16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 18 HAZİRAN 2013 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Tam Uyanmak Zamanı “Bir Millet Uyanıyor”... Bu bir filmdi. 1930’ların Türkiyesi’nde büyük bir uyanışın simgesi olmuştu. Bir gerçeği anlatıyordu dosta düşmana. Ezilmişlikten, horlanmaktan, aşağılanmaktan kurtuluşumuzun sembolüydü. Uyanmak, ama gerçekten uyanmak... Bu demektir ki sen tek başına her şeyi yapacak güçtesin. Kendine güven, halkına güven, gücüne güven... Tek parti çok parti... Demokrasinin ülkemizde başlaması... Sanki sorunlar böyle bitecek. Karşılıklı atışacak ayrı güçler olursa işler kolaylaşacak... Tek partili yönetim 1950’de sona erdi. Derken yeni partiler, ardından yeni bir iktidar... Ben bir sevinç duymadım. Baktım sevinenler çok, “Batılı ülkelere benzedik” diye nerdeyse göbek atanlar var. Bu sözde demokrasi yolunu açan, tek partinin başındaki İsmet Paşa idi. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nda en önde görev yapmış bir general. Özlediğini, yani ülkesinde yeni bir yaşam düzeninin kurulmasını isteyen bir yurttaş, bir toplum öncüsü. İyi mi yaptı? Aradan yarım yüzyıldan çok zaman geçti, ülkemizin çok partili bir düzene geçmekle ne kazandığını, ama neler de kaybettiğini bir düşünebilsek. Yeni şeyler getirmek şöyle dursun, daha önce nice çabalarla kurulmuş uygarlık atılımlarının birer birer ortadan kaybolduğunu gördük. Halkın kendi evi, yuvası saydığı Halkevleri’ni yıktılar. Halk çocuklarını eğitim yoluyla çağdaş birer aydın olarak yetiştiren Köy Enstitüleri’ni, ardından bu enstitülerden yetişmiş genç öğretmenleri bile yok etmeye, sindirmeye çalıştılar. Laiklik anlayışını körletmek için imam okullarının sayısını artırdılar. Bunu bir parti yaptı. Ama ötekiler de boyun eğdi, katıldı bu geriliklere. Mustafa Kemal’in kurduğu, yönettiği, öncülüğünü yaptığı uygar Türkiye Cumhuriyeti’ni adeta bir İslam cumhuriyeti kılığına sokmaya çalıştılar. Kimler? Hangi birini saymalı, öteden beri tetikte bekleyen şeriatçı kafalar, çağdaş bilime, sanata, kültüre karşı körkütük cahiller takımı... İnönü döneminde başladı bu gerileme. Nasıl yaptı koskoca İsmet Paşa bunu? Hep tartışılmıştır, İsmet Paşa kendi kurduğu, kendi yarattığı, kendi eseri olan bir ilerici cumhuriyeti nasıl oldu da devrim düşmanlarının eline bıraktı? Gücü yetmedi diyorum ben. Baktı ki kendi partisi bile ötelere kaymakta, Sirer’ler, bilmem kimler gelmiş baş köşelere kurulmuş, Hasan Âli Yücel ise mahkemelerde hesap vermekte. Eğitim öğretim bir anda en aşağı seviyeye düşmüş. Derken iktidara DP de gelince bu aşırı gericilik anlayışı daha da etkisini artırdı. O gün bugün uygarlık, çağdaşlık çizgisinde durmaksızın gerilerde çırpınıyoruz. Kurtuluşumuz için tek umut gelecek kuşaklarda demek istiyorum ama geleceğin şimdikini de aratacağından korkuyorum. B Kavganın Adını Doğru Koyalım: İletişim Özgürlüğü u ara yaşadığı mız olaylar hem “iletişim”in hem de “iletişim özgürlüğünün” önemini bir kere daha gösterdi: Gezi Parkı’nı işgal eden gençler, mesajlarının ülkeyi yönetenlere ulaşması için yaklaşık üç hafta bu parkta sabahladılar. İstedikleri “özgürlükle ri” ydi ama sorunları “iletişim” idi. O olayları izleyen gazeteler, TV kanalları ve öteki kitle iletişim araçları, halka zamanında ve tam gerçeği yansıtan haberler vermemekle suçlandılar. Kısaca sorun yine “iletişim”di. Aslında medyamızın “gerçekleri halka iletememek” durumunda kalması, bir “iletişim” daha doğrusu “iletişim özgürlüğü” sorunu idi. Ama çoğunlukla ondan değil, “basın özgürlüğünün yetersizliğinden” söz edildi. Yani konunun özü değil, türevi vurgulandı. Bu satırların yazarı 1986’dan beri asıl önemli olanın “iletişim özgürlüğü” olduğunu savunur, hatta “basın özgürlüğü kavramının maksadı yanlış ifade ettiğini” söyler. “Basın özgürlüğünden değil, basının da özgür olmasından söz etmemiz gerektiğini” ileri sürer ama bunların arasındaki farkı belki de kendi beceri eksiği yüzünden bir türlü anlatamaz. Eğer bu fark sonucu etkilemese, mesele değil; ister öyle ister böyle olsun der geçersiniz. Oysa kimse üstünde durmuyor ama sonuç da ciddi şekilde etkileniyor. Anlatalım: İletişimin ilk basamağı, bir gerçeğe/bilgiye ulaştığımız andır. Örneğin ateş sıcaktır, çıplak elle tutarsak yakar. Gerçek budur. Bu gerçeği gerekirse başkasına aktarırız. Aktarma Yıllardır Türkiye’de “basın özgürlüğü” kavgasını sadece “gazeteciler” yürüttü. Sokaktaki adam bu kavgayı haklı olarak üstlenmedi. Oysa kavga “iletişim özgürlüğü” bazında yürütülse yani her birey kendi özgürlüğünün tehdit altında olduğunu hissetseydi “Her yer TAKSİM!” sloganlarını, özgürlüğüne yönelik saldırıların onuncu yılında değil, belki ikinci yahut üçüncü yılında duyardık. Oktay EKŞİ CHP İstanbul Milletvekili İletişim özgürlüğü istisnasız herkesin hakkıdır. nın adı “iletişim”dir. Ateşin sıcak ve yakıcı olduğu hükmüne varmamız, o gerçekle ilgili değerlendirmemizdir. Değerlendirmemizi/kanaatimizi dile getirmemiz, gerçeği “yorumlamamız” anlamına gelir. Gerçeği başkalarına yansıtmak onlara “haber vermek”tir. Bu da “iletişim”dir. Gerçeği aktarma yahut yorumlama ve bunları hiçbir engelle karşılaşmadan amaçladığımız son noktaya iletebilme ise “iletişim özgürlüğü”dür. Ama bunu toplumun bazı kesimleri bireysel bazda de ğil, kitlesel bazda kullanırlar. Bunlardan iletişim özgürlüğünü “medya araçları” aracılığıyla ve “profesyonel şekilde” kullananlara “gazeteci” denir. Onların hukuk karşısında bireylerden tek farkı, gerçeği yahut gerçeğe ilişkin kanaatlerini geniş kitlelere ulaştırma olanağına sahip bulunmalarıdır. O nedenle asıl “bireylerin iletişim özgürlüğünü” korumak gerekir. Genelin hakkını korursanız onun içindeki bir kesimin (gazetecilerin) haklarını da korumuş olursunuz. Herkesle birlikte medya, o zaman gerçekten “özgür” olur. Ama genelin değil de “basın özgürlüğü” kavramını kullanarak “basının özgür olma sını istiyoruz” derseniz, sokaktaki adamı değil gazetecileri ilgilendiren bir sorundan söz etmiş olursunuz. O zaman sokaktaki adama dönüp “Bak senin için basın özgürlüğü çok önemlidir. Çünkü ancak basın özgür olursa senin haklarını da korur” demek piramidi tepe üstü oturtmaya çalışmaktır. Nitekim yıllardır Türkiye’de “basın özgürlüğü” kavgasını sadece “gazeteciler” yürüttü. Sokaktaki adam bu kavgayı haklı olarak üstlenmedi. Oysa kavga “iletişim özgürlüğü” bazında yürütülse yani her birey kendi özgürlüğünün tehdit altında olduğunu hissetseydi “Her yer TAKSİM!” sloganlarını, özgürlüğüne yönelik saldırıların onuncu yılında değil, belki ikinci yahut üçüncü yılında duyardık. Tüm toplumun gücünü arkasına alan medya da üzerindeki ağır baskıyı bundan birkaç yıl önce önlemiş olurdu. Demek ki “basın özgürlüğü”nden değil “iletişim özgürlüğünün, basın mensupları tarafından da özgürce kullanılmasından” söz etmek daha doğrudur. Kaldı ki bugün “basın özgürlüğü” dediğimiz zaman zaten sadece basın mensuplarını değil, özellikle internet medyasını ve onun bir türü olan sosyal medyayı kullananları, yani sayılamayacak kadar çok, fakat “basın mensubu” olmayan kişileri de ilgilendiren bir şey söylemiş oluyoruz. Sadece bu gerçek bile “basın özgürlüğü” kavramının hem ne kadar demode hem de ne kadar yanlış olduğunu göstermeye yeter. Ne var ki bu yanlıştan dönülebilmesi için önce akademisyenlerimizin kendi ezberlerinin bozulmasına razı olmalarına, yukarıda söylenenlere itirazları varsa bunu ifade edip tartışmalarına ihtiyaç vardır. Yine Haklı Çıkacağım! 11 Haziran Salı günü yayımlanan “Taksim: AKP İktidarının Vebali” başlıklı yazımda şöyle demiştim: “Peki Türkiye’de somut olarak neler olacak? … 1) Akıllı demokratikleşme ile Türkiye düze çıkar. Akıl, mantık, demokrasi, uluslararası konjonktür, “barış süreci” ve “AB süreci” açılarından beklenen budur… Ama, Başbakan Erdoğan’ın bugünkü tutum ve davranışlarına göre bu olasılık şimdilik biraz düşük görünüyor: Teşhisleri, olayı tam kavrayamadığını, kullandığı dil ise tepkisel bir otoriterliği yansıtıyor. 2) Tepkisel otoriterleşme ile bir süre için geri gidiş yaşanır! … Bu geri tepme, Türkiye’deki demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin, en azından bir süre için, daha da geri gitmesine bile yol açabilir…” HHH Pazar gecesi “+1” televizyon kanalında, Haluk Şahin’le cuma günü banda çektiğimiz programı izledim: Orada da aynı şeyleri söylemiştim: “İktidarın ve muhalefetin Taksim Gezi Parkı Direnişi’nden ders almalarını beklemediğimi!” Ne yazık ki haklı çıktım! Gerek Başbakan Erdoğan’ın Ankara ve İstanbul mitinglerinde söyledikleri, gerek bu mitinglerden sonra polisin ve “eli sopalı grupların” yaptıkları, gerekse göstericilere, hekimlere yönelik gözaltılar, terör örgütü suçlamaları ve sosyal medyaya, sendikal hareketlere karşı tutumlar, AKP iktidarının, temel hak ve özgürlükler ve demokrasi konularında bir açılıma doğru değil, kapalı bir rejimi güçlendirmeye doğru gidişine işaret ediyor! HHH Yazımı yine salı günkü yazımın son satırlarıyla bitireyim: “Ama bu durumu kalıcı sanmak yanıltıcı olur: … Türkiye de dünya ile birlikte, yeni bir insanlık aşamasına, yeni bir döneme girmiştir: Diktatörlüklerin yıkıldığı, buyurgan, otoriter devletin çözüldüğü bir döneme… Bunu, uzun vadede kimse önleyemeyecektir… Çünkü tarihin hükmüdür bu. …” HHH Biliyorum, kısa vadede nasıl haklı çıktıysam, uzun vadede de aynı biçimde haklı çıkacağım! Sadece Seçimle Demokrasi Olur mu? Işıl CAMGÖZ Avukat S on günlerde gerçekleşen olaylar ve Taksim’deki büyük direnişin ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan insanlara yine sandıktan bahsetmeye başladı. Bu durum, demokrasinin ne olduğu konusunda tekrar ve daha derinden düşünmemize bir vesile olmalıdır. Hukuk fakültelerinin daha birinci sınıfında, anayasa hukuku derslerinde öğretilen temel bir bilgi şudur ki, demokrasi çoğunluğa değil çoğulculuğa dayanan bir yönetim biçimidir. Bunun anlamı çok açıktır. Bir ülkede iktidar olanlar yüzde kaç oyla iktidar olurlarsa olsunlar kendilerine oy vermeyen kesimlerin de çıkarlarını da gözetmek, onların da sesini dinlemek zorundadırlar. Türkiye’deki Kürt, Ermeni, Rum ve diğer azınlıklar, Aleviler ve diğer her mezhepten insanlar, CHP’li, MHP’li, İP’li, TKP’li ve diğer tüm partilerin seçmenleri de bir partinin sandıktan tek başına iktidar olarak çıkmasıyla kendileri ve ülkeleriyle ilgili konularda fikir beyan etmek ve taleplerde bulunmak haklarını kaybetmiş değildirler. Bu anlamda, Taksim olaylarında tepki koyan insanlar son derece demokratik bir eyleme girişmiş ama bu sese kulaklarını tıkayan ve polis eliyle şiddet uygulayan iktidar, kendisinin daha önceleri sıkça kullandığı ve demokrasinin temel ilkelerinden biri olan hoşgörü kavramından sınıfta kalmıştır. Yıllarca kendilerini “öteki” olarak gören ve kendilerine “ayırımcı bir muamele” uygulandığı iddiasıyla “zenci Türkler” söylemlerini dile getirenler, neden şimdi farklı düşünen kesimlere “hoşgörü” ile yaklaşamamakta ve hatta “zor kullanmakta”dır? Son olaylarda, demokrasinin temel ilkelerinden ikisi olan “çoğulculuk” ve “hoşgörü” ilkelerini iktidarın ancak kendi çıkarları söz konusu olduğunda kullandığı ama kendisine karşı olunca derhal terk ettikleri iki kavram olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Demokrasi kavramı Bu şartlar altında, demokrat bir iktidarın, “Oyların yüzde şu kadarını aldım, ben ne dersem o olur” demesi konumuz olan “demokrasi” kavramı açısından kabul edilemez. Kaldı ki bu yüzde elli konusunda herkesin unuttuğunu gözlemlediğim bir şey var: Sayın Başbakan’ın yüzde 50’si karşısındaki kesimin de yüzde 50 olduğu… O halde kimin yüzde 50’si daha değerlidir?! AKP’nin yüzde ellisi kalanların yüzde ellisinden daha büyük bir rakam mıdır? Ben mi yanılıyorum yoksa 50=50 mi?!Toplumun yarısının kendisine karşı olduğu bir toplumda iktidarın sadece kendi yüzde ellisini görmesi büyük bir problem! Aslında demokrasinin yüzde 1 oyu olanların bile sesini duymak anlamına gelmesi karşısında bu tartışma bile abestir. Diyelim ki sokağa çıkanlar toplumun yüzde ellisini değil de yüzde onunu oluştursa bu, iktidarın “yüzde elli bende, ne istersem yaparım, onlar azınlık” demesini haklı mı kılacaktır? Demokrasinin çoğulculuk ve hoşgörü kavramları çerçevesinde bu konular tekrar düşünülmelidir. Yine hukuk fakültelerinin daha birinci sınıfında öğretilen bir diğer şey de demokrasinin nimetlerinin demokrasiyi yok edecek şekilde kullanılamayacağıdır. Bu bağlamda, şeriat devleti, faşist devlet ve demokrasinin kendisini ortadan kaldırmaya yönelik her türlü totaliter rejimlerde de demokrasiden bahsetmek mümkün değildir. Bunu çok net olarak şöyle ifade edebilirim: Bir parti yüzde 95 oyla iktidara gelse bile eğer ülke teokrasi veya faşizmle yönetiliyorsa o ülkede demokrasiden söz etmek mümkün değildir. “Biz demokratik haklarımızı kullanarak demokrasiyi kaldırmaya karar verdik” anlamına gelecek icraatlar yapılamaz. Hangi akademik çalışmaya bakarsanız bakın, demokrasinin birçok ilkesi olduğunu ve olayın sadece sandığa indirgenemeyeceğini görürürüz. Demokrasiden bahsedebilmek için birçok unsurun yan yana gelmesi gerekir. “Milli egemenlik” yani “yönetme yetkisinin millete ait olması” bu ilkelerin yine en önemlilerindendir. Millet kavramını iktidar olan partiye oy verenler ve diğerleri diye ayıramayız. İktidar partileri milletin tümünün yönetime etki edeceği mekanizmaları kurmakla yükümlüdür. Seçme ve seçilme hakkı, katılım, özgürlük, eşitlik, hukuk devleti olmak ve kuvvetler ayrılığının etkin bir şekilde kullanılıyor olması da diğer ilkelerdir. Hukuk devletinin polis devletine dönüştüğü yerlerde demokrasi adına büyük bir sorun olduğu kabul edilmelidir. Bu noktada ülkemizde uygulanan Siyasi Partiler Yasası da ele alınmalı ve yüzde 10 barajını aşamayan ama yine de kendilerine verilmiş oylar bulunan partilerin oylarının en çok oy alan partiye geçmesi, buna bağlı olarak birinci partinin koltuk sayısının haksızca artmasının önüne geçilmelidir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle