21 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Burhan Öçal söyleşisi Golf tutkunu Koç Ritim sanatçısı Burhan Öçal’a göre Türkiye’nin milli ritmi 9/8’lik, herkes çalıp oynayabilir. Darbukayı senfonik orkestralarda baş solist yaptığını söyleyen Öçal’la söyleştik. l CEREN ÇIPLAK/ 21’de ‘Uyan Türkiye’ 2016 Dünya Raporu’nu İstanbul’daki toplantıda yayımlayan İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) İcra Direktörü Kenneth Roth'a göre, Türkiye halkı acilen uyanmalı. l BERİVAN AYDIN/ 22’de Mustafa Koç’un beklenmedik ölümü herkes üzüldü. Spor dünyasının acısı ise farklıydı. Çünkü Mustafa, Türk golfünün bir yerlere gelmesi için büyük emek harcamıştı... l İSMET AYTEKİN/ 23’te Pazar 31 Ocak 2016 EDİTÖR: EZGİ ATABİLEN TASARIM: MÜGE KAYGUSUZ Fotoğraf: UĞUR DEMİR 2007 L E C N TU Z İ T R U K Gürül gürül bir aktör alır. Yaptığı her iş içine sinmez ama ne de olsa “tok aktör, aç aktörden iyidir”. 1974 yılında ise Tunç Okan’ın “Otobüs” filminde oynar. Köylerinin dışına hiç çıkmamışken Stockolm’e kaçak olarak giden bir otobüs dolusu işçinin hikâyesini anlatan filmin Türkiye’de gösterimi yasaklanır. 1978’de Türkiye’ye döndüğünde “Sürü” ve “Kanal” filmlerinde oynar. Fazla kalamayacaktır. Bu kez 12 Eylül ve yine Avrupa yılları... “Sürü” ona bambaşka kapılar açar. İsrail’de “Sürü”yü seyreden iki yönetmen Arapça oynayıp oynayamayacağını sorarlar. “Olur” der, bilmediği halde... Ve canını dişine takıp çıkarır “Kuzunun Gülümseyişi” filmindeki rolünü. Bu film ona Berlin’de Altın Ayı Ödülü’nü getirir. 20 1 Şubat Tuncel Kurtiz’in doğum günü. Onsuz kutlanacak 80. yaşı. Hatıralarla, gözyaşlarına karışan kahkahalarla... Tutkusuyla, çabasıyla, daha iyi bir dünyaya olan tarifsiz inancı ve heyecanıyla gürül gürül akan bir çeşme Kurtiz. Yetinmek ona göre değildir çünkü. Her duygusu, her tavrı, her şeyiyle “çok” bir adam... 913’te Selanik’ten İstanbul’a gelmiş bir ailenin çocuğu Tuncel Kurtiz... Dedesi İzmir evkaf müdürü. Baba Hamdi Valâ Bey, Amerikan koleji mezunu bir hukukçu. Nahiye müdürü Hamdi Valâ Bey’in seçtiği soyadının hikâyesi Ergenekon Destanı’na, kurdun izini sürüp vatanlarını bulan insanlara uzanır. Anne Müfide Hanım’ın ailesi ise Boşnak; o da İzmit Karamürsel’de öğretmenlik yapar. Bu iki Rumelilinin yolu İzmit’te kesişir. Tuncel Kurtiz’in deyişiyle: “Fukaralık içinde, inanmış insanlar. Aşkları da çok güzel”. 1 Şubat 1936 doğumlu Tuncel Kurtiz, babasının görevi nedeniyle çocukluğu boyunca diyar diyar gezer: Kırıkkale, Reşadiye, Kandıra, Posof, Ayvalık. Ayvalık’tan Amerika: Detroit, New York. Dönüşte Silifke, Tarsus ve Tuncel Kurtiz’in yıllar sonra geri dönüp hayatının son dönemini geçireceği Edremit. Kolay değildir genç bir çocuk için bu kadar yer değiştirmek, yeni okullara, yeni arkadaş çevrelerine kendini hep ispat etmek zorunda kalır. Hiçbir zaman parlak bir öğrenci değildir ya, lise 2’den itibaren iyice çıkmaza girer. Gençlik hayalleri çoktur, biri de futboldur. Serde gençlik, başında kavak yelleri... 2001 Temmuz’unda Roll dergisine verdiği söyleşide nasıl bir delifişek olduğunu anlatır: “Fener Genç’te zamanında top koşturdum. ‘İyi gidiyorsun’ dediler, bir maçta yenildik, hakem Feridun Kılıç’tı. Beni çağırdı yanına, ‘A oğlum’ dedi, ‘sen futbol oynama, sen adamı katil edersin’. Beş metre önümden top geçiyor, kendimi atıyorum belki vururum diye. Öyle deliyim yani.” Oyunla vedalaşması da bu yenilgiden sonradır. “Çiçek Pasajı’na geldim maçtan sonra, bir Buzbağ, bir Buzbağ daha, bir tane daha, hatırlamıyorum hâkim bey, okula sürünerek gitmişim, yatakhaneden çıkamadım. Rüyamda görüyorum, topa bir vuruyorum, top gidiyor, giderken kaleci kurtarıyor golü. Olmadı gol anasını satayım, yine olmadı. Ve futbol bitti orada.” Futbolcu olamayınca hikâyeci olmaya karar verir. O kadar güvenir ki hikâyeciliğine, Sait Faik’le bir tutar kendini. Sait Faik’i evinde ziyaret eder, Özdemir Asaf ile arkadaşlık eder. Yaş 18... Hayatı, kendi anlatımıyla: “Bir taraftan Albert Camus, Steinbeck bir taraftan Rita Pavyon, Çam Bar, kerhane...” Babası iyi bir avukat olmasını ister oysa... Bir de akşam yemeğinde ailenin sofraya bir arada oturmasını. Haldun Taner’in üniversitede tiyatro dersleri vermesiyle birlikte tiyatro macerası başlamış, Kurtiz deli akan kanına ömürlük bir yol bulmuştur. Sofrada eksik sayıldığı akşam yemekleri arttıkça evdeki gerilim de yükselir. Ve bir gün gelir genç Tuncel evi terk eder, Nevizade’de bir oda tutar. O bir yatak, bir çanta ile evden ayrılırken pencereden bakan annesinin yaşlı gözleri ömür boyu hafızasından silinmeyecektir. 1 Camus ile pavyon arasında mektir. Kâh aşağı, kâh yukarı. Tuncel Kurtiz de bazen yokuşun tepesinden bakar aşağıya, bazen de en derinlerden yukarı tırmanır. Kendi babalığında ise o yokuşa varacak zamanı ve fırsatı olmamıştı pek. 2013’te Olkan Özyurt ile konuşurken nadiren kullandığı cümleler dökülür dilinden: “Ben zaten hiç baba olmadım. Ingmar Bergman, oğluna ‘İyi bir baba olmadığımı biliyorum’ demiş, oğlu da ‘Sen hiç baba olmadın ki kötü baba olasın’ cevabını vermiş. Ben de hiç baba olamadım. Ama bunun sebepleri arasında 1970 ve 1980 darbeleri var. İkisi de çocuklarımın doğum yıllarıdır. Darbeler yüzünden ben ne aile içinde kalabildim, ne de belirli bir kazancım oldu.” Bu belirsizlik, hayatına yayılan bir örgü gibidir. Taammüden mi muğlak bırakmıştır bazı şeyleri yoksa hayat başka türlüsüne izin mi vermez bilemeyiz. Bildiğimiz, şu cümlesidir: “Aslında hedefim de olmadı hiç. Rüzgârda savrulan yaprak misaliydim ama fikri, vicdanı hür bir adamdım.” Tahsil ile cehalet arasındaki ilişki karmaşıktır. Biri diğerini kovmaz her zaman. Tuncel Kurtiz her ne kadar kötü bir öğrenciyse de, hayatın bilgisine karşı iştahlıdır. Önce hukuk, arkasından filoloji fakültelerinin derslerine değil, kantinlerine devam eder. Mina Urgan’ın, Tatyana Moran’ın, Asaf Halet Çelebi’nin, Özdemir Asaf’ın, Can Yücel’in, Münir Özkul’un, Cahit Irgat’ın rahlei tedrisinden geçer. Yeşilçam’ın fabrika gibi çalıştığı 1960’larda onlarca filmde oynar. Çünkü yakın dostu Yılmaz Güney “Sinema yapacağız, sinema yapmadan olmaz, her evde bizim fotoğrafımız olacak. Önce sinemayı, sonra kendi işimizi yapacağız” der ona. Öte yandan Kent Oyuncuları, Gülriz SururiEngin Cezzar Tiyatrosu, GenAr Tiyatrosu’nda görürüz adını. Ardından Aydın Engin, Umur Bugay, Tuncer Necmioğlu ile birlikte kurdukları Halk Oyuncuları gelir. [email protected] En yakın arkadaşlarından biri Erol Günaydın’dır. Nevizade’de oturup önlerine kadehleri alır, “Haydi” derler, “Şimdi ıstıraplarımıza bir biçim bulalım”. Ve Kurtiz’in acılara karşı koyma yolu bugün hepimizin kulağına küpe olacak kudrettedir: “Daha çok çalışmak lazım. Ama daha çok yaşamak lazım”. Daha çok çalışır. Daha çok yaşar. Gürül gürül akan bir çeşmeden bardağa su doldurmak nasıl zorsa öyle zordur onu tarif etmek. 2004’te yayımladığı otobiyografisine “Bölük Pörçük” adını koyması biraz da bundandır; çok yaşamışlığı kitap sayfalarına sığdırmanın zorluğundan... Yetinmek ona göre değildir çünkü. Ne varsa yaşanacak, sonuna kadar. Ne varsa yapılacak, sonuna kadar. Her duygusu, her tavrı, her şeyiyle “çok” bir adam... 1970 hayatındaki önemli eşiklerden biridir. “Bir sürmene bıçağı kadar yalın, sert, sağlam” diye tarif ettiği Yılmaz Güney’le birlikte “Umut” filmini çeker. Filmin Cannes Film Festivali’ne gidişi, başlı başına bir film senaryosudur: “Umut’u Cannes’a götürmenin yolunu arıyoruz, bir türlü bulamıyoruz. Kaçırmanın yolu yok, sansür izin vermiyor. Arif Keskiner gitti Yeşilköy havaalanına, bavulun içine koydu filmi. Bir hamala verip, “Al sana 500 lira” dedi, “Bu bavulu uçağın yanında göreyim, 500 lira daha vereceğim”. Hamal götürdü oraya, geldi 500 lirasını da aldı. Bin liraya Cannes’a uçtu. Benim uçakla girişim tehlikeliymiş. Kara yolundan çıkardılar beni. Çıktım, Cannes’a gittim. Haber geldi; filmi bağlayamıyorlar. Karmakarışık bobinler halinde doldurmuşlar bavulun içine. Filmi bilen tek ben varım. ‘Hadi Arif’ dedim, girdik. Oradan bağla, buradan bağla, şunu yap, bunu yap, derken filmi bitirdik, bağladık ve doğru sinemaya gönderdik.” 12 Mart çökmüştür ülkenin üzerine, filmi Cannes’a kaçırdığı için Tuncel Kurtiz ülkesine dönemez. Stockolm’de Halk Oyunları topluluğunu yeniden kurar; filmlerde, TV dizilerinde rol Zar atmak... Dünyanın en değerli tiyatro adamlarından Peter Brook ise “Sürü”yü seyrettiğinde “Bu adam oyuncu değildir, olsa olsa gerçekten köylüdür” der. Anlatırlar. Ve Tuncel Kurtiz, Brook’un “Mahabharata” oyunuyla 2.5 yıl dünyayı dolaşır. “Büyük tecrübe” diye anlatır o dönemi; “Çok da kazanıyorum. Japonya’da hızlı trene binip Fuji’ye gidiyorum, en iyi lokantalarda yiyorum; Los Angeles’ta geziyorum, New York’ta 2500 dolara ev tutuyorum. Döndüğümde yine param yok. Berlin’de tuvaleti dışarıda bir yer kiralıyorum. Bunlara bakınca aslında güzel zar atmışa benziyorum”... Zar atmak... Sıklıkla kullandığı bir deyim Tuncel Kurtiz’in. Kabına sığamayan, kalıplara gelemeyen, ‘olması gereken’in değil gönlünden geçenin peşinden koşan, bunun için de çok ama çok çalışan bir adamın hayatla en büyük oyunu... Cumhuriyet’ten Esra Açıkgöz’e verdiği söyleşide “İlk 20 senesi kolaydı” der; “Şimdi zor. Ben yetenekli bir adam değilim, kabul ettim artık. Çalışarak zorla bu noktaya geldim ama bu aşmam gereken bir nokta, biliyorum. Yetmiyor çünkü Marlon Brando’yu, Humphrey Bogart’ı görüyorum, Müşfik’i, Ulvi Uraz’ı. Müşfik bir rolü hop diye çıkarırdı. Erol Günaydın bir uçtan bir uca yürüse yeter...” Kolay görünenin gitgide zorlaştığını bilmek, ancak Kurtiz kadar yaşanmışlık, birikim ve tutku gerektirir. Hem ne der kitap; “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” Yeni bir hayat “Biri biterken öbürü başladı” dediği aşklar vardır geçmişinde. Kendi anlatımıyla “birinci derece olanlar, ikinci dereceler, birden çarpılmalar ve beş evlilik... Hep arayış, hep sıçrayışlar, hep yeni başlangıçlar, tekrar eden vedalar...” Ve bir gün gelir, bulur aradığını: “Menend’i görünce aklım başımdan gitti. Yıllardır aradığım aşkı, sevgiliyi, eşi bulmuştum. Gitmekten vazgeçip İstanbul’da kaldım. İyi ki âşık olmuşum, yaşıyorum çünkü, orada çoktan ölürdüm”. Menend Kurtiz ile birlikte Edremit’e, Çamlıbel köyüne yerleşirler. Zeytinbağı Oteli, dağların ardından parlayan deniz, lavantalar, yepyeni bir hayat... Hafızası zayıf ülkenin onu televizyon dizileriyle Ramiz Dayı, Ebu Suud Efendi olarak yeniden keşfetmesiyle Çamlıbelİstanbul arasında geçen yıllar... Kaz Dağı’nın binlerce yıllık tarihine bakan, çepeçevre kitapla çevrili bir odada üreterek, severek, sevilerek geçen yıllar... Ve beklenmeyen bir zamanda gelen erken bir veda. Çevresindekilere 87, 97 olmak istediğini söyler hep. Oysa hep 77’sinde kalır. 2013’ün 27 Eylül günü asude bahar ülkesine doğru yola çıkar. “Ben ölüme inanmıyorum” der bir keresinde, “Belki bahar ülkesine açılan kapıdır, ölüm. Hepimiz bu kapıdan geçeceğiz. Şamanların yaptığı gibi ölünce mezarıma iki şişe şarap, sevdiğim filmlerimi ve bitiremediğim kitaplarımı koysunlar. O yolculukta onları bitireyim”. Şimdi o uzun yolculukta Tuncel Kurtiz. Ancak kalanlar kutlayacak 80. yaşını, o olmadan. Hatıralarla, gözyaşlarına karışan kahkahalarla... Çünkü Oktay Rifat öğretti bize: “Hatıralar da dal istiyor, kuşlar gibi konacak”. 990’lar ona yepyeni bir hayatın kapılarını aralar. 1tır Kısa süreliğine geldiği Türkiye’den kopamayacakartık. Sebebi ne sinemadır ne de tiyatro... Acılara biçim verelim Baba olmak... Babaoğul demek, her daim yokuş de C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle