03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 25 TEMMUZ 2014 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Aklın ve Vicdanın Seçim Turlarıyla Sınanması Sorunun Kökü: Siyasal Siyonizm Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV C umhurbaşkanının bir halkoylamasıyla seçilmesi yöntemi ülkemizdeki sosyopolitik devinimlerin yeni bir ürünüdür. Oy kullanacak yurttaşların çoğunluğunun belli eğilimler sergilediği bir ortamda, halkoylamasıyla cumhurbaşkanı seçimi aslında bir genel seçim provasıdır. Normalde gelecek yıl ama çok rahatlıkla program ve tarihleri değiştirebilen bir iktidarın politik oyunlarıyla belki bu yıl yapılabilecek bir genel seçimin provası niteliği de kendini göstermektedir. Aslında, üç, beş ya da on ay sonra yapılacak bir genel seçimin göstergeleri ile ilgili bazı ipuçları geçen 30 Mart’ta gerçekleşen yerel seçimlerde epeyce ortaya dökülmüştü. İktidar yanlısı görsel ve yazılı medya ortamlarında, AKP’nin bir büyük zafer daha kazandığı davulla ilan ediledursun, aslında seçim sonuçları AKP iktidarında bir gevşemenin hatta hafif bir çözüşmenin başlayabileceği sinyalini veriyordu. Tümüyle bir “genel seçim” atmosferine büründürülmüş bir sosyal ortamda 30 Mart seçimlerinin sonuçlarının bir önceki (2011) genel seçimin sonuçlarıyla karşılaştırılması ve oradan bazı durum saptamaları yapılması kaçınılmazdı. Buna göre, AKP iki milyonu aşan bir oy gerilemesiyle tamamladığı bu seçimde ayrıca, yüzde 7’ye yaklaşan bir oy oranı puan kaybı da sergilemiştir. Ana muhalefet partisi, ortanın çok hafifçe solundaki bir CHP’nin ve ikinci güçlü muhalefet partisi, sağ kesimde tam net olarak bilinmeyen bir yerlere oturmuş olan MHP’nin oy tabanında gelişmeler olabileceği beklentisi yaygındı. Sonuçlar da MHP’de tahmin edilenin biraz daha üzerinde, CHP’de ise beklenenin hafifçe altında kalmış olmakla birlikte iki partinin toplam oyları AKP’nin oylarını yakalamaya çok yaklaşıyor. Aynı gün bir genel seçim yapılmış olsaydı, ülkemiz seçim sisteminin artık yerleşik bir parçasını oluşturan d’Hondt yöntemi uygulamasıyla seçim çevrelerinin çıkaracağı sayısal belirlemelere gidildiğinde, AKP hâlâ tek başına iktidar oluşturabilecek toplam milletvekili sayısını çıkarabilecek gibiydi. Ancak muhalefet partilerinin oy toplamı ile AKP’nin oyları arasındaki farkın biraz daha aza Tüm bu görüşler çerçevesinde, aklı başında, namuslu, vicdanlı, yurtsever Türk insanına düşen görev, AKP adayının birinci turda seçilmemesini sağlama görevidir. Mevcut çatı adayına değil ancak AKP’li olmayan diğer adaya da verilip verilmemesi çok fazla önem taşımayan oyların mutlaka kullanılması amacıyla da sandık başına gidilmesi gereklidir. Erhan KARAESMEN kı şekilde elinde tutma eğiliminde ve mecburiyetindedir. Öte yandan birinci turda işini bitirememiş AKP adayı ikinci tur için güneydoğu kökenli seçmen tabanının temsilcisi siyasal oluşumlarla, bugüne kadar yaptıklarından biraz daha ciddi ve belki de biraz daha kırışlı müzakere süreci yaşama durumunda kalacaktır. Bunun sonuçlarına bağlı olarak ve epeyce bir sosyopolitik ödün vermeyi göze alarak AKP ikinci turda artık kendi adayının seçimi kazanabileceğini hesaplamaktadır. Ancak, aşırı ödünler verme olgusu mevcut çatı adayını desteklemekte olan seçmen tabanında daha da ileri bir burukluğa ve tatminsizliğe yol açabilecektir. Dolayısıyla bu yıl ya da gelecek yıl içinde yapılacak genel seçimlerde AKP’den bunun hesabı daha da net sorulabilecektir. Tüm bu görüşler çerçevesinde, aklı başında, namuslu, vicdanlı, yurtsever Türk insanına düşen görev AKP adayının birinci turda seçilmemesini sağlama görevidir. Mevcut çatı adayına değil, ancak AKP’li olmayan diğer adaya da verilip verilmemesi çok fazla önem taşımayan oyların mutlaka kullanılması amacıyla da sandık başına gidilmesi gereklidir. Muhalefet adaylarının kişiliklerine ve kampanya sürdürüş biçimlerine olan itirazlara karşın sandığa gidilip o adaylara oy verilmesi mecburiyeti açıktır. Gerçi AKP’nin kendi tabanını 30 Mart seçimlerinden bu yana toparlayıp kendi bünyesi içinde yeniden bir oy yükseltme sürecine girmesi çok zor gözükmektedir. Ama yerel seçimlerde AKP’ye oy vermemiş olan küçük potansiyellere sahip olsa da toplamda belli bir oy varlığını ortaya koyabilecek diğer sağ partilerin seçmen tabanından bu kez AKP adayına destek gidebilir. Dolayısıyla yukarıda sözü edilen AKP adayı dışındaki oyların toplamının yirmi milyonun biraz üzerine çıkma mecburiyetinde oluşu, bu ihtimale karşı da alınması gereken bir önlem niteliği taşımaktadır. Ana amacın AKP adayının birinci turda seçilememesini sağlamak olduğu işin eksenine oturtulursa, ülkenin düzgün insanlarının aklı ve vicdanı gereğini yapacaktır. Yapma mecburiyetindedir. Birinci turun önemi lıp ve hatta AKP oylarının geride kalabileceğini gösteren izlenimlere de varılmış bulunuyordu. AKP, 30 Mart 2014’te sergilediği çözüşme başlangıcını toparlayamaz ve bir milyon kadar daha oy kaybıyla karşılaşırsa artık tek başına iktidarı yakalayamaz duruma düşebilecekti. 30 Mart’tan bu yana AKP’nin kendi oy tabanını kuvvetlendirdiği yolunda izlere rastlanmamıştır. İktidar partisi ve lideri 30 Mart seçimlerinde bütün barutlarını kullanmış gibidirler. Şu andaki umutları “çatı adayı” gibi alışılmamış bir tanımla sunulan bir muhalefet ortak adayının toplumla buluşmasındaki tutukluktur. Bu olgunun sonucu olarak, 30 Mart’ta kendisine oy vermeyen kesimlerden AKP adayının oy alması söz konusu değildir ama o arada, AKP’ye oy vermemiş olan muhalefet tabanından bazı yurttaşların birinci tur seçiminde oy vermeye gitmemeleri ihtimali mevcuttur. Bu ihtimali abartarak su nan yandaş medya ve onların ucuz davranışlı uzmancıkları, AKP adayının cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turunda yüzde 50’nin üzerine çıkacağına ve ikinci tur yapılmasına gerek kalmayacağına geniş kitleleri inandırmaya çalışmaktadır. Bu gayretin önümüzdeki günlerde ve özellikle bayram sonrasında çok daha yoğunlaşacağı ve bir algı düğümlenmesi yaratma durumuna gidebileceği aşikârdır. Birinci turda yüzde 50’yi geçememiş bir iktidar adayı için bu durum önemli bir prestij kaybıdır. Ama, daha önemlisi, 30 Mart’ta sergilenmiş yandaş kesimlerin ve yazar çizerlerin özel gayretleriyle kamuoyu dikkatinden saklanmış bulunan AKP içi çözüşmenin bir kez daha açığa çıkışı anlamı taşıyacaktır. AKP bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkabilecek bozgunun kontrolünü sı Prestij kaybı Barış Harekâtının 40. Yılına Selam Prof. Dr. HAKKI KESKİN Siyasal Bilimci “Biz aslında savaş için değil, barış için; yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için Ada’ya gidiyoruz.” Bülent Ecevit,Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı. Bülent Ecevit’in televizyondan tekrarlanan konuşmasının bu cümlesini unutmak asla olası değildir. Dünya, Türkiye ve tabii ki Yunan/Rum kamuoyu için içeriği bu denli anlamlı bir açıklama, Ecevit’in ne denli büyük bir siyasi lider olduğunun en açık kanıtıdır. Katliamlarla yıllar yılı yaşayan, sürekli terörize edilen Kıbrıslı Türklerin can güvenliğinin sağlanması ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarının korunması, adada barışın yeniden güvence altına alınması için Barış Harekâtı 40 yıl önce bugün gerçekleşti. Kıbrıs’ta Türk halkının yaşadığı büyük acıları, katliamları, saldırıları sürekli ölüm tehdidi ve korkusuyla yaşamış olan Kıbrıslı Türklerden duyduğumda, zaman zaman gözyaşlarımı tutamadım. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ne denli haklı olduğunu daha iyi anladım. Kıbrıs sorunuyla daha yakından ilgilenmeye başladım. Sol Parti Meclis Grubu’nun “Avrupa Birliği Genişleme Sözcüsü” olarak, Almanya parlamentosundaki Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Liberal Parti ile birlikte ortak bir karar alarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumuhuriyeti’ne uygulanan ambargonun kalkmasını, Avrupa Birliği’nin burayla doğrudan ticari ilişkilere geçmesini ve Kuzey Kıbrıs’a gereken yardımların yapılmasını basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurduk. Avrupa parlamentolarında bulunan Türk kökenli milletvekilleriyle birlikte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni üç kere ziyaret ederek, başta büyük lider eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş olmak üzere tüm yetkililerle görüşmeler yaptık. Ortak basın açıklamamızla Kuzey Kıbrıs’a uygulanan ambargonun ivedi olarak kaldırılmasını istedik. On yıllardır süre gelen ikili görüşmeler, Kıbrıs Rum tarafının, Türk ve Rum halkının adada eşit haklarla birlikte yaşama anlaşmasına yanaşmaması nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti artık bu görüşmelerin ucu açık yürüyemeyeceğini birlikte karara bağlamalıdırlar. Belirlenecek bir tarihe değin, örneğin 1 Temmuz 2015 tarihine kadar, görüşmeler sonuçsuz kalırsa, bu oylama stratejisine dayalı görüşmelere son verileceğini, açık seçik dünya kamuoyuna ve Birleşmiş Milletler’e açıklamaları gerekir. Yeni bir strateji saptanarak, artık Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız devlet olarak tanınması gündeme gelmelidir. Tüm dinlerin bir çıkış nedenleri ve büyüklükleri, bir de zamanla çürümüş yanları var. Yahudiliğin de insanlık için düşündüğü ama dine dayalı devlet öngörmeyen yüce bir yanı vardı; bir de Siyonist İsrail’in yaptıklarına bakın! Hıristiyanları da Roma yönetiminin arslanlara bile yedirtmesine karşın, imparator da bir gün bu dini kabul etti. Ne var ki, çürümüşlük onların da yakasını bırakmadı ve bunu “protesto” eden Protestanlarla Katoliklerin savaşları yıllarca sürdü. Ya Ermeni Gregoryanlara, İspanya’da Endülüs Devleti Müslümanlarına ve Fransız Protestanları Huguenotlara yaptıkları! İslam da dünya sahnesine bir devrim gibi çıktı, ama ya Sünni ve Şii kavgaları; ayrıca, Alevilere yapılanlar. Şimdi de IŞİD ve benzerlerinin Irak’la Suriye’de kanlı eylemleri. Günümüz İsrail yönetimi barışa, savaş kurallarına ve insanlığa karşı suç işlemede yukarıda sözü edilenlerle neredeyse yarışıyor. Yahudi dinine yakışmayan bu özellik devletin temelinde Siyonizm diye bir akım ve örgütlenmenin bulunuşudur. Bugünkü İsrail iç ve dış siyasetine dayanak gibi gösterilenler birtakım gerçekdışı söylencelerdir. Bu toprakları Tanrı’nın onlara “söz verdiği”, Siyonizmin “faşizmkarşıtı” olduğu ve Siyonistlerin Filistin’de “halksız bir toprağa gelip yerleştikleri” gibi uydurmalar, ancak başka bir yazı ya da kitap konusudur. Bu yazıda yalnız Siyonist düşünce ve uygulamanın ortaya nasıl bir Yahudi devleti çıkardığına odaklanalım. Siyonizm bir din değil, siyasal bir kuramdır. Hep toprak peşindeydi. Üstelik, yalnız Filistin’de de değil. Kurucu Herzl’in anı notlarında Trablus, Kıbrıs, Uganda, Mozambik, Arjantin ve Kongo da var. Afrika’da kendi adıyla “Rodezyalar” diye iki sömürge kuran Cecil Rhodes’a yazdığı mektupta ilk adım olarak Britanya korumasında Siyonizm bir din değil, ayrıcalıklı şirket siyasal bir kuramdır. kurmayı düşlüyor. Siyonistlerin Hep toprak peşindeydi. bu siyasal Üstelik, yalnız Filistin’de de düşünceleriyle değil. Kurucu Herzl’in anı Musa’nın dini notlarında Trablus, Kıbrıs, arasında çok fark var. Uganda, Mozambik, Arjantin Bu büyük farkı ve Kongo da var. Afrika’da gören Yahudiler kendi adıyla “Rodezyalar” hiçbir zaman eksik olmadı. Bunlardan diye iki sömürge kuran Cecil Martin Buber ve Rhodes’a yazdığı mektupta Judas Magnes ilk adım olarak Britanya gibi eski kuşakların tüm yazdıklarını korumasında ayrıcalıklı New York Halk şirket kurmayı düşlüyor. Kütüphanesi’nin Siyonistlerin bu siyasal birinci katındaki düşünceleriyle Musa’nın dini zengin kitaplıkta birkaç kez elden arasında çok fark var. geçirdim. A.M. Lilienthal, Elmer Berger, G. Neuburger, G.V. Smith, M. Ashley ve daha birçok akranımla birlikte yıllarca çalışmalar ve yayınlar yaptık. Bunlara A. Leon, M. Rodinson, I. Deutscher, M. Menuhin ve N. Mezvinsky gibi önde gelen Yahudiler eklenebilir. Büyük Yahudi seslerinden biri olan Buber, “Ortadoğu’ya dost ve kardeş olarak gelelim, sömürgecilik ve emperyalizmin sözcüsü olarak değil” diyordu. Kudüs’te İbrani Üniversitesi’nin 1926’da rektörü olmuş olan Magnes, Filistin’de bir Yahudi devletine “Araplarla savaşa yol açacağından ötürü” şiddetle karşıydı. Diyordu ki: “Yeni tip Yahudi silahın namlusundan konuşuyor. Sanki bu silah İsrail’in günümüzdeki din kitabıdır. Bu yanlışta Amerikan Yahudilerinin de sorumluluğu var.” Dünya Siyonist Örgütü ABD’de güçlü bir koruyucu buldu. 1917 Balfour Bildirisi’ndeki “ulusal yurt” sözcükleri Birleşmiş Milletler’deki üç üyenin oylarını zorla değiştirterek “devlet”e dönüştü. Atatürk Türkiyesi’ni yönetenlere 1933’te çok alçakgönüllü bir mektup yazarak Alman bilim insanlarının alınması ricasında bulunan Alman Yahudisi ve ünlü fizikçi A. Einstein olacakları bilmiş, “bir Yahudi devleti yerine Araplarla barış içinde yaşamayı” 1938’de önermişti. Tel Aviv Üniversitesi’nden Prof. B. Kohen, 1982’de dedi ki: “Birçok acımasızlığın hedefi olmuş olan Yahudiler bu denli kıyım yanlısı nasıl olabilirler? Siyonizmin Nazi Göbbels’in ağzına yakışacak türden yalanları beni deli ediyor. Siyonizm Yahudileri Yahudi dininden olmaktan çıkardı. Begin ve Şaron gibilerinin yapmakta oldukları şu iki şeyi önleyelim: Filistinlilerin bir halk olarak ve İsraillilerin de insan yanlarının ortadan kaldırılmaları.” Bugünleri görseydi, Netanyahu’nun da adını anacaktı. Netanyahu bu gibilerine “Yahudikarşıtları” deyip geçmek istiyor. İsrail’de kökleşmiş olan Siyonizmin saldırı ve kan siyasetini eleştirmek antisemitizm değildir. İsrail’e karşıtlığı arttıran bu eleştiriler değil, Siyonist siyaseti devletler hukukunun üstüne çıkaran İsrail yöneticileridir. Aynaya bakıp suçu kendilerinde arasınlar ve öldürüp yaraladıkları her Filistinli, yıktıkları her ocakla Yahudiliğe de verdikleri zararı görsünler. Sorunun kökü siyasal Siyonizmde; siyasal İslamın da sorun olması gibi. Bugün olanlarda ne Musa’nın, ne de Muhammed’in suçu var.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle