyanı başlattı. M.Ö. 7371 yılları arasında yaşanmış, 3 yıl süren, antik dönemdeki en büyük köle isyanıydı bu. Dünyanın o dönemdeki en güçlü imparatorluğu olan Roma’yı öyle bir sarstı ki... Spartaküs yaklaşık üç yıllık mücadelenin sonunda Roma ordusuna yenildi. Ayaklananların çoğunluğu öldürüldü. Romalı tarihçi Appian’ın aktardığına göre, teslim olan 6 bin isyancı da ünlü gladyatör okulunun bulunduğu Capua kenti ile Roma arasındaki yol üzerinde çarmıha gerildiler. Roma, bu acımasızlığıyla tüm kölelere gözdağı veriyordu. Fakat Spartaküs tarih boyunca ezilenle tılsa. Diploması tartışılan biriyle it larla oynuyor. Diktatör çok ayıp ve edebe uygun, dilimize yerleşmiş rin, tüm haklı başkaldırıların sembolü oldu. tifak,  Doç. Dr. Devlet Bey’in adına tehlikeli. (Ahmet Altan ağırlaşmış yığınla sözcük var: “Spartaküs’ün öcü”ne gelince... da yakışmıyor, ilmine, irfanına da... müebbet yetmezmiş gibi bir de Değişimci olduğu için, “Trans Eski bir tartışmadır. Atom bombasının HHH hakaretten 5 yıl 11 ay yedi.) formatör”; istikrara çok önem ver babası diye adlandırılan fizikçi Robert Ankara’da adı İngilizce bir Kavramlarla oynama konusunda diği için “Stabilizatör”. Gerginliği Oppenheimer “Antik Yunan kültürünü ve AVM’nin kurdelasını keserken, “Ne Ahmet’in babası Çetin Altan’ı bile artırdığını inanıyorsanız, “Aksele onu izleyen Roma dönemini düşünürsek, bu özenti ya!? Bu ismi değiştirin!” kıskandıracak ustalıkta. Kavram ratör”. Mercimek, kömür, makarna bilimsel devrimin o sırada ortaya çıkmamış buyurdu. ları daha havadayken bir de içini dağıtma siyasetine kızıyorsanız, olması tuhaftır” der. Aldıran olmadı. Özentiyi daha boşaltıp halin icabına göre içini “Distribütör”, muhafazakâr olduğu Oppenheimer, yaklaşık 2 bin yıl sonra, üst seviyeye taşıyıp aynı isimle bir de yeni anlamlarla dolduruyor. için “Konservatör”, başkomutanlık 18. yüzyılda İngiltere’de başlayacak sanayi başka semtte bir de “rezidans” “Kaçak Saray” dendi durdu. Bir ile parti liderliğini, bunun ile de devrimini kastediyor. açtılar. Yüzlerce yıllık Sultanahmet Camisi’ne gölge düşüren işadamına küsmüştü. Artık bu defa küslük de müeyyide olmaktan çıktı. Diktatör, söz meclisten dışarı “dikte eden” anlamında Latince. AKP liderimiz baktı ki, “dikte” yetmiyor, işi yazıya döktü: KHK üstüne KHK yayımlıyor. CHP İstanbul Milletvekili Ali Özcan, kürsüden TBMM duvarındaki yazıyı işaret ederek, “Artık egemenlik millette değil, KHK’lerdedir!.. KHK’ler diktatörlüğün belgeleridir!” diyor. HHH Osmanlıcada “bir nokta gözü hamlede tarihseldinsel bir içerik kazandırıp “Külliye” yaptı. Yersen! (ve dersen!) Şu sıralarda bir hamle daha yaptı: “Çiftçiler ile milletin evinde buluşuyoruz.” Az kaldı muhtarlara kaptıracaktı. Muhtarlara makam binası sözü verdi de 1056 odaya ranza atmalarının önüne geçti. Yeni kavram yeni rant kapısı. Rant sadece arazide, dinsel değerlerde, başörtüsünde, ittifakta olmuyor. Asıl kazanç kavramlarda! Açılışı “Milli Görüş gömleğini çıkardım” ile yapmıştı. Sonra “muhafazakâr demokratız!” kavramına sarıldı.   cumhurbaşkanlığını birlikte yürütme maharetine atfen, “Koordinatör”, “Organizatör” veya “Kompozitör” denebilir. 7 Haziran seçimlerinde çoğunluğu kaybettiği halde başta CHP’yi uyutup seçime götürmeyi başardığı için “Narkozitör”, itibardan ve hava atmaktan hiç ödün vermediği için “Aspiratör”, Saray’ına şube açma uğruna Marmaris ormanlarına daldığı için “Buldozer”, ülkenin yarısını karanlığı boğan ampul simgesine izafeten “Projektör”, rakiplerini ötekileştirme mahareti için “Seperatör”, ittifak yaptıklarını siyasete taşıma güvencesi verdiği için “Garantör”... Tartışma M.Ö. 100’e doğru yaşamış dâhi bir mühendis olan, İskenderiyeli Heron’la başlıyor. Pek çok makine icat etmişti Heron. Çarklar ve dişlilerle çalışan makineler. Ama aynı zamanda minyatür bir kazandan çıkan su buharının basıncıyla hareket eden bir tahterevalli de icat etmişti. Su buharının bir oyuncağı çalıştırması için bile olsa kullanılmasının nasıl can alıcı bir öneme sahip olduğu ortada. “Sanayi devrimi antik dönemde ortaya çıkabilir miydi” tartışması da buradan çıkıyor. Peki neden çıkmadı? Devrimi engelleyen neydi? Neden 2 bin yıl daha geçmesi gerekti? “Teknolojik gelişme tek başına devrimsel bir dönüşüm için yeterli değildir” diyor kimi tarihçiler. Antik dönemde toplumsal yapının, üretim ilişkilerinin böylesine köklü bir dönüşüm SAYISAL LOTO 102125384146 6 BİLEN: 3 milyon 824 bin 377 TL (ikinci devir) 5 BİLEN: 5 bin 675’er TL 4 BİLEN: 76’şar TL 3 BİLEN: 11’er TL ikramiye kazandı için uygun olmadığını söyleyen de var. Ünlü tarihçi Fernand Braudel’in yorumu dikkatimi çekmişti. Metis’ten çıkan “Bellek ve Akdeniz” kitabında “Suçlanması gereken köleci zihniyettir” diyordu Braudel. Öyle ya, köleler varken, buharla çalışan KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK [email protected] makinelere niye ihtiyaç olsun? Kölelik, Braudel’e göre sadece bir cina yet değil, aynı zamanda insanlığı yerinde saymaya mahkum etmiş bir hataydı ve her türlü teknolojik devrimi baştan engel liyordu. “İşte bu Spartacus’un öcüdür” diyordu Braudel. “Peki, bugün dünyada uygarlığımı zın gelişmesinin önündeki engeller neler?” diye düşünmeye başladım. Niye patinaj yapıyoruz? Hatta varlığımızı tehdit eden ik lim değişikliği gibi sorunlara neden gerçek çözümler üretemiyoruz? Neler bizleri daha güzel, daha yaşanabilir bir dünya kurmak tan alıkoyuyor? Emperyalizm, kapitalizm, faşizm, tota litarizm, ayrımcılık, ırkçılık... Bu kavramlar yüzünden kaç yüzyıl ya da bin yıl kaybede ceğiz? Hangi acıları çekeceğiz? Yazımı yazarken niyetim Aram Haçaturyan’ın o müthiş bestesini dinle mekti aslında: “Adagio of Spartacus and Phrygia”. Fakat TRT’nin o yasaklı müzikler listesine takıldı gözüm. Olur şey değil. Mü ziği de yasaklamaya başladık. Listede yer alan Mehmet Güreli’nin “Kimse Bilmez” şarkısını dinlemeye karar verdim. Harika bir parça. “Niye yasaklanmış olabilir bu şarkı” diye düşünürken, sözlerin ÇİZGİLİK KAMİL MASARACI [email protected] Ömer Hayyam’a ait olduğu geldi aklıma... Bu nasıl bir zihniyettir? Yakışıyor mu Türkiye’ye? Ya 149 gazetecinin hapiste olması? Dünyada en çok gazetecinin hapiste olduğu ülke olarak anılmak yakışıyor mu Türkiye’ye? Sevgili Akın Atalay, Murat Sabuncu, Ahmet Şık hâlâ hapisteler. Tutukluluk ce zaya dönüşmüş durumda. 9 Mart günü du ruşmamız var. Silivri’deyiz. Cumhuriyetçile rin tahliye edilmelerini bekliyoruz. Önde ge len Spartakistlerden Rosa Luxemburg’un sözüyle bitirmeli yazıyı: “Hareket etmeyenler, zincirlerin ne kadar ağır olduğunu bilmezler.” C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle