03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
3 KASIM 2014 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR Bugün 3 Kasım, yıl 2014, Muharrem’in 10. Günü, ‘Kerbela’nın galası var Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde… 15 ‘Macbeth’ten Korkmayın! Başlıktaki seslenişim, iktidara ya da örneğin Devlet Tiyatroları gibi ona bağlı herhangi bir devlet dairesine değil. Çünkü eğer başımızda “Macbeth”ten veya onun kitleler üzerinde yaratabileceği etkiden çekinen bir iktidar olsaydı, asıl o zaman korkardım! Ama böyle bir korkuya hiç gerek yok. Bunun birincil nedeni, Rönesans’ın en büyüklerinden William Shakespeare (15941616) ile bugünkü iktidarın herhangi bir eylemi veya yansıması arasında bir bağ kurabilmek olanaksızlığı. Denklemi, Shakespeare = Rönesans akılcılığı, bugünkü iktidar = ortaçağ karanlığı şeklinde kurduğumuzda, sanırım durum daha somutlaşacaktır. Böyle bir korkunun gereksizliğinin ikinci nedeni ise yine bugünkü iktidarın çok küçük bir azınlığın dışında halkını ya da halkı dönüştürmek peşinde olduğu cemaatini Shakespeare’in herhangi bir eserinden etkilenmeyeceğini bilecek kadar iyi tanıması. Çünkü yaşadığımız toprakların geçmişinde o “aydınlanma treni”nin 1923’te başlayan yolculuğu ne yazık ki çok kısa sürmüş ve 1938’den en çok on yıl sonra yarıda kalmıştı. Yani, bu konuda günahını almayalım, AKP’den yıllar ve yıllar önce. Başta kendilerini “Batılı aydın” diye nitelendiren kimileri olmak üzere ki bunlar ya da “halefleri” veya “müritleri”, yıllar sonra “yetmez ama evetçi” ve/veya “akil adamlar” kılığında, Köy Enstitüleri zamanının “heybesinde ekmeği ve peyniri ile birlikte Sofokles’in ‘Antigone’sini de taşıyan genç çoban” gerçeği ile, ya da Sabahattin Eyuboğlu’nun “köy çocuklarına ders verdiği köy okulunda Macbeth’i nasıl anlatabildiğini” nakleden satırlarıyla alay etme seçkinliğini(!) sergiledikleri ilk gün, Mustafa Kemal’in tarih sahnesine adım atmasıyla birlikte bu topraklara da gelir gibi olan “Aydınlanma”, kendini bir anda kapıların dışında buluvermişti. Uzun lafın kısası: Bu topraklarda yedi yüz yıllık bir cehaletin, bu kez “örgütlü cehalet” olarak, kök salması ve devamı için tüm önlemler, Mustafa Kemal’den hemen sonra, ama AKP’den çok önce alınmaya başlamıştı. AKP’nin bütün başarısı, zaten hazır olan bir cehalet toprağını “kültür yerine kültürsüzlük üretecek” ve “düşüncenin özgürlüğü yerine bütünüyle inancın bağnazlığını besleyecek” kıvama getirmeyi çok iyi bilmesi oldu. Böyle topraklarda, “Macbeth” gibi, tiyatro sahnelerinden insanların bilincine: “İktidar olgusunun şeytani ve yıkıcı yanları, bireyin zihninde nasıl, ne ölçüde ve hangi koşullarda kök salar” sorusunu yönelten eserlerin etkili olabilmesi söz konusu değildir. Yine “Macbeth”te yer alan kısacık bir cümlenin, kralın öldürülüşünden hemen sonra söylenen: “…çünkü Macbeth, uykuyu öldürdü!” cümlesinin bir iktidar cinayetini hangi evrensel boyutlar içersinde topluma taşıyabileceği üzerinde kafa yormak da boşunadır! Devlet Tiyatroları’nın “Macbeth”i bu ayki oyun planından çıkarmasının nedenini bu eserin iktidar konusunda yaratabileceği kuşkularda aramak; iktidarı da, ona bağlı bir devlet dairesi olan DT’yi de ancak aşırı önemsemek anlamına gelebilir! Çöl ortasında ağaçsın... Kerbela uzun bir yolculuk benim için: 1994’ten 2014’e tam 20 yıldır süren bir yolculuk. 1994’te sevgili derviş dostlarım Mustafa ve Kemal’in önüme Fuzuli’nin Hadikatü’sSüeda (“Saadete Ermişlerin Bahçesi”) adlı dev eserini koymalarıyla başladı her şey. Beni Kocamustafapaşa’daki Sümbül Efendi Camii’nde bulunduğu söylenen Fatma ve Sakine’nin, yani Hz. Hüseyin’in kızlarının mezarına götürmeleriyle devam etti. Rivayete göre, Kerbela’dan sonra Yezid tutsağı olan iki kızı Bizans’a satmış ve burada, yani İstanbul’da kelimenin tam anlamıyla ölüm orucu tutarak peş peşe ölmüşler. Mustafa ile Kemal nasıl bana gelip “Sen Kerbela’yı yapmalısın” dedilerse, ben de Ali Berktay’a “Sen Kerbela’yı yazmalısın” dedim. Sonra birlikte değerli hocamız, eksikliğini her daim hissettiğimiz Prof. Dr. Metin And’a gittik. Elindeki ve beynindeki bilgileri, belgeleri paylaştı bizimle. Sonra Ali çok güzel bir metin çıkardı ortaya. İlk okuduğumda nasıl ağladığımı hâlâ hatırlıyorum. Yıl 1996’ydı. Sonra 2009’a kadar bekledi Kerbela ve o yıl Ankara Devlet Tiyatrosu’nda, Lemi Bilgin’in kararıyla hayalimi gerçekleştirme olanağını buldum. O yıl hem program dergisinde hem de Cumhuriyet’te yayımlanan yazımda şunları yazmışım: u Bundan sonra “Kerbela” sizin imgeleminizde yaşayacak, olması gerektiği gibi... Çünkü, “kökleri çok derindedir...” Sümbül Efendi Camii’nde Fatma ile Sakine’ye ait olduğu rivayet edilen mezarın üstünde yükselen kuru ağacın kökleri gibi… “Çöl ortasında ağaçsın / Köklerin derindedir ya Ali…” hicretinden, yani Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sadece 60 yıl sonra, Hz. Hüseyin, yani Hz. Ali’nin oğlu ve Peygamber’in sevgili torunu, oğullarıyla, yakınlarıyla birlikte katlediliyor. Kimin tarafından? Toplumu İslam adına yönetme iddiasını taşıyan bir iktidar tarafından. Korkunç bir paradoks bu ve ilk İslam uygarlığı çerçevesinde şekillenen veya ondan etkiler taşıyan toplumlarda o kadar derin izler bırakmış ki, etkisi yüzyıllardır silinmeyen simgesel anlamlar yüklenmiş. Burada da konunun ikinci boyutu gündeme geliyor. Yüzyıllar boyunca farklı kimliksel ve sınıfsal karşıtlıkların ilk referans noktasını oluşturan bu simgeolay, kendi acılarını ve umutlarını o olayın kahramanlarının ağzından tanımlayan yeni kuşakların da katkılarıyla, durmadan yeni anlamlar Böyle bir şey nasıl olabilir? “Ben ‘Kerbela’nın peşinde niye bu kadar çok koştum? Birincisi, kendi içinde çok önemli, inanılmaz ölçüde trajik, insana ‘Böyle bir şey nasıl olabilir’ sorusunu sordurtan bir olay söz konusu. Düşünsenize, Hz. Muhammed’in yüklenmiş ve çevresinde gerçeğin nerede bitip kurmacanın nerede başladığı kolay kolay anlaşılmayan bir efsane perdesi örülmüş. Daha doğrusu, gerçekle efsane iç içe geçmiş. O zaman siyasal, toplumsal, dinsel şekillenmelerin kurucuolayı olan Kerbela vakası, kültürün de oluşturucu öğelerinden biri haline gelmiş. Kerbela olayının en önemli boyutu, zulme, haksızlığa, sosyal adaletsizliğe karşı her koşulda, gerekirse bir çölün ortasında günlerce susuz kalarak başkaldırmayı simgelemesidir. Dinsel bir kavga değildir burada söz konusu olan. Hatta bir yerden sonra iktidar kavgası bile değildir. Oyunda Hüseyin düşünde gördüğü annesi Hz. Fatma’ya şöyle der: ‘Nasıl anlatsam, bu bir iktidar sorunu da değil artık, insanlığımı koruyabilme savaşı belki de...’ Gerçekten de asıl sorun bu bence. Mutlak bir haksızlığa, yadsınmaya, kötülüğe karşı ‘Hayır’ diyebilme gücü... Üstelik bu öyküde düşmanlık yok, haksızlığa isyan var; kin yok, sevgi var; ölümün hemen yanı başında filizlenen aşk ve yaşam var. Yüzyıllardır uğradığı tüm baskılara ve haksızlıklara karşın, felsefesini yine de hoşgörü ve insan sevgisi üzerine kuran Anadolu insanının kardeşlik isteği ve çağrısı var.” Şehir Tiyatrosu ve Kerbela Bu kez bu çağrıyı benim ilk yuvamda, belleğimde Muhsin Ertuğrul ile, koskoca bir tarihle özdeşleşen İBŞT’de, üstelik kuruluşunun yüzüncü yılında sahneye taşıma mutluluğunu yaşadım. Bana bu mutluluğu yaşatan kadim dostum, İBŞT’nin genel sanat yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu’nun katkısını unutamam. Besteleriyle oyuna baştan sona eşlik eden değerli müzik adamı, sevgili dostum Tahsin İncirci, uzun yıllardır kendisiyle birlikte çalışmaktan onur duyduğum duayen kostüm kreatörü Hale Eren, sahne ve ışık tasarımına can katan sevgili Cem Yılmazer, tüm teknik ekip, sahne arkasının fedakâr çalışanları ve bir tiyatro oyunu olmanın ötesine geçen “Kerbela”ya inançla gönüllerini koyan asistanlarım, reji masam çok şeyler kattılar oyuna. En büyük pay ise büyük bir özveriyle, yürekleriyle, inanılmaz bir kolektif enerji yaratan oyuncuların... Artık sıra tiyatronun “dördüncü” ve belki de önemli yaratıcısına, seyirciye geldi. Bundan sonra “Kerbela” sizin imgeleminizde yaşayacak, olması gerektiği gibi... Çünkü, “kökleri çok derindedir...” Sümbül Efendi Camii’nde Fatma ile Sakine’ye ait olduğu rivayet edilen mezarın üstünde yükselen kuru ağacın kökleri gibi… Bugün 3 Kasım, yıl 2014, Muharrem’in 10. Günü, “Kerbela”nın galası var Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde… “Çöl ortasında ağaçsın / Köklerin derindedir ya Ali…” EVRENSEL KARDEŞLİKTEN DÜNYA BARIŞINA ÇAĞRI ÖDÜLLERİ Zeynep Oral’a basın ödülü Kültür Servisi Dünya Kardeşlik Birliği Mevlana Yüce Vakfı tarafından her yıl 1 Kasım’da düzenlenen “Evrensel Kardeşlikten Dünya Barışına Çağrı” panelinin 20’ncisi ve ödül töreni önceki akşam gerçekleştirildi. “Basın ve Yayın Dalı”nda ödül alan gazetemiz yazarı Zeynep Oral, ödülünü hapse girmiş, kovulmuş meslektaşlarına ithaf etti. Maslak TİM Show Center’daki törende, “Evrensel Kardeşlikten Dünya Barışına Çağrı Ödülü”nün bu seneki sahipleri ise “Gösteri Sanatları ve Görsel Sanatlar Dalı”nda sualtı fotoğrafçısı Alptekin Baloğlu, “Plastik Sanatlar, Tasarım ve Mimari Dalı”nda İbrahim Örs, “Edebiyat Dalı”nda yazar Osman Şahin, “Müzik Dalı”nda besteci Ali Doğan Sinangil, “Bilim ve Araştırma Dalı”nda Prof. Dr. Sevim Tekeli ve “Topluma Hizmet Dalı”nda Prof. Dr. Orhan Güvenen oldu. Gecenin sonunda ise ENBE Orkestrası bir konser verdi. TYS’nin Edebiyat Müzesi ve Yazın Belgeliği Büyükada’ya taşınıyor Saraydan kültür kaçırma... ASLI ULUŞAHİN Bir süredir akıbetinin ne olacağı merak edilen, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın (TYS) Yıldız Sarayı Arabacılar Dairesi’ndeki Edebiyat Müzesi ve Yazın Belgeliği, Büyükada’ya taşınacak. Sendika Başkanı Mustafa Köz’ün aktardığına göre, bakanlık resmi yazıyla, Büyükada Çınar Meydanı’ndaki, restorasyon çalışmaları süren 3 katlı binanın üst katının müzeye tahsis edildiğini bildirdi. Şimdi sendika ile ba kanlık arasında protokolün imzalanması bekleniyor. Söz konusu binada, 3 yıldır devam eden restorasyon çalışmalarının ne zaman sona ereceği ise bilinmiyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yıldız Sarayı Müze Müdürlüğü kompleksi içindeki taşınmazlarda yürütülecek restorasyon için depoya ihtiyaç duyulduğunu, Arabacılar Dairesi’nin de bu amaçla kullanılacağını açıklamış ve geçen mayıs ayında müzenin boşaltılmasını istemişti. Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Enver Ercan gibi yüzü aşkın yazar da imzaladıkları mektupla karara tepki göstermiş ve “Türkiye Yazarlar Sendikası gibi köklü, büyük bir yazar kuruluşuna bir sarayın Arabacılar Dairesi’ni bile çok gören bir bakanlığın Kültür Bakanlığı adını taşıması büyük çelişkidir” demişti. Öte yandan, Cumhurbaşkanlığı Çalışma Ofisi’nin bulunduğu Yıldız Sarayı kompleksindeki Arabacılar Dairesi’nin, bakanlıkça açıklandığı gibi depo olarak kullanılmayacağı, buranın da Cumhurbaşkanlığı’na tahsis edileceği iddia ediliyor. Eskişehir’de ‘Lüküs Hayat’a akın CAN HACIOĞLU ESKİŞEHİR Eskişehir Şehir Tiyatrosu ve Senfoni Orkestrası’nın ortak projesi Haldun Dormen’in yönettiği “Lüküs Hayat” oyununun biletleri 4 saat içinde tükendi. Atatürk Kültür Sanat ve Kongre Merkezi’nin 1200 kişilik salonunda sahnelenmesine rağmen biletleri hemen tükenen oyun, başta Ankara, Bursa ve Antalya olmak üzere, şehir dışından otobüslerle gelen gruplarca da ayakta alkışlanıyor. Şehir Tiyatroları Sanat Yönetmeni Emre Basalak konu ile ilgili “Eskişehir Şehir Tiyatrosu ve Senfoni Orkestrası gibi ülkenin iki önemli kurumunu bir araya getirirken, hayal ettiğimiz tam da buydu. Sadece Eskişehir halkının değil, Türkiye’nin konuşacağı bir prodüksiyona imza atmak istedik” dedi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle