25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 HAZİRAN 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Milli İrade Nedir? Seçme Zamanı CİDDİ politikaya hazırlıksızlığın her türlü fantezisini yaşadı bu toplum. Politika, yani toplumun yönetimi için iktidar ya da söz sahibi olabilme. Yani, laf olsun diye değil, ulusun daha iyi yaşaması için. Fanteziler, demokrasilerde politikanın asıl özneleri olan siyasal partilerle değil, sivil toplum kuruluşları, dernekler, platform, hareket falan denen oluşumlarla oynandı, izlendi ve seyredildi. Bir yanda, iddiasından vazgeçmeyen ve ona hırsla sarılacağını belirten bir başbakan ve arkasında büyük iktidar partisi. Karşılarında ise ana muhalefet partisi ile irili ufaklı muhalefet partileri. Önlerinde, yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler; büyük partilere prim veren d’Hondt sistemli ve küçük partileri dışlayan yüzde on barajlı bir seçim sistemi. ktidarın tutumundan memnun olmayan ve sürekli eleştiren bir muhalefetin iktidar olup durumu değiştirmek için seçim sistemi konusunda daha etkili çalışması beklenir değil mi? Ana muhalefet partisi tek başına etkili olamıyorsa benzer ve yakın güçleri birleştirmek için türlü yollar denemesi, o yollarda çaba harcayanlara yardımcı olması ya da öncülük etmesi gerekmez mi? Böyle bir tutum yerine, kendiliğinden başlayan bir gençlik tepkisinin yöntemlerini ve dünyada başkalarını bile etkileyip harekete geçiren buluşlarını seyretmekle yetinmek doğru mudur? Seyircilik, olsa olsa medyanın, özellikle de televizyon kanallarının reyting kazanmalarına hizmet eder. Dikkat ederseniz, AKP’nin lideri, karşısındaki güçler için parti ya da kurum adı zikretmeksizin “Bunlar” diye “çoğulcu” ama “belirsiz” hatta kimliksiz bir “sözcük” kullanmakta. Ne bir ad ne bir terim. Karşısındakiler bu denli kimliksiz, sıfatsız, niteliksiz, ideolojisiz sayılmayı niçin kabulleniyorlar? İdeoloji kavramı onları kendi ideolojilerini dile getirmekten bunca çekinecek kadar ürkütebilir mi? “Cumhuriyetçiyiz, Kemalistiz” bile diyemiyorlarsa, o halde neyin nesidirler? Yoksa, eylemleriyle mest olarak boşlukta kaybolup gidecekler mi? Cumhuriyetçi partilerini seçseler ya da kursalar daha etkili olmazlar mı? Günümüzün demokrasi anlayışı, sayısal demokrasi değil, çoğulcu ve katılımcı demokrasidir. Bu nedenle Başbakan’ın dilinden düşürmediği “milli irade” kuramı, bugün niteliklerini yitirmiştir. Alev COŞKUN çoğulcu ve katılımcı demokrasidir. Bu nedenle Başbakan’ın dilinden düşürmediği “milli irade” kuramı, bugün niteliklerini yitirmiştir. Ünlü Fransız kamu hukukçusu Leon Duguit bakınız ne diyor: “Millet, diriler kadar ölüleri de kapsayan geçmiş ve gelecek kuşakları da içine alan teorik ve soyut bir kavramdır. İrade ise sadece gerçek kişilere ait bir olgudur. Soyut kavramların iradesi olmaz. Öyle ise milli irade ya da hâkimiyet diye bir şey olamaz ve tamamen efsaneden ibarettir. Bir edebiyat sözcüğüdür.” (2) Erdoğan ve yandaşları bu bilimsel verileri kabul etmekte zorlanıyorlar. Açıkçası kabul etmiyorlar. Milli iradeyi, 1789 Fransız Devrimi sonrasındaki kutsal yerine koyuyorlar. Bu nedenle, bu kesimin itibar ettiği muhafazakâr düşünceli önemli bir anayasa hukukçusundan aktarma yapalım. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil diyor ki: “... Millet iradesi denilen şey, realitede, bütün milletin iradesi değildir... Bu tarzda imal ve müdafaa edilen milli hâkimiyet doktrini faydasızdır, hatta ferdi hürriyetler için zararlıdır. Hükümet adamlarının arkasında milli, manevi, şahsi diye bir irade ve kuvvet kaynağı farz etmede (gerçek diye bakmakta) hukuki bir netice ve fayda yoktur. Bu tasavvur (tasarım) sadece, arkasını millete dayayarak en açık haksızlıkları bile mefruz (varsayılmış) bir millet iradesi ile meşrulaştırma yolunu tutan hükümetlerin işine yaramaktadır.” (3) B İ aşbakan Erdoğan, Taksim Gezi Parkı olaylarından sonra, “Milli İradeye Saygı” mitinglerine başladı. Her konuşmasında milli iradeden söz ediyor. Milli iradeyi, seçimleri kazanmış partinin, siyasal iktidarı ele alması ve ülkeyi istediği gibi yönetmesi olarak değerlendiriyor. Milli iradeyi demokrasi ile eşdeğerde tutuyor. Oysa bu anlayış tarihin derinliklerinde kaldı. Öncelikle “milli irade” kavramının tarihsel, siyasal ve hukuksal geçmişini özetleyelim. “Hâkimiyet” bugünkü dilde “egemenlik” kavramı ortaçağda, kendisinden daha üstün bir güç tanımayan, başka bir deyişle “mutlak güç” anlamında kullanılıyordu. Bu gücün Tanrısal bir kökeni vardı ve “hâkimiyet kayıtsız şartsız Tanrı’nındır” biçiminde özetleniyordu. Bu gücün yeryüzünde Tanrı adına krallar tarafından kullanıldığı kabul ediliyordu. Kralın gücüne karşı çıkmak bu nedenle Tanrı’nın gücüne ve varlığına karşı çıkmakla eşdeğerde tutuluyor ve karşı çıkanlar idamla cezalandırılıyordu. İktidarın kaynağını ilahi güçten alan bu düşünce, aydınlanma felsefesinin gelişmesiyle yıkıldı ve akıl temeline oturtuldu. Rönesans ve reform düşüncesi Avrupa’da yüzyıllar içinde gelişti, çok ağır bedeller ödenerek ve kan dökülerek aydınlan Aydınlanma felsefesi ma çağına ulaşıldı. Artık yalnızca inanan, itaat eden, biat eden değil, fakat düşünen ve olup biteni akıl terazisinde yargılayan insan ortaya çıkmıştı. Böylece, Tanrı’dan aldığı hâkimiyeti kullanan kral yerine üstün güç olarak halk hâkimiyeti, halk egemenliği kavramı gelişti. Egemenlik milletin temsilcisi olarak seçimle işbaşına gelen meclisler tarafından kullanılmaya başlandı. Buna göre seçimle gelmiş parlamentolar milli egemenliği, milli iradeyi temsil ediyordu. Siyaset bilimci ve anayasa hukukçusu Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’nın belirttiği gibi “milli irade teorisi” 1789 İhtilali’nin ürünüdür. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sloganının amacı da “egemenlik” tacını kralın başından alıp milletin başına koymaktır. (1) Uzun yıllar süren bu düşünce sistemi İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda çöktü. Avrupa’nın en ileri toplumları Almanya ve İtalya’da yaşananlar, “milli irade” anlayışında sarsıcı etkiler yarattı. Almanya’da Hitler’in Nazi, İtalya’da Mussolini’nin faşist diktatörlüklerini kurmaları karşısında, milli egemenlik ve milli irade kavramları altüst oldu. Hak ve özgürlükleri koruyamayan böylesi meclislere ve sayısal sandık demokrasisine güven sarsıldı. Sözü edilen her iki yönetim, seçimle iktidara gelmiş, yasama organında çoğunluğu ele geçirmiş, sonradan kişisel diktatörlü ğe dönüşerek hak ve özgürlükleri ve demokrasiyi tahrip etmişlerdi. Bunlara seçimle iktidara gelmiş krallar ya da diktatörler adı verildi. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çağdaş demokrasilerde “milli irade” kavramı çok önemli yapısal değişikliklere uğradı. 1789 Fransız İhtilali’yle Tanrısal olma niteliğini kaybeden milli egemenlik bu kez de “sınırsız ve mutlak olma” niteliğini kaybetti. Seçimle işbaşına gelen siyasal iktidarların yetkilerinin hukuk devleti ilkeleri içinde sınırlandırılması yoluna gidildi. Devlet yönetiminde “hukukun üstünlüğü” ilkesi önem kazandı. Milli iradenin ve egemenliğin kaynağı, dayanağı ve sınırı artık hukukun üstünlüğü oldu. Bu kavramlar aynı zamanda “hukuk devleti” olgusunu yarattı. Bu yeni anayasal ve demokratik yöneliş bütün çağdaş demokrasilerde temel kural olarak benimsendi. Meclisten çıkan yasaların hukuka bağlılığını denetlemek üzere çağdaş demokrasilerde anayasa mahkemeleri kuruldu. Sandıktan çıkan sayısal çoğunlukla her türlü kararın verilebileceği, buna karşı gelinmesi durumunda da milli iradeye karşı gelineceğinin ileriye sürülmesi çağdaş demokrasilerde geçerliliğini yitirdi. Günümüzün demokrasi anlayışı, sayısal demokrasi değil, Milli irade efsanedir Hukuk devleti Anayasa hukukçusu Prof. A. Nail Kubalı’nın işaret ettiği gibi, genel seçimlerde beliren sonuç “milli irade” değil, fakat seçimlerde oy kullanmış seçmenlerin siyasal tercihidir. (4) Bu yazdıklarımız günümüzde milli irade kavramının Başbakan Erdoğan’ın anladığı gibi olmadığını açıkça gösteriyor. Parlamentoda sayısal üstünlüğü elde ederek her türlü kararı almak bu sayısal üstünlüğüne dayanarak “meşruiyet” ileri sürmek ve en haklı eleştirileri püskürtmek çağdaş demokrasi anlayışıyla bağdaşmamaktır. Günümüz evrensel ve çağdaş demokrasisinde önemli olan sayısal demokrasi değil çoğulcu ve katılımcı demokrasidir. Hak ve özgürlüklerin hiçbir biçimde özüne dokunulamayacağı ve hukukun üstünlüğü ilkesidir. Sayıya dayanan sandık demokrasisi ile yaratılan “seçilmiş krallar” kavramı artık hukuk ve siyaset bilimi kitaplarında şiddetle eleştiriliyor. Böylesi seçilmiş krallar küreselleşen dünyamızda bir anda dünyanın her köşesinde eleştiriye uğruyor ve itibarlarını yitiriyorlar. Aslında yukarda yazdıklarımız ve özetlediğimiz tarihsel gelişim, hukuk ve siyaset bilimi öğrencilerinin 1. sınıfta öğrendikleri gerçeklerdir. Ama Başbakan Erdoğan bunları özümseyebilecek mi? İşte asıl sorunumuz burada. (1) T. Z. Tunaya, Siyasi Kurumlar ve Anayasa Hukuku, s. 153 (2) Leon Duguit’ten aktaran T.Z. Tunaya, s. 154155. (3) A.F. Başgil, Esas Teşkilat Hukuku, s. 211 (4) Ali Nail Kubalı, Anayasa Hukuk Devleti, s. 259270. Teokrasi mi, Demokrasi mi? Profesör Dr. Tevfik DALGIÇ T eokrasi deyimi “Tanrı”nın veya “Tanrı” sayılan güçlerin yönettiği siyasi sistem demektir. Yani ülkenin kutsal kitaplarda söylendiği gibi yönetimi anlamına gelir. Bunun uygulaması ise Musevi peygamberlerinin ve onları izleyen diğerlerinin aynı zamanda hükümdar olduğu yönetim şekilleridir. Meşhur Kutsal Roma İmparatorluğu aynı zamanda papa olan kişi tarafından yönetiliyordu. İslamiyetin ilk yılları ve değişik halifeler, Abbasi, Emevi ve bunları izleyen yönetimlerde de sultanlar, padişahlar aynı zamanda halife oldukları için bunların yönetim şekilleri de teokrasi idi. Osmanlı’da Yavuz Sultan Selim’in halifeliği Mısır kölemenlerinden almasıyla Osmanlı hükümdarları da aynı zamanda en üst düzeyde dinsel karar sahipleri oldular. Fakat sonraları kurulan Şeyhülİslam makamı bir bakıma padişahların bu sembolik güçlerinin kısmen bu makama devredilmesi anlamına geldi. Değişik padişahlar önemli kararlarında bu makamın bilgisine başvurdular. Bazı kararlar ise “şeklen” şeriata uyduruldu, yıllarca bu uygulama değişik şekillerde ve çeşitli kötü örneklerle böyle devam etti. Demokrasi ise gücünü halktan alan bir tür temsil sistemi olarak tek kişinin Tanrı adına güç kullanma yetkisini elinden aldı ve halka devretti. Böylece seçimle iktidara gelenler kendi inançlarını halka zorla da Şeriata uyduruldu yatmak yerine halka dayandırmaya mecbur tutuldular. Laiklik ise kamu yönetiminde dini siyaset dışına çıkardı. Uzun din kavgalarının ortaya çıkardığı yıkımların ve karışıklıkların önlenmesine yönelik bu sistem ile yönetenler kendi inançları ile devlet yönetimini ayırmak zorunda kaldılar. Demokrasiyi tam hazmetmemiş, laikliği kamu yaşamı dışında din özgürlüğü olarak algılamada zorluk çekmiş toplumlarda yönetenler kendi inançlarını, varsa inançsızlıklarını ve yaşam tarzlarını kendilerinden olmayan, kendileri ile aynı değerleri paylaşmayan toplumlara, gruplara, cemaatlere zorla uygulamaya başlayınca sorunlar çıkmıştır. Oysa demokrasinin temel niteliğinde “Ne çoğunluğun azınlığa” ne de “azınlığın çoğunluğa” tahakkümü vardır. Yani azınlıkta olanlar da en az çoğunlukta olanlar kadar aynı özgürlüklere ve saygıya layıktırlar. Seçimlerle işbaşına gelen yöneticilerin bunu iyi anlaması ve uygulaması gerekir. Hele giderek ortaya çıkan başarıları sadece kendilerinin ürünü sanan bazı yöneticiler, seçilmişler ve yan siyasetçiler zaman içinde teokratik kökenlerine dönebilirler ve demokrasiyi bir tür tramvay olarak görme eğilimi içine girerler. Yani dinsel veya kişisel, ideolojik amaçlarını gerçekleştirecek bir tür araç. Bu gruptaki yöneticiler veya seçilmişler, giderek kişisel amaçlarını, yaşam tarzlarını “Benim için en iyisi budur, senin için de en iyisi bu olmalıdır” düşüncesini benimsemeye başlarlar. Bir de düşünceye eklenebilecek kişisel özellikler; mağrurluk, kendilerini üstün görme alışkanlıkları ve “Ne oldum?” algısı onları bunu yapmaya hakları olduğuna inandırır. Artık kendilerini insanlığın, ulusların veya cemaat yahut grupların “her şeyi herkesten iyi bilen, en doğruyu seçen, her konuda uzman” olduğunu sanan bir kişilik ortaya çıkar. Oysa ki, biraz da Makyavelli düşünce tarzını anımsatan bu tutum ile zaman içinde yapılan uygulamalar toplum vicdanında yaralar açar ve halkta bir tür tepki ve kızgınlık doğmaya başlar. Dışardan gözükmeyen toplumsal dip dalgaları ve akıntıları oluşur. Hele halkı algılamada sadece çok kısıtlı bilgiler taşıyan ve “istenilen” yöne çekilebilen, parayı ödeyenin amaçlarına uygun hale getirilebilecek kamuoyu yoklamaları ile karar almaya çalışan yöneticiler ve onların çevresindeki “evet efendim” tavırlı danışmanlar ancak onların “istediği türden bilgiler” sunmaya başlayınca artık onların gerçek dünya ile ilgileri kesilir. Kendilerinin iyi niyetini, insanlık aşkını, hizmetlerini, millet sevgisini “anlamayanlara” karşı bir tür olumsuz “tepki verme” alışkanlıkları artık kişiliklerinin ayrılmaz bir parçası olur. Sonuçta bazı üst yöneticiler gerçeklerden uzaklaşırlar ve kendilerini bir anlamda “Tanrı adına konuşan” bir sultan, halife veya padişah sanmaya başlayabilirler. Toplumsal akıntılar Böylece kendi inançlarını, isteklerini, rüyalarını, ideallerini başkalarına devlet gücünü kullanarak benimsetmeye çalışırlar. Kişilerin özel yaşamlarına müdahale onlara normal gelmeye başlar. Toplumun tepkisini anlayamadıkları için veya göremediklerinden, yahut kendilerini hatadan “münezzehhatasız” sanmaya başladıklarından dolayı toplumun büyük kesiminin ve özellikle orta sınıfın yaşam tarzlarına müdahaleye nasıl kızdığını, geçmişte yapılanlara, kullanılan aşağılayıcı dile ve tavırlara nasıl içerlediğinin farkında bile olmazlar. Böylece halkın beynine, değer yargılarına, idealine, yaşam ve tüketim tarzına müdahaleyi kendilerinin doğal, yahut ilahi hakları olarak görürler, dinsel referanslarla konuyu ele almaya başlarlar. Artık burada demokratlık bitmiş teokratlık başlamıştır. İşte bu sınırı iyi çizmek gerekir. Konu sadece kendine oy verenlerin değil, oy vermeyenlerin de haklarına, inançlarına, demokratik taleplerine saygı duymaktır. Kendi inançlarında büyük önem taşıyan “meşveretdanışma” uygulamasını o da isterlerse kendi çevresindekilerle yapıp bunu sadece kendi isteklerini onaylatma yolunda kullanırlar. Artık bürokratlar, diğer seçilmişler, uzmanlar onun emrindedir; onun isteklerine uymak zorundadırlar, onların görüşlerinin olması olanaksızdır. İtaat mecburidir, itaat etmeyen cezasını bulur. Konuya bir de bu açıdan bakmayı öğrenmek ve düşünmek gerekiyor bazı konuları tam anlamak ve algılamak için.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle