04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 21 EKİM 2014 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Anlattığı Tehlike Bugün Sınırlarımızda Kışlalı, tehlikenin boyutlarını çok öncesinden beri hatırlatmaya çalışan bir bilim, siyaset ve düşünce adamımızdı. Dilerim, aramızdan ayrılışının bu yıldönümü, yazıp söylediklerinin yeniden hatırlanmasına ve ne kadar haklı olduğunun, daha iyi anlaşılmasına “vesile” olur... Ahmet Taner Kışlalı’yı ölümünün 15. yıldönümünde saygı ve özlemle anıyoruz O ALTAN ÖYMEN günü bir kâbus gibi hatırlarım. CHP’de genel başkanlık görevinde bulunduğum dönemdeydi, Ankara’daydım. Sabah evde partiye gitmek için hazırlanıyordum. Televizyon açıktı. Bir son dakika haberi verildi. Konusu bir suikasttı. Hedef Ahmet Taner Kışlalı’ydı. Uğur Mumcu’ya yapılana benzer bir şekilde düzenlenmişti. Evden çıkıp bineceği arabasına, daha önceden bir patlayıcı yerleştirilmişti. Kışlalı’nın arabasına geldiği sırada patlamıştı. Kışlalı yaralıydı, ambulansla hastaneye götürülmüştü. Hemen çıkıp Kışlalı’nın evine yöneldim. Haberlerin gerisini arabanın radyosundan dinledim. Kışlalı’nın bir kolu kopmuştu. Ama hastaneye yetiştirilmişti. Bunlar art arda verilen son dakika haberleriyle anlatılıyordu. Hastaneye yetiştirilmesi umut verici bir haberdi. Ama arkası gelmedi. Daha doğrusu acı bir haber halinde geldi. Kışlalı’yı kaybetmiştik. Evine vardım. Orası artık bir cenaze eviydi. Ailesi, yakınları, arkadaşları, komşuları, okurları, tanıyanları, tanımayanları... Gelenlerin bir kısmı evin içindeydi, bir kısmı kapının dışında... de, öğretim üyesi olduğu İletişim Fakültesi’nde, bakanlığını yaptığı Kültür Bakanlığı’nın Büyük Tiyatro Salonu’nda, yazarı bulunduğu Cumhuriyet gazetesinin Ankara Bürosu’nun önünde... Sonra Kocatepe Camii’ndeki cenaze töreni ve Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verilişi... Bunların hepsine çok büyük topluluklar katıldı. Konuşmalar yapıldı. Cinayeti işleyenlere ve bunlara karşı yeterli tedbir almayan görevlilere tepkiler dile getirildi. Yapılan konuşmalarda, Kışlalı’nın ülkemize, basın, bilim ve siyaset hayatına yaptığı hizmetler anlatıldı. Cenaze günü programında yer alan anma törenlerinin çokluğu da onu gösteriyordu: Kışlalı, o alçakça suikast gününe kadar 60 yıl sürmüş olan yaşamına, birçok alanda, birçok çalışma ve eser sığdırmıştı. Ahmet Taner Kışlalı, 1939’da Tokat’ın Zile ilçesinde doğmuştu. Babası Ziraat Bankası memuru Hüsnü Kışlalı’ydı. Annesi Lütfiye Hanım, öğretmendi. Liseyi İstanbul’da Kabataş Lisesi’nde bitirdi. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Fakültede okurken gazetecilikle de ilgilendi. Ankara’da çıkan Yeni Gün gazetesinde yazıişleri müdürlüğü yaptı. Yankı dergisinde yazılar yazdı. Fakülteyi bitirdikten sonra öğretim görevlisi oldu. Paris’te hukuk fakültesinde doktorasını verdi. 1977’de CHP’den milletvekili seçildi. Ecevit hükümetinde Kültür Bakanlığı yaptı. Bakanlığın gerek yayın, gerek tiyatrooperabale alanındaki çalışmalarını çağdaşlaştıran atılımlar başlattı. Milletvekilliği 1980 darbesiyle sona erdikten sonra, Cumhuriyet gazetesinde yazarlığa başladı. Bir yandan da Ankara’da İletişim Fakültesi’nde profesör oldu. Siyaset bilimi dersleri verdi. Atatürkçü Düşünce Derneği’nde genel başkan yardımcılığı görevini üstlendi. Cumhuriyetin ilkeleri ve tarihi gelişimi üzerine yurdun birçok yerinde konferanslar verdi. Panellere katıldı. Kışlalı’nın eserleri arasında, “Çağdaş Türkiye’deki Siyasi Güçler” konusundaki doktora tezinin yanında, İmge Yayınevi’nden yayımlanan “Siyaset Bilimi” ve “Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi” adlı ki tapları var. “Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği” de, adından da anlaşıldığı gibi, Cumhuriyetin kurucusuyla ilgili haksız yayınlara karşı eleştirilerini içeren eseriydi. Büyük ilgi gördü. Birçok baskı yaptı. Kışlalı o eserinde de görüldüğü gibi, laiklik de dahil Cumhuriyetimizin değerlerine, hem yüreğiyle, hem de aklıyla bağlı olan bir düşünce adamıydı. Görüşlerini anlatırken, başka düşüncede olanları mantık yoluyla ikna etmeye çalışırdı. İleri sürdüğü görüşlerin gerekçelerini, belgelere dayanarak anlatırdı. Tabii, Atatürk, Cumhuriyet, demokrasi gibi konularda aşırı derecede önyargılı bir karşı duruş içinde olanların, Kışlalı’nın anlatımlarıyla ikna edilebilmeleri kolay değildi. Ama o önyargılı kesimlerin dışında kalanlar, herhalde şunun farkındadır: Ülkemizin içinde ve dışında şu sıralarda yaşanan sorunlar izlendikçe, Kışlalı’nın özellikle bazı konulardaki duyarlılığında ne kadar haklı olduğu, daha iyi anlaşılıyor. Bir de, “laikçilik” diye isim konularak alay konusu yapılmak istenen laiklik ilkesinin ne işe yaradığını soranlar vardır. Acaba onlar şimdi ne düşünüyor? O ilkenin ne işe yaradığı, sınırlarımızın dibine kadar gelmiş, hatta içine de girmiş olan şiddet örgütünün yaptıkları görüldükçe anlaşılmıyor mu?.. “Ben hilafet devleti kurdum. Her şeyi şeriata göre düzenliyorum. İnsanları sadece dinlerine göre değil, mezheplerine göre de birbirinden ayırıyorum. Sadece benim mezhebimden olanları Müslüman sayıyorum. Gerisini kâfir ilan ediyorum. Başka dinlerden olanlar veya ateist olanlar zaten kâfirdir. Dediğimi yapmazlarsa idamları caizdir.” İdamları “caiz”... O cezaların kafa kesmek yoluyla infaz edilmesi de “caiz”... Bunların video çekimleriyle tüm dünyaya gösterilerek dehşet salınması da... Laikliğin, başka birçok meziyetinin yanında, bu gibi gaddarlıkların ülkemize yaklaşmasına fırsat vermemek gibi bir işlevi vardı. Bugünün Türkiyesi’nde, o ilke itilip kakıldıkça, o işlevin yerine gelmesi de mümkün olmuyor. Ahmet Taner Kışlalı, bu tehlikenin boyutlarını çok öncesinden beri hatırlatmaya çalışan bir bilim, siyaset ve düşünce adamımızdı. Dilerim, aramızdan ayrılışının bu yıldönümü, yazıp söylediklerinin yeniden hatırlanmasına ve ne kadar haklı olduğunun, daha iyi anlaşılmasına “vesile” olur... Model Çöktü, ya AKP? AKP’nin içerdeki seçmene ve dışardaki ülkelere karşı en büyük kozu olan “Ilımlı İslam” modeli çöktü... İçerdeki çöküş, demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin gerilemesi, yargının siyasetin emrine girmesi, medyanın baskı altına alınması ve duraklayan ekonomi ile ortaya çıktı... Net belirtileri ise Gezi Direnişi, 17 ve 25 Aralık operasyonları, rüşvet ve yolsuzlukların üstünün örtülmesi, Kobani protestoları, sözde çözüm sürecindeki aksaklıklar olarak göründü. Dışardaki çöküşün en net göstergesi ise Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konseyi seçimlerinde 2008’de 151 oy almışken, bugün 60 oyda kalmasıydı... Elbette Ortadoğu’da izlenen tutarsız ve güvenilmez politika, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in desteklenmesi, Suriye’de Esad karşıtlığına dayalı olarak IŞİD’in uzun süre sempatiyle karşılanması, bu çöküşü hazırlayan somut olaylardı. HHH “Ilımlı İslam” modeli içerde de, dışarda da AKP tarafından çok istismar edildi: İçerde, (şimdi, “Ne kadar safmışız, aldatılmışız” diye günah çıkaran) solcular ve liberaller, İslam çizgisinde demokratikleşme rüyasının peşine takıldılar... Dışarda, ABD ve AB, dünyayı tehdit eden radikal siyasal İslamın terör tehdidine karşı bunu bir panzehir sandı... Hem içerisi hem de dışarısı, fena halde yanıldığını çok acı bir biçimde, şimdi fark ediyor! İçerdeki çöküş, iki buçuk milyon oy kaybı biçiminde siyasete yansıdı... Dışardaki çöküş, “muhteşem yalnızlık” olarak ortaya çıktı. HHH Cumhuriyet’te Nilgün Cerrahoğlu 18 Ekim’de AB’nin bakışını, Hürriyet’te Tolga Tanış 19 Ekim’de ABD’nin yaklaşımını çok güzel yazdılar; her iki makale de mutlaka okunmalı. Her iki yazı da Türkiye’nin, AKP’nin izlediği yanlış politikalarla uluslararası camiadan nasıl koptuğunu, gerçekleri nasıl göremediğini ve nasıl bir bilinmeze doğru gittiğini çok net olarak belirtiyor. HHH Sonuç olarak, AKP’nin içte ve dışta kullandığı model çöktü... Sadece “model” çökmekle kalmadı, AKPCemaatABDAB arasındaki iktidar ittifakı da bozuldu... AKP bu çöküşe karşı, küflenmiş Soğuk Savaş yöntemleriyle, ihanet suçlamalarıyla, tam bir polis devleti önlemleriyle tutunmaya çalışıyor... Oysa, güvenilmez dış politikasıyla, rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarıyla, demokrasiyi rafa kaldıran baskı yöntemleriyle, yönetemediği sözde barış süreciyle, altı çoktan boşaldı bile... İş, sadece zamana ve demokratik süreçlerin işlemesine kaldı! Kışlalı’nın haklılığı azetecilik, siyaset ve yazarlık Anlatılanlardan çıkan sonuç şuydu: Suikastın, Mumcu’ya yapılan suikasttan farkı, patlayıcının arabanın değil, camın üzerindeki sileceğin altına, küçük bir paket içinde yerleştirilmiş olmasıydı. Kışlalı, sileceğin altındaki paketi görmüştü. Çıkarıp atmak istemişti. Patlama o sırada olmuştu. İstenen sonuç alınmıştı. Evde, eşi, ailenin o zaman en küçük kızı ile birlikteydi. O sabahki programlarına göre, onlar da evden Ahmet Taner Kışlalı’yla birlikte çıkacaklarmış. Kışlalı onlara, “Siz biraz durun da ben arabayı bir ısıtayım. Çocuk üşümesin” demiş. Öyle yapmasaymış, felaket, daha da büyük olacakmış. Bunlar, o gün yaşadıklarımdan hatırımda kalanlar... O günün sonrasından da aklımda, gene büyük üzüntüyle hatırladığım sahneler var. Ankara’da on binlerce insanın katıldığı çok heyecanlı törenler... Kışlalı ’nın milletvekilliği yaptığı Meclis binasının önün G ‘Sol’un Zayıflamasından Kaygı Duyuyordu... Ahmet Taner Kışlalı’yla, onun genç yaşlarındayken tanıştım. Değerli dostlarım Mehmet Ali Kışlalı ile rahmetli Mahmut Kışlalı’nın kardeşiydi. Sonra gazetecilikte “meslektaş”, siyasette de “yoldaş” olduk. 1977’de CHP listesinden milletvekili seçildik. Benim grup başkanvekili olduğum dönemde üçüncü Ecevit hükümetinin en genç bakanıydı. Başında bulunduğu Kültür Bakanlığı o dönemde gerçek bir çağdaşlaşma süreci yaşadı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise Kışlalı’yla gazete yazarlığında buluştuk. Benim de yıllarca yazarı olduğum Cumhuriyet’te yazıyordu. Her zamanki gibi, Türkiye’nin Cumhuriyet ve demokrasi dönemlerindeki çağdaşlaşma hareketlerini savunuyordu. 1987’de siyasi yasakların kaldırılmasından sonraki dönemde ikimizi de meşgul eden bir konu, soldaki bölünmeydi. CHP dahil, 1980’den önceki tüm partiler kapatılmış, yeni partilerin kurulması sırasında CHP kadrolarının içinden üç ayrı parti çıkmıştı. SODEP, Halkçı Parti ve DSP... Daha sonra SODEP ve Halkçı Parti, SHP adı altında birleşmişti. Liderliğine Erdal İnönü seçilmişti. Ama Bülent Ecevit’in liderliğindeki DSP de onun rakibiydi. Bu bölünme, “sol”un 1970’lerdeki gelişme hızına ulaşmasına imkân vermiyordu. Ayrıca, 1992’de çıkarılan kanunla, askeri dönemde kapatılmış partilerin yeniden açılması mümkün olduktan sonra, CHP’nin de siyasal yelpazedeki yerini alması bekleniyordu. O da gerçekleşince, soldaki partilerin sayısı yeniden üçe çıkacaktı. Ahmet Taner Kışlalı, o sırada Cumhuriyet’te yazılarının yanında söyleşiler de yapıp yayımlıyordu. 1992’nin ağustos ayında o konuyu gündemine almıştı. CHP’nin genel yönetim kurulu üyesi olarak beni o sütuna konuk etti. Sorularında o konudaki kaygılarının da izleri vardı. Yukarıda o söyleşiden bir kesit görülüyor. Dayanılmaz hafiflik Susturulmuş Akademik Camia A İBRAHİM TÜRKEŞ / Hukukçu, Felsefeci na söylediklerini hiçbir biçimde değiştirmeyen, büyük Atatürk’ün tanımı ile “biderman (dermansız) yargı müntesipleri”, bilim üretmesi gereken üniversiteler “çömez şahsiyetsizliği” ile medreseye dönüştürülürken “unvanının, koltuğunun, etiketinin kölesi olmuş (deyim Erdal Atabek’in 15. 9. 2014 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan ‘Günümüzün Köleleri’ başlıklı köşe yazısından alınmıştır)” rüsum ulemaları, inanç özgürlüğü adı altında 8 yaşındaki çocuğa dindarlık baskısı yapılırken mücadeleden kaçan, barışseverliğe soyunmuş siyaset adamları hep susmuştur. “Şark kurnazlığı susar” der bir düşünür, “çünkü susmama bir sorumluluk yüklenmeyi gerektirir.” Oysa “Sustuklarımız ileride tarihe leke olacaktır (Hale Soygazi, Cumhuriyet Pazar, 12. 10. 2014” Ancak, dil sussa da vicdan susmaz. Onu ancak duymazlıktan gelerek susturabiliriz. Fakat vicdanın sesine kulak tıkama günün birinde, iş işten geçtikten sonra, gene de kendisini “pişmanlık” olarak gösterecektir. Siyasal iktidarın da YÖK’ün de “özgürlük” anlayışının sınırı, “türban”a kadardır. Ötesi Silivri’dir. Biber gazıdır, coptur, TOMA’dır, komplodur, tuzaktır, kumpastır. Gizli tanıktır, “uydurulmuş kademisyen ve öğrencileri susturmak için her yola başvurup her önlemi alan YÖK Başkanı, El Cezire Türk’e yaptığı açıklamada, “Susturulan bir akademik camia var” demekte, “21. yy. Türkiyesi’nde akademisyenlerin doğru bildiklerini kamuoyu ile paylaşmaları gerektiği”nden söz etmektedir. Siyasal iktidarın kendisine yüklediği misyon gereği üniversiteleri “dut yemiş bülbül”e çeviren YÖK Başkanı’nın şimdi dönüp “Susturulmuş bir akademik camia var” demesi, ölüm döşeğinde bir itiraf (ikrarı mariz) değil de eğer bir özür niteliğinde ise kabahatinden de büyüktür. Siyasal iktidarın “özgürlük” maskesi altında her alandaki yasakçı ve baskıcı anlayışının en açık ve acımasız biçimde YÖK eliyle uygulandığını “kapı kulları” dışında bilmeyen kalmamıştır. Doğrudur. Türkiye’de hukuk ayaklar altında iken hukuk fakülteleri, adalet yürütmenin elinde maymuncuğa dönüştürülmüşken onun timsali olan yüksek kürsüleri, yolsuzluk ve rüşvet olayları ile ülke yağmalanırken hayranlıklarını, kurbanlıklarını sosyal medyada paylayacak ölçüde “hâkimlik vakarı”ndan, tarafsızlığından uzaklaşmış, verdikleri “takipsizlik” kararı ile soruşturmanın seyrini değiştiren, ancak vicdanımın badelil”dir, “ayarlanmış hâkim”dir. Bu nedenle bir limondan, bir kaşkoldan, bir posterden “örgüt” türetmekte mahir olan savcılar “Çarşı”ya 100 yıl isterken misyonunun bilincinde olan YÖK hiç boş durur mu, o da buna koşut olarak akademisyen ve öğrencileri susturmak için Üniversite Disiplin Yönetmeliği’ni “Ceza Kanunu”na çevirmekten geri durmamış, toplantı ve gösterilere katılan öğrencileri, öğretim üyelerini, sırf bir hakkı kullanmış olmaları nedeniyle üniversiteden uzaklaştırmış ya da YurtKur kredilerinin kesilmesine, yurtlardan atılmalarına neden olmuştur. İktidar YÖK eşgüdümü bununla da sınırlı kalmamıştır. Küre Dağları’nda, Fırtına Vadisi’nde, Gediz Deltası’nda, milli parklarda “ekonomik rant”a dayalı doğa tahribatına direnen, Gezi’de parkı imara açmaya karşı yürüyen, parasız eğitim isteyen insanlarımızın başına “yürütme” ve onun baskısı altındaki “yargı” eliyle ne çorap örüldüyse, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamaktan, yani yasalara uymaktan başka hiçbir suçu(!) olmayan öğretim üyelerinin başına da YÖK tarafından aynı çorap örülmüştür. En güzel örneği Ege Üniversitesi’nde yaşanmıştır. Ege Üniversitesi’nde, YÖK’ün yasaya ve mahkeme kararlarına aykırı bir biçimde, bir düzenleyici işlem olan “genelge” ile serbest bıraktığı, fakat Danıştay ve Anayasa Mahkemesi kararlarına göre halen yasak olan türbanla derse girmek isteyen öğrenciler hakkında tutanak düzenleyen Fen Fakültesi Astronomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmiş 5735 sayılı yasaya dayanarak rektörlükçe verilen soruşturma izni sonucu yargılanıp iki ayrı şikâyetten 4 yıl 2 ay hapis cezası almış, karar Yargıtay’ca onanarak kesinleşmiştir. Özgürlüğün sınırı Sustukça sıranın yaygın olarak söylendiği gibi bize değil, bizden de öte, bebelere geldiği ibretle görülmüştür. Meğer turpun iyisi de irisi de iktidarın heybesindeymiş. Bir gece vakti, “çocuklar kuşlardan da küçük” , “ceplerinde hacıyatmazlar”, “düşler sokağında gezerken” kursağında hilafetin değil, Cumhuriyetin ekmeği olan, Atatürk Türkiyesi’nin hem de en iyi, en çağdaş eğitim veren okullarında, en iyi dereceleri alıp okuyan bir Milli Eğitim Bakanı, düşteki çocuklara, hani o büyüklerin siyasal, kişisel, toplumsal çıkarları uğruna üzerinde “orantısız güç” kullanmayı hak belledikleri çocuklara, henüz uykudayken başörtüsü takıvermiştir. Ancak amaç demokrasi değil “tramvaycılık”sa, amaç özgürlük değil “oy avcılığı” , “dini riyakârlık” ve “istismarcılık”sa, çekiverin kuyruğunu gitsin. Bu durumda hiç kuşkunuz olmasın ki başını bağlama istibdadında sıra kundaktaki bebelerdedir. Sustukça...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle